31 Temmuz 2015 Cuma

Charles Nodier - Infernaliana

"ya da Hortlaklar, Hayaletler, İblisler ve Vampirler Üzerine Anekdotlar, Küçük Romanlar, Öyküler, Masallar" şeklinde alt başlık şey edilen bir öcü derlemesi. Gerçeküstücülüğün dayılarından olan Nodier, fantastik canavarlarını ortalığa dökerken okuru uyarmaktan geri kalmıyor.

"Sağduyulu insanların, uzun süre, ölülerin geceleyin yaşayanların kanını emmek için mezarlarından çıktıklarına ve aynı ölülerin daha sonra tabutlarına geri döndüklerine inanabilmesi çok şaşırtıcıdır. Bununla birlikte insanların onlara inandığını ve otoritenin kendisinin de benzer gariplikleri yaymaya yaradığını doğrulayabiliriz. Okurlarımıza, bu öykülere olduğu kadar, sözde hortlak, büyücü, şeytan vb. öykülerine de inanmamalarını öğütlüyoruz. Bu konu üzerine söylenebilecek ve yazılabilecek her şeyin hiçbir gerçekliği yoktur ve inanmaya değmez." (s. 9)

Freud, Totem ve Tabu'da anlatıyordu galiba, insanlar anlamadıkları şeyleri rasyonalize ederken koca bir çöp yığını da elekten geçip insanların zihninde yer ediyor. Cinler, umacılar, bizdeki Çarşamba Karısı falan, alayı memorattır. Aklın anlamlandırma çabasının ürünü. Ben mesela kendi kendine hareket eden bir tişört gördüm, odamda yaşlı bir kadının bana bakıp bir anda kaybolduğunu gördüm, ortalıkta olmayan kağıtlardan hışırtı geldiğini duydum. Bu nedir? Bu beynin verisizlikten ötürü Occam'ın Usturası'nı sallamaması demektir. Gerçekten tişörtün kaydığını gördüm mü? Evet, gözümün önünde gerçekleşti. Bu gerçek bir şey mi? Bilemiyorum. Bilip bilmemek önemli mi, değil. Düşünmeyi bıraktım. Algılarımızla yaşıyoruz, yanılabiliriz. Umacı diye bir şey yoktur, yine de dolabın kapağını kapatmadan rahat edemeyiz. İnsanın güvenlik ihtiyacının bir ürünü. Sonuçta şu an adını hatırlamadığım bir kuruluş, bir tek paranormal olay gösteren kişiye milyon dolarlık ödül vermeyi vaat ediyor. Ödülü alabilen kimse yok şimdiye kadar, yine de tırnaklarımızı camdan aşağı atmayız, gece vakti tırnak kesmeyiz. Büyü yapılabilir, dinde büyünün yeri vardır. Ulan çok karmaşık iş ya. Mesela ilkokulda aşık olduğumuz kızın aşık olduğu çocuk için büyü yapmıştık birkaç arkadaşla. Anneannemden kalan bir kitapta Arapça, Türkçe büyüler var. Birini yaptık, çocuk taşındı mesela bir ay sonra. Hadi bakalım.

Canavarlara inanmak bir ihtiyaç olabilir, belki bundan inanıyoruz. Yaşadığımızdan çok daha fazlasının olması gerektiğini düşünüyorsak bunlar da aradan sızıp gelir. Nasip. Gerçi bana kafayı kırdırtan biraz da Casper oldu. Bir gazete veriyordu dergisini, 20 sene evvel. Orada "Gerçek Değil ama Garip" diye bir bölüm vardı. Gerçekle karıştırılmış kurmaca -umarım- olaylar anlatılırdı, mesela Glamis Şatosu'nu hâlâ hatırlarım. Hortlaklar gezermiş o şatoda. Böyle şeyler. Yedi yaşındaydım. Her hikâyeye inandım, şimdi de inanmaya meyilliyim.

Infernaliana'da intikamcı ruhlar var, hortlayıp dehşet saçıyorlar ve dini sembollerle çıktıkları yere geri gönderiliyorlar. Vampirler kazıklarla öldürülüyor, hayvanların içine giren kötü ruhlar insanların ödlerini patlatıyor. Kara masallar var, sonu pek iyi bitmeyen. Hacca giden hayaletlerin öbür taraftan verdikleri haberler hayal gücünü iyi bir çorbaya çeviriyor. Doğanın ruhu avcılara musallat oluyor sık sık. Bu kitaptaki olaylar Avrupa halk inanışlarından derlendiği için doğadan bağımsız olması düşünülemez elbette, hele ormanlardan. Cermen diyarları, Nordik mekanları orman yönünden oldukça zengindir. Vampirlere tahta sokulmasını buna bağlıyorum. Eh, ormanların ruhundan korkmak için yeterli hikâye var kitapta. Hem öcüler için, hem bizim için.

Mevzuya ilgi duyanlar için on numara kitap. İki kaynağa daha rastladım, bunları da öneririm:

Özkul Çobanoğlu - Türk Halk Kültüründe Memoratlar ve Halk İnançları
Fuzuli Bayat - Türk Şaman Metinleri - (Efsaneler ve Memoratlar)

W. B Crow - Büyünün, Cadılığın ve Okültizmin Tarihi de mevzuyla alakalı bir diğer kaynak.

Kolay gelsin.

28 Temmuz 2015 Salı

John Fante - 1933 Berbat Bir Yıldı

Haftaya askere gidiyorum, yazacak onlarca kitap vardı ama kafa ayarı da lazımdı. Ege, Akdeniz ve Karadeniz'e yardırıp çok az şey yazdım.

İstikamet önce Ankara, sonra Kıbrıs. Ulan şimdiden şafak tıkandı, dsfd.

Son zamanlarda sallama iş yapıyordum, şimdi biraz daha abartıp kitapların canına okuyacağım.

Bu hikâyeyi başka bir Fante kitabından hatırlıyorum ama hangi kitap, onu hatırlamıyorum. Bu biraz şey gibi olmuş, Silmarillion'dan alınıp ayrı bir kitap olarak basılan Húrin'in Çocukları gibi. Yine de alın, bulunsun. Yeni baskısı var. Bir daha basılmaz falan, lazım.

1933 gerçekten berbat bir yıldı çünkü ekonomik bunalım yıllarının en civcivlisiydi. Gangsterler içki kaçakçılığından parayı kırarken banka soygunları tam gaz sürüyordu. John Dillinger henüz öldürülmemişti, diğer gangsterler istedikleri gibi at koşturuyorlardı. Bir de ergenliğinin altın çağlarında bir genç, meşhur bir beyzbol oyuncusu olmak istiyordu. Ailesinin maddi durumu çok kötüydü, duvar ustası olan babası uzun süredir işsizdi, dindar annenin yapabileceği pek bir şey yoktu. Çocuk büyümenin sancılarıyla parasızlığın muhteşem karışımında bunalıyordu. Fante'nin diğer kitaplarındaki ortam. Uç uca ekleyebilirsiniz.

Bandini yok, Dominic Molise var bu kez. 1.60 boyunda, Kol olarak adlandırdığı koluyla paraya para demeyecek. İyi atıcı, kaç kişiyi oyun dışı bırakmış bir aslan parçası. Bunun dışında sosyal zekası umut vaat etse de pek gelişmemiş. Acayip işler yaparken buluyor kendini. Biyolojik duvarın farkında, babası ölene kadar bir şeyler yapabilir. Bu da ne garip ölçüdür, neyse.

Amerikan Rüyası'nı yerin dibine sokan babaanne pek eğlenceli. Oldschool İtalyan, ABD'ye uyum sağlayamamış bir göçmen. Oğluna, gelinine ve torununa sokuşturuveren bir ninemiz.

"'Nedir okuduğun benim bilge ve zeki torunum? Açlığa ve sokaklarda dolanan işsiz adamlara dair bir kitap mı? Babanın yedi aydır işsiz olduğuna dair bir kitap mı, yoksa altın Amerika'nın zengin vaatleri mi? Amerika, eşitlik ve kardeşlik ülkesi, veba gibi kokan harikulade Amerika.'" (s. 13)

Dsfd.

Ken ve Dorothy var, bizimkinin şapa oturmasına yol açan zengin çocuklar. Ken ve Dominic iyi arkadaşlar. Ken'in babası Dominic'e pek iyi bakmasa da sallamıyor pek, Dominic beyzbolcu olmak için kaçmaya karar verdiğinde babasının harç makinesini çalmaya karar verene dek. Ken kendi payına düşen parayı bulur ama Dominic babasının makinesini çalmakta bulur çözümü, üstelik taşıma için Ken'in babasının şirketine ait olan bir kamyoneti ödünç alana kadar. Babanın haberi yok tabii, öğrendiğinde Dominic'i iyi bir silkeler ve oğluyla görüşmesini yasaklar. Bu bir, ikincisi Dominic eve döndüğünde babasıyla yüzleşir. Adam beyzboldan para kazanılamayacağını söylese de oğlunun tutkusuna daha fazla direnemez, makinesini kendi satar. Kitap burada bitiyor, çocuk gitmekten vazgeçmişti ama babasının fedakarlığına şahit olunca gitmekten başka çaresinin olmadığını düşünür.

Dorothy olayı. Dominic kız için kafayı yer. Ali Desidero olayı, ne eksik ne fazla. Bizimki kızın kalçalarına sarılır, diz çöker bir yerde. Utançtan yerin dibine geçer ama yapacak başka bir şeyi yoktur. Çok duygusal bir genç. Ersin Karabulut'un köşesinde yazdığı aptallıkları hatırlıyorum, özdeşleştiriyorum biraz ikisini.

Fante işte, saf yaşam. Mis.

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Cengiz Aytmatov - Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek

Kapakta bir adet köpek var ama öykünün köpekle pek bir alakası yok -demiştim ki kapak bendeki baskının kapağı değil, olsun-. Metafor olarak belki. Sahibini bekleyen vefalı hayvan, belki. Aytmatov'un doğaya karışmış insanlarının da köpeği bekledikleri söylenebilir. Kozmogonik mevzularda hayvan doğumludur her şey. Dişi ördek Lura, konacak bir yer bulamayınca karayı yaratmıştır. Ağaçlar, toprak, her şey Lura'ya borçludur varlığını. İnsan da. Evin bütün yeryüzü olduğu bir coğrafyada deniz göğüs gerilecek ve dalgalı bir gurbettir. Yılmak yok, ikinci evdir ve keşfedilmelidir. Ala Köpek Dağı'ndan iki kavak boyu -iki mızrak boyu değil, doğanın şanına bakın- yükselen güneş, denize misafirlerini ağırlamasını söyler. Orhan Ata başta, Emrayin ve yeğeni Mılgın kürekleri çekiyor. Emrayin'in oğlu Kirisk, erinlik töreninin gereklerini yerine getirmek için yola çıkarken küçücük yaşının coşkun duygularıyla kıyıya bakıyor. Korku, heyecan, bir çocuğun hissetmesi gereken her şey var. Diğer topluluklardaki törenlerde olduğu gibi doğada tek başına birkaç gün geçirmesi, bir canlıyı öldürmesi gerekmiyor. Atasının sözünden çıkmayacak -atanın sözünden çıkılmaz, avı en iyi o bilir- ve av avlayacak.

Nivih folkloru tanıdık; şamanizm izleri var. Kötü ruhlardan pek korkulur, doğaya boyun eğilir ve adetler bu yöndedir. Kirisk'in annesi, çocuğunu uğurlarken ormanda ağaç keserken dikkat etmesi gerektiğini söyler mesela. Kötü ruhlar hedefi şaşsın diye. Bir arkadaş demişti, bizde de bazı yörelerde tabut sokak sokak dolaştırılırmış ki kötü ruhların oyunbazlığına kanıp evine dönmeye çalışmasın ruh, yolunu kaybetsin. Orhan Ata'nın Deniz Kızı inanışı, Kirisk'in Ala Köpek Dağı'nın gücünü biraz da ruhani bir biçimde anlaması bu bağlamda değerlendirilebilir. Özellikle Kirisk'in kara gözden kaybolurken hissettiği umutsuzluk önemli, çocuklar böyle şeylerin farkına daha çabuk varır. Çocukken hayalet falan görmediniz mi hiç, ya da paranormal bir olay? İnancın sonsuzluğundan bir damlacık olsun yutmamışsınız demektir. Neyse, kayıktakilerin düşünceleri Aytmatov'un mistik doğasını kurar. Ata'nın düşündüğü: "Kayıktaki insan, evrenin sonsuzluğu karşısında bir hiç olduğunu çok iyi anlıyordu ama insan düşünürdü; düşüncesiyle denizin ve göğün yüceliğine erişirdi ve yüce düşüncelerinde, doğa güçleriyle evrenin derinliği ve yüksekliğiyle bir tutardı kendini. İşte bu yüzden insan, yaşadıkça; deniz kadar, gökyüzünün sonsuzluğu kadar yüce ve güçlü olacaktır çünkü düşünceler sonsuzdur. O öldüğü zaman, bir başka insan onun düşüncelerini daha ileriye, sonra bir başkası ondan da ileriye götürecek ve bu, sonsuza kadar böyle sürüp gidecektir..." (s. 27) Ekmeğini doğadan çıkaran insanın doğaya kafa tutabileceğini düşünemiyorum.

Avlanırlar ve yolculuğa devam ederlerken sise girerler, doğanın kudretini gösteren bir başka olay. Suları azdır, umutsuzluğa düşerler ve günlerce süren bekleyişin ardından kendilerini suya bırakırlar. Önce Orhan Ata gider, gençler belki kurtulur diye. Mılgın gider, susuzluğu belki diner diye. Emrayin'in gidişi en zorudur, oğlunu kayıkta bırakmayı hiç istemez ve benim için en vurucu kısım, baba olmanın dünyanın en güzel duygusu olduğundan, oğlunu kayıkta bırakıp gitmenin zorluğundan bahsedilen bölüm. Çok ince bir mevzu babalık benim için, gözlerim doldu.

Kirisk bir başına kalır. Suyun son damlaları. Annesinin öğrettiği bir şarkı, hasta olup suya hasret kaldığı zamanlardan. Kurumuş dudaklarında. Ataları topraktan denize. Bir kuş, yakınlardaki karanın en küçük damlası. Rüzgâr çıkar, kurtuluş. Kirisk rüzgârın adını bilmez, yine de ona seslenir. Adın gücü elinde olmasa da sesini duyurur, kurtulur. Denizden karaya. Yaşamın doğallığı ölümü aşıyor, her şeyin iç içe geçtiği inanışlarda törenlerle dile getirilir bütün duygular, törenler de toprağındır, dilindir, insanındır.

Yıldırım Sesli Manasçı: Savaşa giden erkeklerin yokluğunda, ata hastayken yapılanlara dairdir. Eleman savaşa giden akrabalarından bir haber bekler, günler boyunca merak eder. Ne olacağını, nereye gideceğini düşünür. Kuşlar bilir. Eleman bir Manasçı olacağını, dizeler haykıracağını bilmez. Öldürüleceğini bilmez, sesinin ölümlü bedeninden ölümsüz zamana yayılacağını bilmez. Kuşlar bilir. Onların dilinden dinleriz, anlatıcı kuşlar olur. Eleman'ın başının üstünden geçerler, bir müddet sonra savaş meydanına varırlar. Ölüler kuşlardan özür diler, olmaması gereken bir şeyi görmek zorunda kaldıkları için.

Kuşlar hâlâ görüyor.

"Bizi affedin göçmen kuşlar! Yaptıklarımız için bizi affedin! Yaapacaklarımız için de affedin bizi. İnsanların niçin böyle yaratıldıklarını ben size anlatamam ve siz de anlayamazsınız. Yeryüzünde nice nice insanların niçin öldürüldüğünü, daha nicelerinin niçin öldürüleceğini anlayamazsınız...

Siz, saf, tertemiz gökyüzünde, yoluna devam eden kuşlar, Allah aşkına affedin bizi, affedin..." (s. 125)

Aytmatov pek bilinmeyen, belki önemsenmeyen insanların, tabiatın derleyicisidir. Müthiş.


20 Temmuz 2015 Pazartesi

Zygmunt Bauman - Yaşam Sanatı

Homo economicus, homo socius vs. üstünden mutluluğa, yaşamaya dair güzel bir araştırma. Bauman, modern akışkan yaşam içinde insanın yerini bulmaya çalışıyor. Kendisi modernizm üzerinden getiriyor eleştirilerini, diğer kitaplarında da aşağı yukarı mevzu bu. Günümüzde mutluluk, bağlılık, özgürlük, aşk, sevgi hangi biçimlerde görünür ve yaşamaları için ne gerekir, bunları anlatıyor. Bir reçete sunmuyor tabii, olanları ve olabilirleri irdeliyor. 

Mutluluğun Nesi Kötü? nam giriş bölümünde ekonomik mutluluğu sorguluyor Bauman. Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına Mıdır? adlı kitabındaki görüşlerin bir özeti. Zenginliğin artışı, yaşamsal gereksinimleri karşıladığı müddetçe mutluluk vericidir, ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Bu anlamsızlığı ortadan kaldırmak için tüketim toplumları yaratılır. Normalde kaliteli bir yaşamın içinde yer alan spor, beslenme gibi doğal yollarla tatmin edilecek gereksinimler ürünleştirilir. Organik, light, şekersiz ürünler. "Daha iyi" beslenebilmek için daha çok para kazanmanız gerekir, bunun için daha çok çalışmanız gerekir. Yeterli beslenme seviyesinin üstüne çıkarsanız spor salonları var, zibilyon adet aletle şişebilir, formunuzu koruyabilirsiniz. Bu aletleri üreten işletmeler iş imkanı sağlar falan derken bütün sektörler bir şekilde birbiriyle bağlantılı olduğu için tüketim toplumu müthiş bir şekilde işlemeye başlar. Marx'ın orta sınıfa atfettiği sorunlar bütün bir topluma yansımaya başlar; belirsizlikten kurtulmak için daha iyiye ulaşma çabası. Geyik var ya bir tane; asgari ücretlilerin elinde binlerce liralık telefon var diye. Bu mantık işte, asgari ücretle çalışan yoksul kesim orta sınıfa ulaşmaya çabalamıyor, en tepeye çıkmaya çalışıyor. Bu da simülakrlar yoluyla yanılsama yaratılarak sürdürülüyor. Baudrillard der bir yerde Bauman, simülasyon bağlamında değerlendirilebilecek kimliklerin insanın çaba göstererek ulaştığı bir şey olmaktan çıktığını söyler. Çabadan kasıt yaşam sanatıyla olabildiğince estetik bir şekilde uğraşmak. Para sarf edilerek alınan ürünler bir kimlik yaratmasa da günümüzde gözlere güzel bir perde indirilmiştir. Tüketmeden "biri" olamıyoruz. "Piyasalar mutluluk düşünü, yaşamın büsbütün tatmin edilmesi görüşünden, bu yaşama ulaşmakta gerekli olduğuna inanılan zenginlik arayışına çevirerek mutluluk arayışının asla bitmeyeceğini varsayar. Arayışın hedefleri inanılmaz bir hızla birbirinin yerini alır." (s. 21)

Bütün bu çer çöpün antisi olan bir insanı anlatacağım: Gülizar Abla. Zonguldak'ta çalıştım iki yıl, demiştim. Gülizar Abla ve süper ailesiyle orada tanıştım. Kendisi gayet modern bir insan, Zonguldak'ta doğup Eskişehir ve Bursa gibi illerde yıllarca yaşamış. Eşi Serdar Abi'nin iş durumundan ötürü Zonguldak'a dönmüşler, deniz kıyısında müthiş bir evde yaşıyorlar. Gülizar Abla spor salonuna ihtiyaç duymaz, günlük iki üç saatlik bahçe çalışması ona yeter. Bahçesinde fasulyeden çileğe pek çok meyve ve sebze yetiştirir, et ve süt ürünleri haricinde başka bir şeye ihtiyaç duymaz. Televizyon pek izlemez, film izlemeyi çok sever. Hayatımda gördüğüm en müthiş insandır, doğayla uğraşı ruhunu dinginleştirip akil bir insan yaratmıştır. Hiç akışkan bir insan değildir, toprak ve deniz gibidir. Özgürlüğünü korumayı bilir, dolayısıyla sorumluluklarını bilir. Bu ikisini zıt kutuplara kim oturttu bilemiyorum ama birbiriyle derinden bağlantılıdır. Mutluluk Paradoksu adlı süper eserinde Ziyad Marar, özgürlük ve onaylanma ihtiyacının dengede tutulduğu bir yaşamın gerçekten on numara yaşandığını söyler. Denge; bağlılık ve özgürlük dengesi bozulmayacak. Geçmiş bütün ağırlığıyla göğüslenecek, dengenin ağırlığı göğüslenecek ve başarılarla başarısızlıkların bir noktaya tutsak etmesine izin verilmeyecek. Übermensch kafasıyla ilerlenecek. Formül bu. 

Bok bu. Yaşamın bir yol haritası yoktur. Her şeyin hızla akıp gittiği bir zamanda yaşıyoruz, ihtimaller okyanusunda yolu bulmaya çalışan bir sandaldayız. Hangi yolu? Özgürlük ve bağlılık ikileminden yola çıkılabilir. İnsanlar arasında eşitliğin sağlanması -ekonomik, sosyal vs.- güzel bir adım, bir o kadar da ulaşılması zor. Birçok sebepten ötürü potansiyelini değerlendiremeyen -yetenek, duygu gösterimi vs.- insanlar hınç besler, Scheler'in aynı başlıklı kitabında dinler tarihinden başlayarak derinlemesine incelediği bu insanlık cehenneminden kurtulmak eşitlik yoluyla olur ama eşitlik özveri demektir, gücü paylaşma ve dolayısıyla güçsüzleşme demektir. Levinas'ın "sorumluluk duyma" kavramıyla Nietzsche'nin Tanrı'yı öldürmesine yol açan merhametin güçsüzlük getirdiği fikri çatışır. Üstinsanın güçsüzlüğü düşünülemez tabii. Binlerce yıldır çatışma halinde olan diğerkâmlıkla bencillik -olumsuzluğu beraberinde getiriyor ama onsuz düşünün bir- arasındaki çatışma, Eski Yunan kafasını bayağı bir kurcaladığı gibi günümüz insanının da büyük bir problemi. Bauman aşk, sevgi gibi duyguların her gün yenilenerek yaşayacağını söyler, durağanlık başladığı anda sonun da başladığını belirtir. Zannediyorum her çağ da aşkın yenilenmesi gibi yaşam sanatını bütün çıkmazlarıyla birlikte yenilemek zorunda. Güncel çözüm yolları bulunmalı, bulunuyor da. Kimi medeniyetten uzaklaşıyor, dünyada olduğu kadar ülkemizde de örnekleri mevcut. Olabildiğince kendi imkanlarıyla yaşayan insanlar. Bir arkadaşımın ikisi de makine mühendisi olan ebeveyni çiftlik evinde yaşıyor yıllardır. Bir başkası Ege kıyılarında, küçük bir köyde yaşıyor. Az insan iyidir onlara göre. Pascal'ın dediği: "Mutsuzluğun tek nedeni, insanın odasında sessizce nasıl oturacağını bilememesidir." (s. 58)

Mutluluk mühim, mutluluğumuzu nasıl sürdürebileceğimiz daha da mühim. Bauman bir fikir verebilir. Edininiz.

Bugün şarkı falan yok, onun yerine Suruç'ta patlayan bombanın sesini duyalım, sanki evimizin önünden duyuluyormuş gibi.

18 Temmuz 2015 Cumartesi

Andrey Platonov - Can

Can, ruh ve köle manasında. Asya'nın bitmez bilmez çöllerinde yaşayan bir halkın adı. Susuzluğu ve açlığı özütüp yaşamını sürdüren insanlar için gereksinimlerin bir önemi yok. Seviyorlar ve çoğalıyorlar, yapabilecekleri en kolay şey, tek şey bu. "Yine de yer yer aileler halinde de yaşıyordu insanlar; böyle durumlarda birbirlerine karşı duydukları sevgiden başka şey kalmıyordu ellerinde çünkü ne doğru düzgün yiyecekleri, ne geleceğe ilişkin umutları, ne insanı eğlendiren cinsten bir mutlulukları vardı; hem yürekleri öylesine dermansızdı ki ancak eşlere karşı duyulan sevgi ve bağlılık sığıyordu içine - en çaresiz, en fakir ve ebedi duygu." (s. 42)

Bu insanlar ne düşler, kurdukları hayaller nasıldır? Hayal kurmaya mecalleri yoktur sanıyorum.

Doğanın karşısında insanın küçüklüğünü yansıtan metinleri severim. Çoğunda doğayı yönetmenin değil, doğayla bütün olup yaşamanın doğru olduğundan, bükemedikleri bileği öpen ve bu şekilde tevazu ve güç falan kazanan insanlardan bahsedilir. Mother Russia mevzusuna bakarsak Ruslar için toprak annedir, verir yani. Yorgun düşer, aç kalır ama verir. Can verir, verebilirse su verir, yemek verir. Onların sadık yari de topraktır, karalığını bilemiyorum. Coğrafya işi aslında, Rusya'yla kalmıyor iş. Aytmatov'undan şimdi adını hatırlamadığım Çinli herife kadar pek çok yazar haliyle mevzuyu işlemiştir. Topraktır sebep; var olma mücadelesi ama tam mücadele de değil. Karşı kutup yok, doğaya uyum sağlamaya çalışan insan var. Bana göre dünyanın en onurlu, erdemli uğraşı. Var olma çabası. İnsan doğanın ötesinde, ondan yüce bir varlık değildir. Onun bir parçasıdır. Öyle olmalıdır. Birkaç yüzyıldır virüse dönüştük gerçi, olsun. Biz yeryüzünden silindikten birkaç bin yıl sonra Dünya eski haline dönecektir. Hatta bir belgesel vardı, "insanlar bir anda yok olsa Dünya ne biçim olur" temalı. Yirmi bin küsur yıl diyordu, insan aklının son izlerinin silinmesi için gereken süre. Tabii bunun kitapla ilgisini sorarsanız, çoğunlukla yok. Kısaca, doğayı sevelim. Hala ilgisi yok. Ben kitaba döneyim iyisi mi.

Anne ve baba izleğini aklınızda tutun. Baba Stalin, komünizm. Anne yaşlı doğa, insanlar dahil elbet. Kitaptaki bütün anneleri, babaları bu bağlamda değerlendirebilirsiniz.

Nazar Çağatayev, Can halkından bir kardeşimiz. Annesi onu salıyor, salmazsa açlıktan ölecek. Çocuk durumu kabullenmiş ama gidiyor sonunda. Moskova'ya gidiyor, Moskova İktisat Enstitüsü'nden mezun oluyor ve sosyalizmin yılmaz bir neferi olarak insanlarına dönmeye çalışıyor, Can'ı bulup sefaletten kurtaracak. Baba geliyor, Anne'nin hayatını geri verecek. Çağatayev'in babası bir asker, anneyi hamile bırakıp ortadan kaybolmuş. Tarih verilmiyor ama Çarlık Rusya'sının son yıllarında yaşanmıştır belki bu mevzu, belki inceden bir eleştiridir, bilemiyorum. Neyse, Çağatayev memleketine doğru yola çıkmadan önce Moskova'da Vera'yla tanışır. Vera'nın kızı vardır, Çağatayev'in zamanı gelince kızıyla evlenmesini ister. Çağatayev söz verir ve yola düşer.

Sonrası uçsuz bucaksız topraklar ve insan manzaraları. Perekati-pole denen, rüzgarda sürüklenen çalılar ilgimi çekti; şu kovboylu şerifli filmlerde rüzgarda yuvarlanan çalılar vardır hani, onlardan. Yer yer yol gösterici, yer yer besin kaynağı olarak ortaya çıkıyor. Annenin mucizelerinden biri olarak görüyorum, koskoca çölde en kritik zamanlarda beliriyor. Orada olmadığını düşünsek de anne bizi gözetiyor. Çağatayev'in ağzına Eyüp'ün sözlerini yakıştırıyorum:

Eyüp 23

8   “Doğuya gitsem orada değil,
       Batıya gitsem O'nu bulamıyorum.
9     Kuzeyde iş görse O'nu seçemiyorum,
       Güneye dönse O'nu göremiyorum.
10   Ama O tuttuğum yolu biliyor,
       Beni sınadığında altın gibi çıkacağım."

Tanrı bu yaptığımdan pek hoşnut değildir sanırım. Özür dilerim.

Çağatayev halkını bulur, Nurmuhammed isimli bir rejim adamını öldürmek zorunda kalır. Gerçi ayağından vuruyordu ama çölün ortasında ayağınızdan vurulursanız... Eh. Adam bir kızı kaçıracaktı falan, o yüzden bu tabancalı olay. Sonra işte Çağatayev ölmek üzereyken kartal avlayıp zar zor hayatta kalır. Halkına sosyalizmi anlatmak ister ama anlamaktan çok uzaktırlar; doğanın en çetin olduğu yerde yaşamaya çalışan insanlara nasıl bir şey anlatabilirsiniz? Yine de bırakamaz Çağatayev onları, yemek ve su bulmak için elinden geleni yapar. Bulur da. Halk anlar; zenginlerin hükümdarlığı sona ermiştir artık ama eşitliğin o topraklara ulaştığını görecek kadar dermanları yoktur. Baba yetişene kadar öyle düşünürler, çok müşkül bir zamanda yardım gelir, iki kamyon dolusu erzak ulaşır halka. Yerleşik düzene geçerler, babanın bolluğunun ve güveninin gölgesinde yaşamaya başlarlar. Bir süre yaşarlar, sonra yola düşerler yine. Baba gelmiştir gelmesine ama annenin çağrısına karşı koyamazlar. Özgür, ıstıraba alışmış bir halk. Hiçbir şekilde dizginlenemez.

Çağatayev Moskova'ya döner, evleneceği kıza kavuşur. Güzel biter roman.

Platonov'un eserleri yasaklıydı, Stalin'in her şeyden kıl kapan bir adam olduğu söylenir çok yerde. Ayağını kaydırdığı adamların haddi hesabı yoktur. Küçücük bir eleştiri görünce damgayı vuruvermiştir sanıyorum. KGB arşivi açınca Platonov da çağımıza ulaştı çok şükür. İnandığı devrimden çok çekmiştir, yine de savunucusu olmuştur. Doğrularını anlattığı kadar yanlışlarını anlatarak da. Aksayan yanları eleştirerek. Bir entelektüelin yapması gerektiği gibi. Bedeline de katlanmıştır.

Çok güzel, bence bir alın. Yeminle pahalı değil.


Ek: Bu şarkıyı Çağatayev'in söylediğini düşünün.

Herta Müller - Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım

Geçmişi kurmak için sonsuz seçenek var, her an farklı bir şeklini oluşturabiliriz. Sahilde oturmuşuz, dalgaların düzensizliğini anıları karman çorman etmede kullanmışız. Düzensizlik, yaşamın kalıplaştırmasına bir karşı çıkış. Bilinçaltımızın en çok ihtiyaç duyduğu. Bilinenden farklı bir baba, hissedilenden bambaşka bir acı yaratabilir. Güneş batıyorsa sarıya boyanır. Ayın görünmediği bir gecenin daha karanlık olduğunu -bahsettiğim şekilde de- hissetmişsinizdir. Bilinç ve dibi çok acayip bir şey, her renge boyanabilir. Sırıtmaz. Süt içer, bomba yer, sevdiklerinizi özenle saklar.

Müller'in kadın kahramanı bir tramvay yolculuğunda. Etrafındaki insanları gözlemliyor. Ardında kalanların kendisini izlemesine dayanamayıp o da geriye bakıyor sürekli. Tramvay insanları ve bilinç akışı. Bunlar yolculuğun sonlanacağı yerin, içinde yaşanılan toplumun ve iktidarın etkisiyle karanlık, duygusuz. Duygusuzluk çokça. Anlamsız bir yolculuk, salıları, cumartesileri ve perşembeleri yapılıyor. Saat tam onda, Albay Albu'nun sorgulaması başlayacak. Öylesine sorulan sorular, omuzları süslü bir adamın mekanı daraltan bakışları. Geçmiş nasıl hatırlanabilir bu durumda? Soğuk, donuk, şimdinin sıkıntısına gömülü.

Çavuşesku'nun eşi olan hanım -şimdi adına bakmaya üşendim, şaşırtıcı değil- idam edilmek üzere götürülürken, "Ben sizin annenizim, yapmayın evlatlar!" diye bağırıyordu. Mother Russia evlatları açlıktan, soğuktan kırılırken ağlıyordu. Ağlıyor muydu? En büyük faşiklerin anneler olduğunu kim söylemişti? Babalara yol açmaları onları suçlu yapmıyor, sessiz kalmaları yapıyordur belki. Baba dehşeti varken bir şey söylemek zor. Çavuşesku'nun Romanya'sında bir tramvay hiçliğe gidiyor. Yoksulluktan hiçliğe. "Savaş her zaman olacak, diye güldü kundura tamircisi, ama burada, bizde değil. Ruslar anlaşmalarla bizi avuçlarının içine aldı, onlar gelmez. İhtiyaç duydukları her şeyi Moskova'ya yollatıp bizim tahılımızı, bizim etimizi yiyor onlar. Açlıkla kötek de bizde kalıyor. Kim işgal edecek bizi, masraftan başka bir şey değiliz. Her devlet, bizi almadığına sevinir, Ruslar bile." (s. 27) Belki de bu yüzden anlatıcının vatmanın cebindeki kruvasanlara takması. Üç kruvasan, bunları ne ara yiyor bu adam, sen bilmiyorsun anlatıcı ama merak ediyorsun, her an aklında. Sorgulanmaya gidiyorsun, gitmezsen evinden alırlar, sonrasını düşünmek bile istemiyorsun.

Anılar paramparça, zamandan zamana yolculuk ediliyor. Lilli, anlatıcının yakın arkadaşı, yaşlı bir askerle Macaristan üzerinden kaçmaya çalışırken yakalanıp öldürülüyor. Yaşlılardan hoşlanıyor Lilli, gençlerin hoyratlığı onlarda yok. Üvey babasıyla ve birçok erkekle birlikte olması bu yüzden. İnsanın aşık olma kapasitesine güzel bir örnek; aşkın çabuk bitmesi ve tekrar bulunması için yaşıyor. Bitişine hayret ediyor da başlamasının güzelliğinden gözleri parlıyor. Vurulduğu sırada da parlıyordu.

Anlatıcı, çalıştığı tekstil fabrikasında pantolonların arka cebine İtalyanca "Evlen benimle!" yazıyor. İtalyan erkeklerinin zengin ve yakışıklı olduğunu duymuş, şansını deniyor ama zamanında birlikte olduğu iş arkadaşının kıskançlığı tutuyor, ihbar ediliyor. Bütün tatava bu yüzden. Albayla yüz yüze gelmesi, yolculuklar... Kafesten kaçmaya çalışırken daha küçüğüne giriyor. Yazık ki geçmişinde mutluluk yok; askere giden eşinin babası tarafından taciz edilmesi, boşanma aşaması, bir sürü dert. Peter'la tanışınca yaşamın sorumluluğunu paylaşma duygusundan, daha çok da sevilmenin tatlı uyuşukluğundan ikinci gün adamın yanına taşınıyor. Olabildiğince mutlu. Şu yolculuk da olmasa... Aklını yitirmeye yakın, iyi ihtimal. Ölüme yakınlığı daha iyi bir ihtimal ama saçmanın içinde sürdürülen yaşam mücadelesi. Onurlu bir mücadele, zevkli. Camus diyor. Gerçi intihar etseniz sizin veya Camus'nün çok da derdi mi, değil.

Faşik rejimden kaçan Herta Müller, bu dünyada yaşamaya çalışan insanların hikâyelerine dokunuyor, benzer umutsuzluklar, küçük hesaplar falan. Böyle. Kendinizle karşılaşırsınız, iyi bir şey. Bazı günler, o ağır günler, değil. O günlerden birini okuyun, alın bunu.

17 Temmuz 2015 Cuma

Jerzy Kosinki - İhtiras Oyunu

Bir başka huzursuz Jerzy Kosinski'den yıkılacak duvar arayışı. Kadınlar ve atlar birbirinden ayrılamaz, Fabian nam ellilerine merdiven dayamış karakterimiz profesyonel bir polo oyuncusudur, hayatını polo turnuvalarına katılarak kazanır. Zenginlerle iyi ilişkiler kurar, romandaki mevzular daha çok bu ilişkiler üzerinden yürür. Geri kalanı kuruyan bir sektörde tutunmaya çalışan adamın atlarla ve kadınlarla olan ilişkileridir. Atlarına bir tık fazla değer verdiğini söyleyebiliriz. Cinsel ilişkileriyle atları arasındaki ilişkiyi birbirinden ayırt etmek zordur. Adamın atlarını da taşıyabildiği otobüs boyutlarında bir karavanı var, sürekli yolda. Fabian'ın arayışının, merakının sonucudur bütün yaşadığı. Mücadele arayışı, duvar dedik ya. Genelde bire bir maçlara çıkar Fabian, takım oyununu bireysel bir oyuna dönüştürmüştür ve bu yüzden polo oyuncuları tarafından pek tutulmaz, yazdığı kitaplar da satmamaya başlar. Başarısızlığın korkusu uzaklarda bir yerde olsa da görünmüştür.

Kadınlara karşı Kosinski'nin çok iyi gizlenmiş öfkesi, cinsel kinizm denebilecek bir bakışı vardır. Bence. Ve muktedirliğin tatmini.

"Kolay uyurdu, uykusu derindi. Cinsel dürtüleri kısa aralıklarla, sık sık uğrardı. Bu iki eylemi de bir sanat yapıtının yüceliğiyle yerine getirirdi; sanatçının kendi yaşantısından bağımsız bir biçimde. Kendisini cinsel bakımdan arzu edilir bir insan olarak görmezdi. Seks, kendisine verilmiş bir armağandı; o da bir armağana karşı armağanlar vermeye her zaman hazırdı; karavanında ya da bir lokantada bir yemek; parklarda atıyla bir gezinti, danışma ya da para gibi..." (s. 15)

Fabian'ın kopardığı bir kıl üzerinden karakterini inceleyebilir miyiz? Bilimin her şeyi sınıflandırarak açıkladığını, meseleyi böylece çözdüğünü söyler ama bütün bunlar; kuramlar falan kılın tekliğini nasıl anlatabilir? "Sanatçının kendi yaşantısından bağımsız bir şekilde" sanat ortaya konuyor, seks. Her biri eşsiz, tek bir deneyim olarak değerlendirilmeli. Sonsuz anın dizilişi bir adamdan çok daha fazlası eder. Belki etmez, yol bir adamı ne ölçüde ifade edebilir? Sayısız kadın? Hiç, insanın çok daha fazlası olması gerektiğini düşünürüz ama her şey olduğu gibi vardır. Boşa yaşanmış hayat diye bir şey yoktur. Belki. Tanrım, insan çok karmaşık bir şey.

Fabian mükemmellikten korkuyor, hata yaptığında yıkılmamak için. Bir labirent bu, amaç ve yaşam bir araya gelince çıkışı bulmanın kolaylaştığı sanılıyor ama Fabian için doğru değil bu. Başka bir yol olması gerektiği için yıllardır dolanıp duruyor. Vasat -unutmayın, belki- bir hayatın peşinden gitmesi bu yüzden. Bauman'ın "akışkan aşk" dediği zımbırtının örneği. Doyumsuzluk.

"Fabian için yarışmanın özü, başkalarının değil de insanın kendi koyduğu engellerle savaşmakta yatıyordu." (s. 42)

Fabian'ın koyduğu engeller mekan değişse de karakter aynı kaldığı için yıllardır değişmiyor. Döngü. Doğayla olan ilişkisi de bu açıdan irdelenebilir. Bildiği manzaraları görebilmek için çeşitli zamanlarda çeşitli yerlere gidiyor ve kendini buluyor. Kendi kim, Fabian. Ulan farklı bir noktaya çık bari, doğa her seferinde aynı ama sen aynı olduğun için. Neyse, sinirlenmeyeceğim. Karakterin omzuna elimi atıp, "Bak kardeş, yanlış yoldasın," diyecek halim yok. Sonuçta modern bir dünyada yaşıyoruz, modern yaşamın sıkıntıları, cinsellik, iş güç, incelikler, şöyle bir iç rahatlığıyla deniz kenarında oturamamak... Biraz canım sıkılıyor, kusura bakmayın. Gerçi bana ne lan.

Kosinski'nin yan öykücükleri elbette, bir dünya. Geri dönüşlerin içinde geri dönüşler mevcut, hikâyenin çatısı bu şekilde kuruluyor. Mesela ne olmuş, Fabian zengin bir ailenin oğluyla dost olmuş ve herifin kıskançlığı yüzünden yaptıkları bir düelloda arkadaşının suratını dağıtmış, öldürmüş adamı. Yalancı bir kadın yüzünden. Kadınla ilişkisi yıllar boyunca devam ediyor, karşılaşıyorlar. Sonra Güney Amerika'da bir diktatörün davetlisi olarak polo oynuyor, adamla dost oluyor ve siyasi bir cinayet işlenirken öldürülen adamın karısıyla birlikte oluyordu galiba. Yol kenarında reşit olmayan kızları satan bir şebekeden katalog alıp inceliyor. Kız satın alıp almadığını bilemiyoruz, orada kesiliyor. Ne oluyor, Kosinski'nin de takılmayı pek sevdiği yeraltı kulüplerine gidiyorlar bir kızla. Her şey serbest. Her şey. Seksin özgürce yaşandığı bir yer. Kitabın sonunda Fabian, kıza aşık olduğunu anlayacak ve kızın bindiği uçağa yetişebilmek için atını dörtnala koşturacak, yetişemeyecek. Boktan bir film gibi bitecek kitap.

Kıçında beyaz kıllar çıkmaya başlamış, büyük abdestini kanlı yapan bir adam. Saçını kesip kesmemeyi düşünüyor. Keserse yüzündeki çizgiler ortaya çıkabilir. Kesmezse rakibini, topun nereye gittiğini göremez. Ne yapacağını bilemiyoruz ama Fabian bir huzursuzluk çeşidi olarak akıldaki yerini alıyor. 

Kötü bir sabahtı, şimdi biraz daha iyi ama şunu bırakıp gideceğim. Emre'den kaptım. Kevin Moore.

16 Temmuz 2015 Perşembe

Kurt Vonnegut - Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater

"Cömertofobi: Kendinden daha az varlıklı kişilerin sorunlarına karşı duyulan histerik ilgisizlik."

Eliot Rosewater, milyon dolarlarla oynayabileceği bir vakfın başında. Harvard mezunu, ortalama bir öğrenciden ortalama bir insana dönüşmemiş adamların en "delisi". Amerikan Rüyası için deli. Çalışmak özgürleştirir, çalışmayanlar veya çalışamayacak durumda olanlar şu güzel ortamı bozuyor. Obama'nın sağlık reformunu protesto edenlerin ellerindeki pankartları gördük: "Sosyalizm istemiyoruz ulan!" Lisede edindiğim iki üç dosttan biri yıllardır ABD'de yaşıyor, adamın ziyarete geldiğinde söylediği: "Abi çalışacaksın ve tüketeceksin. Bütün sistem bunun üzerine kurulu." Bay Rosewater, Rockefeller muadili ailesinin servetinin kendi sorumluluğunda olan bölümünü dağıtmak, sisteme çomak sokmak için uğraşıyor, hastalık derecesinde. Peşindeki avukat Rosewater'ın deli olduğunu kanıtlayıp hukuk sistemindeki açıklardan servetin bir bölümünü cukkalama derdinde. Cömert adamın zavallı eşi kafayı yemekle meşgul. Senatör baba, müsrif evlat engelleyicisi konumunda, elinden geldiğince. Çomak sağlam ama tutan el nereye kadar dayanabilir?

Vonnegut'ın bu bağlamda kurduğu dünyada karakterlerin uçukluğundan kaynaklanan kara mizah, bahsi geçen rüyanın sonucu. Herkes aynı rüyayı görmek zorunda değil, görmeyense çoğunun orada olmak için can attığı -görünürde- refah topluluktan uzağa fırlatılıyor. İkiliği görenler ve çözüm üretmeye çalışanlar çoğunca pek akıllı olmuyor. Servetini dağıtmak isteyen biri pek de normal karşılanmaz. Yardım derneği vs. kuran zenginlerse çok güzel işler yaparlar gerçekten, vergiden düşmek şartıyla.

Dünyaya karşı Rosewater tek başına. Yıldızlı bayrağın dalgalandığı dünyanın en güçlü devletinin ve düzeninin amansız muhalifi.

Rosewater, babasıyla konuşurken 10 yaşında delirmeye başladığını söylüyor. Üniversite okurken II. Dünya Savaşı patlıyor, adamımız savaşa katılıyor ve döndüğünde okulunu bitiriyor. Belki biraz daha delirmiş olabilir. Başlangıç noktası burası, bir de Vonnegut'ın alter egosu, Eliot'ın çok sevdiği bir BK yazarı olan Kilgore Trout. Bu abimiz Şampiyonların Kahvaltısı başta olmak üzere birçok Vonnegut kitabında görünür. Yalvaçtır; Vonnegut adama seksen küsur kitap yazdırmıştır ama başarısız bir yazardır, öykülerinin nerede yayımlandığını bilmez, takip de etmez. Yarattığı kişiler Papini'nin karakterleri gibidir; bir noktadan dünyaya takmış, absürt çözümlerle daha iyi bir dünya yaratmaya çalışan insanlar. Bir öyküde paranın ve insanların ne boka yaradığını sorgular, Eliot birinin son derece değersiz, diğerinin kıymetli olduğunu düşünür. Değersiz olanı kıymetli olanlara dağıtınca eşitliğin sağlanacağını, aslında birçok problemin bu dengesizlikten doğduğunu düşünür. Azı çoğa katmak, buradan yola çıkar. Deliliğin ilk adımı. Tutku derecesinde bağlanır adama Eliot.

"'Lan orospu çocukları, bayılıyorum size,' demişti Eliot, Milford'da. 'Sizden başkasını okumuyorum artık. Olagelen, gerçekten korkunç değişiklikleri bir tek siz yazıyorsunuz. Yaşamın bir uzay yolculuğu olduğunu -hem de öyle kısa falan da ddeğil, milyarlarca süren bir uzay yolculuğu olduğunu- bilecek kadar uçuk bir tek siz varsınız. Dünyanın geleceğiyle gerçekten ilgilenecek kadar yürekli bir tek siz varsınız; makinelerin bize neler yaptığını, savaşların ne yaptığını, şehirlerin ne yaptığını, büyük ve basit fikirlerin ne yaptığını, korkunç yanlış anlamaların, yanlışların, kazalarla felaketlerin ne yaptığını gerçekten görebilen bir tek siz varsınız. Sınırsız zaman ve mesafeler üzerine, hiçbir zaman ölmeyecek gizler üzerine, önümüzdeki bir milyar küsur yıllık uzay yolculuğunun Cennet mi Cehennem mi olacağına şu sıralarda karar verildiğine kafa patlatacak kadar çatlak bir tek siz varsınız.' (...) 'Küçücük bir hayatın küçücük bir parçasını büyük inceliklerle yazan kuş osuruğu yeteneklerin canı cehenneme - burada esas konu yıldız kümeleri, sonsuzluk ve henüz doğmamış trilyonlarca can.'" (s. 24)

Vonnegut'ın anlatım tekniği bana yaşlı bir ağacı anımsatıyor. Sağlam bir kök, sağlam bir gövde ve her yöne uzanan sayısız dal. Bu dallar çeşit çeşit güldürüye, taşlamaya, zamana ve mekana çıkabilir. Ne zaman dala, yaprağa ulaştığınıza dikkat etmezsiniz, uca geldiğinizde gövdeden devam edersiniz. Kolajdır bir anlamda; bir şiir, bir resim, bir yaşantı, her şeyi duvara yapıştırıyor Vonnegut ve gerçekten, gerçekten komik. Trajikomik diyelim. Vakfı arayan insanlarla Eliot muhatap oluyor, her birinin problemi ayrı.

"'Desem ki, bir milyon dolar karşılığında bir hafta daha yaşarım?'
'Geber' derim. Bin doları dene.'
'Bin dolar.'
'Geber. Yüz doları dene.'
'Yüz dolar.'
'Şimdi anlaştık. Gel de konuşalım.'" (s. 82)

Bir dünya komiklik ama altında insan olmanın trajedisi saklı. Açgözlülük, ikiyüzlülük, insana dair her türlü duygu patır kütür taşlanıyor. Cennet'in pek sıkıcı bir yer olmasıyla ilgili alıntıyla bitiriyorum. İnsanlar Cennet'ten sıkılır ve tekrar doğmak isterler. İlk Matrix de insanın Cennet'i kaldıramayacağı gerçeğiyle birlikte silinmemiş miydi?

"(...) Bütün istedikleri üç boyut, anlaşılması kolay küçük zaman paketleri ve içerisiyle dışarısını ayırt etmelerine yardımcı olacak kadar kapalı bir mekândır." (s. 87)

Vonnegut okuyun.

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Karl Ove Knausgaard - Kavgam

"Kavgam’a başladığımda, hayatımdan ve yazdıklarından bıkmıştım. Harika ve büyük bir şey yazmak istedim, Hamlet ya da Moby Dick gibi bir şey ama kendimi çocuklara baktığım, bezlerini değiştirdiğim, karımla kavga ettiğim ve hiçbir şey yazamadığım küçük bir hayatın içinde buldum."

Sabahın körü, dünya karanlık, Karl Ove'un hamile karısı, kocası yanında kalsın istiyor. Karl Ove sallamıyor ve bir sigara yakıp bir şeyler yazmaya çalıştığı bürosuna doğru yola çıkıyor. Bir şeyler yazacak. Yazabilirse. Yaratma sancısı zannediyorum tam midesinde, kasılıp duruyor. Sonra karısı aklına geliyor, kös kös dönüyor evine. Ev kalbin olduğu yerdir, Knausgaard'ın bir evi olduğunu sanmıyorum. En azından o zamanlar, anlattığına göre. Umarım şimdi evini bulmuştur, zira adamın iki büklüm, kör kütük yürümeye -yaşamaya- çalışmasının sancısını ta derinlerde hissediyorsunuz.

Sanırım insanlar postmodernizmden sokmodernizmden kuramlardan oradan girmeli buradan çıkmalı anlatılardan çok sıkılmış, Knausgaard patlamasını biraz buna veriyorum. Saydıklarımın her biriyle bir sınır çekersiniz, gruplarsınız ve önünüzde tam anlamıyla çözdüğünüze inandığınız bir fikir, eser vs. kalır. Bravo. En çok siz bildiniz, siz çözümlediniz. Peki şöyle gerçek bir şeyler okumaya ne dersiniz? Anılar kurgudur, hatırlandıkları ilk andan son ana kadar, evet ama onların her işlenişi doğaldır, yeniden yaratımı doğaldır. Michel Butor roman üzerine düşüncelerinde söyler de bunu. Yaşayanla anlatan aynı kişi midir, değildir ama Knausgaard okurken bu ikisini ayıran çizginin son derece inceldiğini, bana göre yer yer yok olduğunu görürsünüz. Bukowski'de alırsınız bu tadı mesela ama bence Panait Istrati ve John Fante'dir geçmiş muadilleri, elbette Proust'a da pek benzetirler. Yaşamın saf deneyimi; ne umutlu ne umutsuz. Istrati'nin dediğine yakın: "Bütün bildiğim; niçin acı çektiğimizi ve nasıl öleceğimizi bile bilmeden, neden ve nasıl olduğunu bilmeksizin aptalca, anlamsızca yaşadığımız."

Utanç, Karl Ove'un gözlerinden bir adım geride olmasını sağlıyor. İzliyor, şahit oluyor ve yıllar sonra yaşadıklarını yazarken bile bu duyguyu tekrar yaşıyor, anlatının izleği utanç. Röportajlarında da belirtiyor bunu, biraz baktım da. Babasıyla, kadınlarla, çevresiyle ilişkilerinde utancın izlerini her zaman görmek mümkün. Yarışma gerginliği; toplumun önünde her zaman iyi görünmek ve diğerlerinden farklı bir yan ortaya koyabilmek. Müzikle uğraşması, grubuyla verdikleri ilk konser bir utanç kaynağı olsa da deniyor en azından Karl Ove, usanmadan deniyor. Her zaman da deneyecek, vazgeçecek gibi görünmüyor.

Toplum ama küçücük bir ülkede kimlerden oluşuyor bu toplum? Evlerin birkaç yüz metre aralıklarla yapıldığı, ebeveynlerin arkadaşlarının pek görünmediği, birkaç arkadaş dışında pek kimsenin tanınmadığı kapalı bir dünya. Elinden gelenin en iyisini yapmak zorunda Karl Ove, noel partileri ve okul dışında tanışacağı yeni birilerini bulması zor ki sosyalleşme girişimleri de nispeten başarısız. "Bir adım geriden" olayını örüyorum, yaşamını anlayabilirseniz neden yazdığını, ne yaptığını kısacası, anlarsınız. Sağda solda görmüşsünüzdür, kalbin atıp durmasıyla ilgili ünlü bir giriş cümlesi var. Sonrasında ölülerle çevrili bir dünyada yaşadığımızı söylüyor Karl Ove ve ölümle ölü arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Ölümden korkmuyorsak ölüden niye korkarız? Nazım der ya, ölüme inanmadığımız içindir belki. Jankélévitch de aynısını söyler. Ölüme inanmıyoruz, bu yüzden öldüğünü gördüklerimiz gözden uzakta olsun istiyoruz.

Her şey ölüyor, eşyaların ruhu yok. Öyleyse izleyip kayıt altına almak huzursuz bir ruha dinginlik verecek. Bu.

Baba meselesi var ama ben araya sıkıştırılanlara bakacağım önce. Yaşamın hızlanmasını şemaların oluşmasına bağlar Karl Ove. Dünyayı tanıdıkça tablo dolmaya başlar ve çocukluğun geçmek bilmeyen günleri hızla geçen yıllara dönüşür. Merakınızı aç tutarsanız bu duyguyu pek tatmazsınız, zaman hep aynı hızda akar. Dünya çok büyük; zaman-mekan-insan ölçülerine göre ucu bucağı yok. Biraz merak. Ben Zonguldak'ın küçük bir sahil kasabasında çalışırken İrlandalı bir yaşıtım gelmişti oraya, Sean. Dünyayı geziyordu. Bir öğretmen arkadaş yolculuğa neden çıktığını sordu. Sıkıntılı bir aile? Bıkkınlık verici iş hayatı? Sancılı, bitmiş bir evlilik? Hayır. "Zamanı durdurmak için."

Yaşamak zor zanaat, bir sanat. Babayla, eşle, çocuklarla yaşamak olunca mevzu, özgürlüğüne nokta koydurmayacak bir insan için daha da zor. En iyisini yapmaya çalışıyor Karl Ove, aile babası rolündeyken kendi babasından yola çıkarak belki nasıl bir baba olacağını bilmiyor ama olmayacağı şeyi çok iyi biliyor. İkisi aynı şey mi, bence değil. Edim yok; işin olumlu yanını hiç görmemiş bir adamdan iyi bir baba olmasını beklemek pek olası değil. Babasının bir okul toplantısında söylediğini yaşıyor sanki: "'Okuldaki davranışları onun sorumluluğunda, benim değil.'" (s. 65) Yine de elinden geleni yapıyor Karl Ove, anladığım bu.

Baba. Son bölüm babanın ölümüyle birlikte yığılan bir geçmişin ağırlığını taşıyor. Dünyanın ağırlığı babadan oğula geçiyor. Biyolojik duvar yıkılıyor, sıra sonraki jenerasyona geliyor ve Karl Ove yükü üstlenmeden önce geçmişle hesaplaşıyor. Çok etkileyici bir bölümdü.

"Kurguyla kurgu yoluyla çarpışan adam" altı ciltle yaşamını gözden geçiriyor. Beş cilt daha çevrilecek, bekliyorum.

12 Temmuz 2015 Pazar

Joseph Roth - Aziz Ayyaşın Efsanesi

Kırk dakikanızı birkaç katıyla size geri verebilir, Joseph Roth'tan kurtuluş, bağışlanma, melekler ve şeytanlar hakkında -görünmeseler bile- otobiyografik bir novella.

Rasyonel dünyada tesadüflere, ilahi olaylara güveniniz. Ayyaş Andreas kardeşimizin yaptığı bu. Kendisi evsiz. Adamın birinden iki yüz frank alır ama bir şartla; parayı biriktirdiği zaman Paris'teki bir kiliseye bağış yapacaktır, borçlu olduğu kişi Azize Therese'dir. Andreas kabul eder, parayı alır ve dindarlığına halel getirmeyecek bir şekilde yaşamaya başlar. İçki, kadınlar, sinema, yemek... Parayı bitirdiğinde bir şekilde tekrar aynı miktar eline geçer, cüzdan falan bulur. Aklı kiliseye gitse de ayakları başka yerlerde gezinir, parayı bir türlü bağışlayamaz. Özlemini çektiği o yoğunluğa, yaşamanın sonsuz mutluluğuna kaptırır kendini. Bir yanda dini vecibesi, diğer yanda sokaklar, insanlar ve çekici bir sürü şey varken kendini akışa bırakır. Paradoks: Yaşamadan sınanamayacaktır; elinde para olmadığı müddetçe hayatın mucizelerine kapalıdır. Köprü altlarında pek fazla ilahi dokunuşa rastlamazsınız. Oysa iki yüz frankın getirdiği yaşam zaten kendiliğinden ilahi bir yol açar. Gerçekten de tesadüfi kazanımlar peşini bırakmaz ama bu durumda borcunu ödeyemeyecektir. Arada kalmış küçük bir insan. Çıkış yolunu bulamadığı için labirentin derinliklerinde kayboluyor ve ironik bir sonla düğüm çözülüyor. Kilisede ölüm. Birkaç haftalığına da olsa dolu dolu yaşamak, iki yüz franklık bir yaşamdır. Döngü tamamlandı. Cana can. Acı çektiğini söyleyemeyiz, borcunu ödemiş oldu. Yaşadı bir kere, yaşayan insanın çektiği acı kadar mutluluğu yok mudur?

Kısacık olmasına rağmen...

"Ben, insanların şair ya da çılgın ya da dilenci dedikleri kişiyim, ya da hepsi birdenim."

Joseph Roth

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Stephen King - Diriliş

King'in anlatımında otobiyografik mevzular son kitaplarında arttı gibi geliyor bana. Olaydan ziyade zaman ve mekan odaklı bir anlatımı benimsedi, böylece karakterlerinin yaşadığı evreni olaya daha gerçekçi bir şekilde yedirmeye başladı. Artık hikâyenin peşinden koşmakla birlikte karakterleri tanıyoruz da. King'in ilk kitaplarında geçmişe dönerek anlatılan parçaların oluşturduğu karakterler, geçmişteki yaşamlarıyla birlikte ele alınıyor artık. Yaşamlarından kesitlere şahit oluyor okur. Çok güzel, ben bunu tuttum. Yetmişini deviren King'in hızında bir azalma da yok. Yani bilemiyorum, onca yazarın arasında ölümüne gerçekten, gerçekten üzüleceğim tek adam King olacak galiba.

Karakter kadrosunda büyüme var, bahsettiğim anlatım şekliyle birlikte tanıştığımız arkadaşların çoğu belirip kayboluyor. Neredeyse otuz yıla yayılan bir olaylar zincirinde bu durum normal. Değişmeyen iki isim Charles Jacobs ve Jamie Morton.

Epigrafta döne döne okuduğum Lovecraft var: "Sonsuza dek varolan ölü değildir/Ve garip sonsuzluklarda ölüm bile ölebilir." Cthulhu'nun Çağrısı'nda, o garip heykelcikte yazıyordu. Ben çok heyecanlanmıştım epigrafı görünce, Cthulhu Mitosu için mütevazı bir katkıdır belki demiştim. Öyle sayılabilir, Yüce Eskiler'e bile rastlıyorsunuz sonlarda.

Olay şu; Jamie Morton ve ailesi küçük bir kasabada yaşamaktadır. Klasik bir katolik aile bu, babanın sözünün dinlendiği yerde gizli bir anaerkilliğin bulunduğu, her şeyin kontrollü bir şekilde yaşandığı, kardeşlerin birbirini sevdiği, anneyle babanın ayrılmaz bir ikili oluşturduğu tipik bir aile. Çocukların yaratıcılığını tetikleyecek sıkıntılı bir ortam. Küçük Jamie dünyayı tanımaya çalışırken din adamı Charles Jacobs'ın kasabaya gelişiyle dünyası renklenecektir. Elektrikle haşır neşirdir yirmilerinin başındaki bu genç adam, kilisede İsa'nın su üstünde yürümesine kadar birçok model tasarlar ve çocukları eğlendirir. Elektriğin Tanrı'nın yaratısı olduğunu belirtmekten geri kalmaz tabii, Tanrı'yı anlamanın bir yolunun doğaya ait olan her şeyi anlamaktan geçtiğini söyler. Bilim adamı gibi bir abimiz, güzel eşi ve tatlı çocuğuyla üç sene boyunca kasabanın sevilen yüzü olur.

King'in sert dönüşlerinden birini görürüz bu noktada, küçük detaylarla kurduğu dünyayı aniden yıkar. Güzel bir aile manzarasından, Charles'ın eşi Patsy'nin güzelliğinden yanağa sarkmış bir sağ göze, dirsekten kopmuş bir kola ve yüzü et püresi haline gelmiş küçük, tatlı çocuğa.

"Pasifik'te denizcilerle savaşmış ve korkunç görüntülere tanık olmuş Ferald duraksamadan koşmaya devam etti ama omzu üstünden bağırdı. 'Kadın ve çocuk için çok geç. George için olmayabilir.'" (s. 59)

Güzel kurabiyeler ve sıcak aile ortamı bitmiştir. Rüya sona erdi. Herkesin çok sevdiği rahip, sinir krizi geçirirken arka arkaya bağırır: "Oğlumun yüzü nerede?!"

Bir Dr. Frankenstein kolay yetişmiyor, travmatik olaylar gerekir. Kara Vaaz'ını verir Charles, yarı deliyken. Kilisede toplanan kasabalılara en hafif tabirle Tanrı'nın güvenilmez olduğunu söyler ve herkesin şaşkın bakışları altında çekip gider. Kovulur, Jamie'yle son bir kez konuşur ve bir sonraki karşılaşmalarına kadar ortadan kaybolur.

Buraya kadar Jamie'nin aile yaşantısını yakından görürüz. 60'ların genç kuşağı ne yaşıyorsa ailede de o yaşanır; müzisyen bir çocuğa tembihlerle sahneye çıkma fırsatı sunulması, nispi özgürlük ortamı, sıcak bir aile. Bir iki de mucize. Jamie'nin abisi, boğazına aldığı bir darbe sonucu sesini kaybeder ve rahibin elektrikli bir boyun tedavisiyle tekrar konuşabilmeye başlar. İnanç işi mi bu, belki başlarda öyleydi ama Kara Vaaz'dan sonra rahibin düşüncelerine göre pek öyle değil. Gerçi elektrik yine Tanrı'dan, ama bu Tanrı'yı iyi yapmıyor. Anlaşılmak istenen ama buna pek de değer vermeyen yüce varlık. Gizliliğine meydan okunabilir. Rahip için bir sınır yoktur artık.

Jamie'yle rahibin bir sonraki karşılaşmaları yirmi küsur yıldan sonra gerçekleşir. Rahip elektrik şovları düzenlemekte, Jamie de gezici müzisyenlik yaparak bol bol uyuşturucu kullanmaktadır. Bir panayırda karşılaşırlar, Jamie hastalıktan ve aldığı bol miktarda uyuşturucudan bayılır, rahip Jamie'yi elektriksel zamazingolarla tedavi eder ve yoluna gider.

Turboya geçeyim; rahibin Tanrı'ya kızgınlığı devam etmektedir ve doğanın gizli güçlerini kullanarak ölümün arkasında ne olduğunu görmeye çalışır. Elektriğin görünür kısmının arkasında gizli bir gücü de vardır, tedavilerini bu güç yardımıyla uygular. Bu iki karakterin üçüncü karşılaşmaları dizilerde sıkça gördüğümüz din adamı-şifacı kılığına girip açık alanlarda, dev çadırlarda şifa dağıtan rahibin izini süren Jamie'nin çabalarıyla gerçekleşir. Rahibin iyileştirdiği insanların bazılarında tedavinin yan etkileri görülmektedir; Jamie koluna bahçe hortumu bağlayıp kendini çatallamaya çalışırken bulur kendini. Biri toprak yer, biri gördüğü her şeye sahip olmaya çalışır falan. Çoğu insan sağlıklı bir şekilde yaşamını sürdürür. Jamie için yeterli değildir bu, doktorun izini sürer ve ilk karşılaşmalarından neredeyse 50 yıl sonra son kez karşılaşırlar.

Doktorun amacını söylemiştim. Gerçekten de ölümün ardını gösterebilecek bir düzenek kurar ve Jamie'ye öbür tarafı gösterir. Kağıttanmış gibi dalgalanan bir gök, birkaç gerçeküstü ağız, "Ana" ve Yüce Eskiler'e sonsuza dek hizmet etmek üzere yutulmaya yürüyen ruhlar. Ölüm yok, umut yok, cehennem veya cennet yok. Ruhlar koyunlar gibi güdülecek, her şey sonsuzluktaki ıstıraba yürüyecek.

Kabaca mevzu bu. Nefis.

9 Temmuz 2015 Perşembe

J. G. Ballard - Çarpışma

Filmi de var, bilirsiniz. Rahatsız edici değildir, insanlık halleridir. Makineleşmedir, Bauman'ın "akışkan aşk" dediği şeydir, tüketimdir, Marx'ın "yabancılaşma" dediği şeydir. Frankenstein'ın yaratığı doktoru yiyor. Otomobiller ait olduklarımız. Gücü bacaklarınızın arasında hissedersiniz, elinizin altındadır. Cinsel tatmin sağlar, sahibi sizsiniz. Öyle değil. Otomobiller kaza yapar, parçalanır. İnsanlar da öyle, daha kolay parçalanırlar. Kopup yanağa düşmüş kafa derisi, parçalanmış cinsel organlar, yirmi yerinden kırılmış bacaklar, kopmuş çeneler ve cinsel dürtü uyandıracak pek çok yaranın parçalanmış arabalardan farkı yok.

Neden olsun? Normal dünyanın normu?

Ballard kendine has bir yazar. BK anlayışı tipik okur için biraz itici, çokça yabancı. Adam farklı bir yerden bakıyor mevzuya, "insana insandan iyi BK olamaz" görüşüyle yazıyor. İyi yapıyor.

Giriş bölümünde Ballard huzursuzluğunu anlatıyor. Seks ve paranoyanın hüküm sürdüğü 20. yüzyılda teknolojinin, paranın mutluluk olarak dayatıldığı insanlar önlerine serilen sonsuz seçeneği gelecek olarak kabul ediyorlar, seçilenin daha iyisi -daha yenisi, daha parlatılmışı, dahası- ortaya çıkınca mutsuzluğa kapılıyorlar. Arayıp durdukları aşk, sevgi, insanı daha "iyi" yapacak her duygu sürekli güncellenmek zorunda, Alain Badiou'nun dediği gibi. Koşuşturmaca. Seçenekler. Korkunç bir hız. Arkanıza baktığınızda toz duman. "Less is more" demişler, iyi etmişler. Daha yoğun yaşamak, özümsemek varken yeniye koşmak yorar, yoruyor. Hızınızı sonsuza kadar koruyamayacaksınız.

Başka, diyor ki gerçekle kurgu günümüzde yer değiştirmiştir. Hayatı bir kurgu olarak değerlendirmek lazım. Yazarın görevi de bu bakış açısıyla değişiyor. Böylece 19. yüzyılın kafam kadar metinlerine veda ediliyor, "karakterleri üzerinde manevi yetkesi olmayan yazar" arayışlara yöneliyor.

"Ben, yazarın rolünün, yetkesinin ve dilediğince davranma özgürlüğünün kökten değiştiğine inanıyorum. Bence artık yazar, bir anlamda hiçbir şey bilmiyor. Ahlâksal bir bakış açısı yok. Okura kendi kafasının içindeki seçenekleri ve imgesel alternatifleri sunuyor. Yazarın rolü, safariye çıkmış ya da laboratuvarda çalışan, bilinmeyen bir yerle ya da denekle karşı karşıya olan bir bilim adamının üstlendiği rolden farklı değil. Bütün yapabileceği, çeşitli varsayımlarda bulunup bunları gerçekler karşısında sınamaktır." (s. 7)

Ballard için Çarpışma, bu durumun uç noktada bir eğretilemesi. Ayrıca teknolojiye dayalı ilk pornografik roman. Teknolojinin ve erotizmin egemenliğindeki dünyaya bir uyarı.

Anlatıcı, eşi ve Vaughan arasındaki ilişki otomobillere ve sekse bağlı. Vaughan ölene kadar doyumsuz bir şekilde kazaların, kadınların ve birbirlerinin peşinde koşuyorlar. Bolca parçalanmış araba ve insan arasından görünen şehrin panoraması birbirine geçmiş yolların üzerindeki ateş böcekleridir. Birbirine çarpmamaya çalışır bu ışıklar, bazı insanlar çarpışmaları için uğraşır. Kaza yerinden gitmek bilmeyen insanları düşünün. Neyi izlerler, ne çeker onları? Bu üç karakteri çeken kandır. Kan tatmin eder, parçalanmış etler tahrik edicidir, meniyle yıkanmış araba parçalarının arasında düzülecek insanlar tek zevk kaynağıdır.

İnsan korkuyor; her şeyin mümkün olabildiği bir dünyada akıl sağlığı yitmeden nasıl yaşanır? Bize normal olarak sunulanların karşısında başkalarının normları var. Evlerden kurtulmak gerek, evet, böyle söylenir. Yaşam dışarıda. Her şeyin olabildiği dışarısı korkutursa, o zaman ev sığınılacak tek liman olabilir. Yirmi yıldır, otuz yıldır evinden dışarı adım atmayan insanların yaşadığı bir dünyada hangisi normal?

Normal diye bir şey yoktur.

Ev Emmisi

İnsana şöyle adam gibi bir tokat aşkedenlerinden nefis bir metin. Ballard nefis bir yazar. Şahit olduğumuz dünya bok gibi bir dünya. Dave Matthews'tan seçenekler karşısında başı dönen insan için geliyor:

2 Temmuz 2015 Perşembe

Andy Weir - Marslı

Son günlerde şamatası çok yapıldı, görmüşsünüzdür. Çok sürükleyici ve eğlenceli olduğunun özellikle üzerinde durulurken Ridley Scott'ın yönetmenliğinde filme çekildiği de akabinde eklenir. Benim pek sevdiğim bir yazar olan, sagasına büyük saygı duyduğum Larry Niven, "Robinson Crusoe'nun daha zeki biri tarafından yazılmış hali" olduğunu söylemiş falan filan. Goodreads okurlarına göre 2014'ün en iyi bilimkurgu romanı seçilmiş. Süper bir kitap yani.

Çok affedersiniz, siktiri önce Niven'a çekeceğim. Cango, Robinson kardeşimizin yolculuk fikrine vurulması ve bu uğurda babasıyla arasının papaz olması, tanrı inancıyla ilgili sorgulamaları, yok edilmesi mümkün olmayan tehlikelerle yaşamaya çalışması -yerliler, kuşlar vs.- derken otuz yıla yakın mahsur kalan bir adamın tüm bunlarla mücadelesi karakteri öyle bir derinleştirir ki empati kurmaktan helak oluruz. Dayımızın çöküşü, Cuma'yı yanına alması -belki azıcık da tanrı egosu geliştirmesi- kurtuluşa doğru adım adım ilerlerkenki sevinci, kısacası insanlık halleri yani, son derece yalın ve gerçekçidir çünkü adamın hayatını biliyoruz. Adamın gelmişini, geçmişini, hissettiklerini, her bir ayrı duygusunu gördüğümüzden karakter sağlam kurulmuştur. Mark Watney kardeşimizse durmadan, sıkılmadan yaptığı görece komik esprilerle, yaptığı işleri en ince ayrıntısına kadar kayıt altına almasıyla maniklikten bir türlü kurtulamayan, oradan oraya zıplayıp duran bir zibidiyi andırıyor. Akıllı bir zibidi, daha doğrusu analitik zekası gelişmiş, SWOT analizi işini iyi kotaran bir adam, doğruya doğru. Yolda görsem yolumu değiştiririm ama, yalan yok. Her on saniyede bir espri yapan -fikrimce yapmaya çalışan ve on denemeden birinde başarılı olan- bir arkadaşınız olduğunu düşünün. Düşünmeyin veya, başımı ağrıttı.

Marslı nasıl bir metin, güzel. Altı kişilik bir ekip Mars'a gider, fırtına çıkar, şanssız kardeşimiz takımla birlikte güvenlik için gezegenden ayrılmak üzereyken fırtınada üzerine bir şey düşer falan, gözden kaybolur. Diğerleri uzar, bu kardeşimiz orada bir başına kalır ve yaşamını sürdürebilmek için gereksinim duyacağı zımbırtıları elde etme konusunda kafasını çalıştırır. Su için hidrojenle oksijeni çarpıştırır, yakıt için hidrojen elde etmek amacıyla elektrolize benzer bir şey yapar. Nesneleri işlevselliğe takılmadan başka bir amaçla kullanır. Adam Marslı MacGyver yani. Bunun yanında mühendis ve botanist. Makineleri tamir edebiliyor, basit kimyevi hesaplamalar yapabiliyor. Bu tür adamlar orada her şeyden biraz anlayabilecek şekilde eğitiliyor zaten, zeka küpü oldukları için hiçbir problem yaşamıyorlar. Gerçekten zeki herifler. Mark kardeşimizin şansı, manikliğinin psikolojik çöküşünü engellemesi. Zekasını kullanamayabilirdi, öylece oturup ölümü bekleyebilirdi. Gerçi bu yönden de testlerden geçiyor astronotlar, kriz anlarında aşağı yukarı ne yapacakları belli ama işin içinde biraz macera da olmalı, keyif vermez yoksa anlatı. Değil mi? Tabii aklına gelmeyen, hesaplayamadığı küçük değişkenler yüzünden birkaç defa ölümden dönüyor falan, romanın tuzu biberi. Solunum sırasında ağzından verdiği oksijeni hesap etmeyip yaşadığı uzay aracını havaya uçurmasına ramak kalıyor mesela, sonra iki metal eşyanın birbirine temas etmesi sonucu zincirleme bir reaksiyon başlatıp koca aracın devrelerini yakıyor, bilmem ne.

Dünya'yla iletişim kurma çabalarını sevdim, adam yıllardır kumlarda gömülü olan Pathfinder'ı bulup onararak telsiz gibi kullanıyor. Mors alfabesini öğrenip kayalarla mesajlar yolluyor falan. İletişim kurduğu insanlarla da kişisel kayıtlarındaki gibi bir üslupla konuşuyor. Adam kendine nasılsa dışarıya da öyle. Demek ki gerçekten zeki, yoksa ensesine patlatılmayacak gibi değil.

Kendisini bırakan takım yarı yoldan geri dönüyor ve Dünya'ya dönüş 500 küsur gün uzuyor, Çinliler başarısız olan ABD kurtarma roketini görüp kendi roketlerini veriyor -güldüm buna- ve herkes yalnız dostumuzu kurtarmaya çalışıyor. Sonunu söylemeye gerek yok.

Valla ne diyeyim, fikir olarak orijinal değil. Survival mevzularını seviyorsanız tam size göre. Aşırı bilimsel survival. Şu son zamanlarda türeyen uçmalı kaçmalı distopyaların bilimle süslenmiş hali. Çerezlik. Hatta öyle ki Andy dostumuz filmlik diyaloglar yazmış sanki. Kısa, tek cümlede lafı koyup, gözü yaşartıp vs. akılda kalacak türden. Bir kitap için tırışkadan yani.

PKD'nin görüşlerini hatırlıyorum; BK'nin insanı sarsacak bir şey olması gerektiğini söyler. İnsanın bakış açısını değiştirecek bir fikir, paradigmal ayarlarını bozacak bir felsefe, ne bileyim, beynini pırtlatacak bir alternatif düşünce. Bence de BK budur, illa bin yıl sonrasında, teknolojinin uçtuğu zamanları konu alması gerekmez. Fikir önemlidir. Marslı için önemli bir fikir taşıyor diyemeyeceğim, belki hayatta kalmaya çalışmak hakkında bir şeyler söylenebilir ama ne söylenebilir, hele işlenmiş bir konuyla ilgili?

Gravity'yi seven bunu da sevecektir. Pek sürükleyici, macerası ve bilimi bol bir metin. Yazın şu sıcak günlerinde buz gibi gider. Size bunlar yeterliyse süper tercih, mutlaka okuyun. Onun dışında Mars'a giden herkesin bu kitabı okuması gerektiği söylenmiş, halt edilmiş, bence Mars'la ilgili yazılmış en güzel kitaplar hâlâ Kim Stanley Robinson'ınkiler. Andy Weir da uzay görevlerine "Ares" adını koyarak Robinson'a saygısını sunmuş gibi geliyor bana. Aramızdan astronot çıkarsa olacaklar hakkında dediğim adamı öncelikli olarak okuyun siz.

Vedat Günyol - Uzak Yakın Anılar

Vedat Günyol iyi bir çevirmen, sıkı bir hümanist ve en önemlisi yaşadığı dönemin bütün sıkıntılarını göğüsleyip insanlara umut aşılamış bir entelektüel. Anılarını okurken yaşama gücüne hayran olmamak mümkün değil. Mahkemelerden tutukluluk sürecine kadar pek çok olayı anlatırken kendisi de o an fark etmemiştir belki ama etrafındaki insanlara umut aşılayacak kadar iyimser, dostlarının çektiği ıstırapları kendi çekmiş gibi anlatabilen bir gözlemci. Aydın gibi aydın bir insan Vedat Günyol, Allah rahmet eylesin.

1970'te Vedat Günyol'un Kafka karakterlerini kıskandıracak bekleyişiyle başlıyoruz. Günyol tutuklanıyor, Sansaryan Han'da bulunan Birinci Şube'de günlerce bekletiliyor. Suçunu bilmediği için başına ne geleceği hakkında da hiçbir fikri yok. Sorularına cevap verilmiyor, toplumdan yalıtılmış bir halde. Yapayalnız. "Bir yazarcıktım ben, demokrasi adına, yurt adına işlenen (ve bugün hâlâ işlenmekte olan) yolsuzluklara arada bir dokunan, adı sanı bilinmez bir kimseydim. Tutuklanabilirdim, bal gibi tutuklanabilir, sorgusuz sualsiz hapislere atılabilirdim hem de. Nitekim tutuklanıp hapislere atıldım." (s. 19) Bir tek Azra Erhat ve Yaşar Kemal'le görüşebilir, o da çok kısa sürelerle. Yaşar Kemal'e gönülden bağlıdır, tutukluluğu süresince rahat etmesi için en çok Yaşar Kemal uğraşır. "Nereden alır, nereden bulur şu Yaşar Kemal, o kendine güveni, girilmez kapılardan girme, yanaşılmaz insanlara yanaşma, en asık suratları tılsımlı bir değnekle yumuşatma yeteneğini, gücünü?" (s. 20)

Önceki tutuklanma anılarıyla birlikte ailesini anlatır Günyol, Osmanlı'nın son zamanlarında ailesiyle birlikte kapatıldıkları odalar aklına gelir. Hepsi kötü bir anı olarak kalmıştır, insanın anılarla yaşadığını söyleyen Günyol geçmiş günleri anımsar ve anıların yeniden yaratımından güç toplamaya çalışır. Kolay değildir bu; anıların geçmişte kalması kötü yönlerini görece silse de o anki tutukluluğu gerçek, atlatılamamış bir travmadır.

Maltepe'ye naklederler Günyol'u. Mafya babası, "son kabadayı" olarak kabul edilen Dündar Kılıç'ın yatak komşusu olur, Masis Kürkçügil, Harun Karadeniz gibi 68 Kuşağı'nın önemli isimleriyle aynı koğuşta kalır. Yıllar sonra tanışacağı Berna Moran'ı "cafcaflı robdöşambr" giymiş haliyle anar, Hilmi Ziya Ülken'le araştırma alanları ortak olduğundan dolayı doğal bir yakınlık kurar. Tatar Çölü'nün başına iş açacağından korkar, okuduğu kitaplar yüzünden zaman zaman sorgulanır. Bütün bunlara rağmen bir çağa tanıklık etmenin coşkusuyla yaşar, onca sıkıntıya katlanır Günyol. Şahit olduğu haksızlıkları, tanıştığı insanları unutmaz, her şeyi en işlenmemiş haliyle anlatır. Cezaevinden çıktıktan bir süre sonra Cihan Alptekin ve Mahir Çayan kirişi kırarlar. Tam zamanında çıkmıştır Günyol, belki firar olayından sonraki zamanlara dayanamayacaktı.

Sabahattin Eyüboğlu dayanamaz, öncesine de. Günyol, dostunun yaşama şevkinin kırılışını büyük bir acıyla anlatır.

Sonrası lise anıları, Paris anıları, çeviriye başladığı zamanların anıları. Günyol'un berrak bir zihni, açık bir anlatımı var. Dönemin mevzularına, edebiyat çevrelerine ilgisi olanlar okusun derim. Günyol'un Tanpınar, Sait Faik, Nazım Hikmet vs. ile çektirdiği fotoğraflar da cabası.