30 Eylül 2017 Cumartesi

Yasunari Kavabata - Kiraz Çiçekleri

Dostu Yukio Mişima gibi intihar ettiği söylenir, acılarla dolu bir hayatı sona erdirmek için dostun izinden gitmek en iyi yoldur. Mudur? Kazara öldüğü söylenir, eh, bu durumda iyi yaşadığından ve güzel yazdığından bahsedilir. 1968 Nobel Edebiyat Ödülü Kavabata'nındır.

Düşünüyorum, Japon harfleriyle yazdığı zaman anlattığı manzaraları, renkleri ve çiçekleri de harflerin çizgilerine iliştiriyor mudur, ipek dokunuşlu sözcüklerin kaynağı bu mudur? Bir festival betimlemesi var, zaten Kyoto'nun festival zamanında geçiyor mevzular, böyle bir cümbüş yok. Renk cümbüşü, kalabalık ve kabalıktan uzak. Yumuşak fırça darbeleri gibi, işte efendime söyleyeyim, sevgilinin yanağını okşar gibi anlatıyor Kavabata. İnce oğlu ince, daha ne diyeyim. Hüseyin Can Erkin'in de başarısı tabii, çeviri çok başarılı. Zaten bir kendisi var, bir de Oğuz Baykara. İkisinin de ellerinden öper, teşekkür ederim.

Bir mevzu var, ondan bahsetmeliyim. Japonların kendilerine has tonlamaları, ünlemleri ve davranışları var, kültürel bir mevzu. Mesela hiç beklemediğiniz bir anda karakterlerden biri diğerine vurabilir, hakaret edebilir. Ne oluyor diyemeden özür dilerken görürüz kendisini, eğer konuşulanlardan bir şey çıkaramamışsak, söz gelişi Japonların onurlarına verdikleri önemi düşünürsek diyalogdaki en ufak bir aşağılama niyetini kaçırmışsak sonrasını anlayabilmemiz pek mümkün değil. Kavabata'nın böyle bir yaklaşımı var.

Arka kapakta Şieko yazıyor ama inanmayın, Çieko'nun hikâyesini okuyacağız. Durum tam tersi de olabilir, bilemedim şimdi. Neyse, bu hanım kızımızın kimono deseni çizen bir babası ve kendi halinde bir annesi var, mutlu mesut yaşıyorlar. Babanın kimono dükkanında birkaç çırak, bir muhasebeci ve ailenin üyeleri çalışıyor, ne güzel. Çieko'nun çocukluk arkadaşı Şin'içi'yle ilişkisinden güzel bir sevda doğacak diye düşünüyoruz, doğmuyor. Oysa Çieko uyuyan bir erkeğin yüzünü ilk defa görmüştü ve ilgiyle izlemişti, buradan bir aşk doğmaz mıydı? Menekşelerin uzaklığını, menekşelerin birbirlerine uzak olup olmadıklarını düşünüp düşünmediklerini merak eden bir kızın aşık olması çok mu anormal olur? "Menekşelerin 'buluşması' ya da 'farkında olması' nasıl bir şeydir acaba?" (s. 7) Bilemiyoruz Çieko'cuğum, seni o hassas ruhundan öpüyoruz ama.

Babanın uyuşturucu alıp çizdiği desenlerin çığır açıcı olduğunu ama kendisine güvenmediği için bu desenleri ortadan kaldırdığını öğreniyoruz, kendisi oldukça üzülmüş bu duruma, yaşlılığı da gelince yaratıcılık damarının kuruduğunu düşünüp kendini bir manastıra atmış, Zen men bir şeylerle uğraşıp yeni bir şey ortaya koymaya çalışmış. Çieko'nu Klee ve Kandinski'nin görülerini babasına götürmesiyle gelenekle modern bir araya gelmiş, baba müthiş bir desen ortaya çıkarmış ve dikmesi için yıllardır tanıdığı bir ustaya götürmüş, ustanın oğlu deseni alıp uyuşuk uyuşuk konuşmuş, meğer sezgileri derin bir gençmiş ve ustanın ruhsal çatışmalarını yakından görüp açık açık söyleyince babadan tokadı yemiş ama hem dinler arasındaki hem de sanatta gelenekle modernin buluşmasındaki ihtilafı çözebilecek kadar iyiymiş. Desenin Çieko için olduğunu anlamış, bu da Çieko'nun yakında evlenecek olduğunun bir göstergesiymiş. Eh, evlat hemen Çieko'ya tutulmuş ama kızımızın kara yazısı başka kimsede yoktur sanırım.

Ailenin kapkara bir sırrı var, Çieko'yu çocukken yürütmüşler. Yürütmüşler bayağı, gerçi dükkanın önüne bırakıldığını söyleyen de var ama... Bu sırla hesaplaşılmış, Çieko olaydan haberdar ama anneyle babanın içleri vicdan azabı yüzünden cayır cayır. Yapacak bir şey yok gerçi, Çieko ikiziyle karşılaşana kadar. Bu ikiz Çieko'nun dünyasına girer yavaş yavaş, uyuşuk oğlanın kendisine aşık olmasıyla gönenir, muhtemelen evlenecektir oğlanla. Çieko'nun ailesi kızı kabul eder tabii, onaylanmış bir ikiz. İkisi de mutluyken, kiraz çiçeklerinin önünde, doğanın tam kalbinde biten bir anlatı. 

Açıkçası Japon bahçeleri, festivalleri, gelenekleri ve meseleleri ilgimi anlatıdan daha çok çekti. Karakterlerin yaşadıkları iyi de o şenlik hali, insanların festivalden festivale gitmesi müthiş. Kiraz çiçekleri gibi bu festivaller de baharı, doğuşu, yaranın kapanışını ve yaşamın sürdüğünü gösteriyor.

29 Eylül 2017 Cuma

Julius Fuçik - Darağacından Notlar

Çekoslovak, komünist, parti önderi, eleştirmen, yazar. Nazi terörüne karşı dik duruşuyla tanınır. Halk kahramanı Fuçik, tutsak edildikten bir süre sonra Çek bir gardiyanın getirdiği kağıt kalemle yaşadıklarını ve davasını anlatır. Almanlar Ruslardan tokadı yedikten sonra geri çekilmeye başlarlar ama 1943'te savaş henüz tam anlamıyla kaybedilmemiştir, Fuçik idam edilmekten kurtulamaz. Efsane olmasının en önemli sebebi herhalde hiçbir koşulda yılmaması, davayı satmamasıdır. Gördüğü işkenceleri olanca açıklığıyla anlattığından değil, baygın kalma sürelerinden, etrafı net görememesinden, böyle küçük ayrıntılardan ruhunun nasıl kırılmaya çalışıldığını anlarız ama o ve etrafındakiler türkü söylemekten, umut etmekten ve insanları sevmekten alırlar güçlerini, her yeni günü selamlarlar, gün ışığı direkt üstlerine düşmese de.

James Aldridge nam şahsın dediği, bu notların darağacından değil de öncü bir insanın bulunduğu ileri noktadan geriye gönderildiği. Yılmazlık ileri noktada, o tamam. İnsanlık onuru korunuyor, o da iyi. Umarım ileride de dikta rejiminde sıkışıp kalmış insanlar yoktur. Var gibi gözüküyor. Giriş bölümünde Samuel Sillen nam şahsın kısa, bilgilendirici bir yazısı mevcut. Prag'ın Pankrats yöresindeki gestapo hapishanesinden sempatizan bir Çek gardiyanın yardımıyla birer birer kaçırılan kağıt parçaları bir araya getirilerek bu metin oluşturulmuş. Fuçik'in eşinin de bir notu var; eşinin öldüğünü iki yıl sonra öğrenebiliyor ve Kolinski'yi, eşinin yazmasını sağlayan gardiyana ulaşıp kağıt parçalarını derliyor, kitap haline getiriyor. Kendisi 1945'e kadar ölmemeyi başarıp sağ kalıyor ama Julius kendisi kadar şanslı değil.

Destansı bir anı derlemesi bu, Fuçik idam edileceği zamanı bilemediği için kısa sürede hemen her şeyi yazmak istiyor ve yakalandığı andan itibaren ölüme gideceği güne kadar, dört yüz küsur günün ve kırk yılın izini çıkarıyor. Önsöz tutsak bir adamın dimdik durmaya zorlanmasıyla başlıyor ve zorbalığa şamarı indiren bir biçimde devam ediyor: "Ama insanın düşüncelerini hazır olda durmaya, kim zorlayabilir?" (s. 16)  Düşüncelerin sonu gelmeyebilir, cellat hazır ama noktayı koyacak milyonlarca insan var, Fuçik geride kalanlara güç verecek, vazgeçmemenin erdemini anlatacak. İşkenceler, açlık, ölüm korkusu, bir adamı çürütecek ne varsa kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir adamı ortaya çıkarabilir aynı zamanda. 24 Nisan 1942'ye kadar partinin yer altına çekilmiş faaliyetleriyle uğraşan Fuçik için hapiste yeni bir mücadele başlıyor.

Örgüt evlerinden birine yapılan baskın sonucu yakalanıyorlar, Fuçik haftalarca kendini bilmeden yatacak kadar sopa yiyor ama ağzından hiçbir isim, hiçbir adres çıkmıyor. Pencereden sokağı izliyor. Dayak yediği malum, o söylemese de biliyoruz. Onun söylediği şu: "Saat bir. Son tramvaylar depoya gidiyordur, sokaklar boş, radyo son sadık dinleyicilerine iyi geceler diliyor." (s. 23) Dışarıda hayat sürüp gidiyor, aylar sonra Fuçik sorguya götürülürken sokağa çıkmadığı süreyi düşünüp yaşamın en ince ayrıntılarını keşfetmeye çalışıyor ve kendi kendine oyunlar kuruyor, sorgu binasına kadar on güzel bacak sayabilirse ertesi gün öldürülmeyecek mesela. Bir zaman boyunca sayabildiğini düşünmek mutlu edici. 

Sopadan sonra hücreye atılıyor, her bir hamlede saklı olan acıları hatırlıyor ve her seferinde geceyi çıkaramayacağı söylenmesine rağmen yaşıyor, inadına. Hayatta kalıyor ve konuşmamaya devam ediyor, karşısına çıkan tanıdıklar için tanımadığını söylüyor, eşini gördüğü zaman bile. Birbirlerini son kez görüyorlar. Gözleri kıpırdamıyor bile, dümdüz bakışarak vedalaşıyorlar. Ne kadar ağır... Sevgiden geçilmiş, candan da geçilmiş ama kutlanacak şeyler yok değil, mesela 1 Mayıs. Kutlu gün! "Sevinç için yaşadım, sevinç uğruna ölüyorum ve mezarımın üzerine kederin meleğini oturtmak haksızlık olur." (s. 35) Fuçik'in coşkusuna şahit olmanızı isterim, metni mutlaka okumanız lazım. Neyse, her türlü kutlama yasak tabii, Almanlar kök söktürüyor ama bizimkiler gizli gizli kutluyorlar, bir yandan çekiçle vurma hareketi, diğer yandan orakla biçme hareketi, şifreli de olsa kutlama yapılmıştır, yüzler güler. 267. Hücre'de, yedi adımlık saltanatta Pesek Baba'yla söylenen türküler, dostlar, düşmanlar, mahkeme, iddianame, her şey bir fırtına gibi belirip kaybolur. Son giderek yaklaşmaktadır, anlatacak şeyler azalır. Etraftaki tipleri anlatmaya başlar Fuçik ve bunu öyle incelikli bir şekilde yapar ki onca haksızlığın neden yapıldığını ve nasıl yok edilmeye çalışıldı anlaşılır, insanların mizaçlarından zalimliğin biteceği anlaşılır, en azından o anın ve oranın maskesini takmış zalimliğin.

9 Haziran 1943'te son yazısını yazar Fuçik.

"Gerçek yaşamda seyirci yoktur, herkes katılır yaşama.
Son sahnenin perdesi açıldı.
Dostlarım, hepinizi sevdim. Nöbeti teslim ediyorum!" (s. 132)

Güzel geleceğe ve insanlığa olan inancı gördükçe üzülüyorum çünkü gerçekleşmesi zor bir rüya bekleniyor. Bir yandan da seviniyorum, umudumu tamamen yitirmedim. Fuçik'i tanıdığıma sevindim.

Jean-Louis Fournier - Nereye Gidiyoruz Baba?

Arka koltukta iki çocuk, biri tren sesi çıkarırken diğeri usanmadan, "Nereye gidiyoruz baba?" diye soruyor. Bir, beş, on, yüz kez. Usanma yetisi yok, hayatta hiçbir şeyden usanmayacak, bildiğimiz kadarıyla. Babanın birinci, üçüncü, beşinci cevabından sonra bir daha cevap vermemesi kabullenişi gösteriyor, bir de bu metnin yazılacağını. Yazılmak zorunda olduğunu, öbür türlü yenecek bir kafa var ve yenmemeli. Ne olur, savunma mekanizması gelişir. Mizah. Kozmik bir şakaya karşı içten bir kahkaha, biraz hıçkırıklı.

Fournier'nin zihinsel ve fiziksel özürlü iki çocuğunun ve hep beraber -çocuklar, hayal kırıklığı, eş, mutluluk- yaşamanın hikâyesidir. Çocuklar benzersiz, kimseyi taklit edecekleri yok, aynılığın sıkıcılığına sahip değiller. Başka şeylere de sahip değiller, babalarıyla maça gidip bağıramayacaklar, birlikte Mozart dinleyemeyecekler, film izleyemeyecekler. Fournier yapamayacakları işlerin iki sayfalık özetini çıkarır. Bir kalemde iki sayfa, oysa çocuklardan biri babasının kuş benzetmesine uyarak uçar gider, diğeri otuz yaşını görür. Yıllar içinde yapılamayanların listesi kabarmıştır, belki de bir noktadan sonra anlamsızlık galip gelmiştir de kuşların tren sesi çıkarması kanıksanmıştır. Bu oluyor galiba. Çocuklar da neyin ters gittiğini anlamamışlarsa da sezmişlerdir sanırım. "Çocuklarım yaşlarını asla bilmediler. Thomas eski oyuncak bir ayıyı dişlemeye devam ediyor, ihtiyarladığını bilmiyor, ona kimse bunu söylemedi." (s. 102) Aynı şekilde Fournier de yaşlandığını bilmiyor, travmasının yaşında kalıyor. "Ben artık kim olduğumu pek bilmiyorum, hayatta nerede olduğumu bilmiyorum, yaşımı bilmiyorum. Hep otuz yaşında olduğumu zannediyorum ve her şeyle alay ediyorum. Kocaman bir oyunun içine demirlemişim gibi geliyor, ciddi değilim, hiçbir şeyi ciddiye almıyorum. Aptalca şeyler yapmaya ve yazmaya devam ediyorum. Yolum çıkmaz sokakta bitiyor, hayatım çıkmaz sokakta son buluyor." (s. 102) Her şeyle alay etmesine çocuklarının durumu dahil, insanlar tarafından garipsenmesi katlanılır bir sonuç. Kafasında bin fikirle dolaşan yaratıcı bir adamın eve geldiği zaman sabit, durgun bakışlara sahip, ağızlarından mantıklı bir şey çıkması zor çocuklarıyla karşılaşması akıl kaçırıcıdır. Kaçmaması için bu metin var.

Fragmanlar. Peygamber sabrına sahip olmadığını söyleyen Fournier, çocuklarından özür dileyerek başlıyor. Onları yeterince sevmediği, onlara katlanmak için elinden geleni yapmadığı itirafı acı verici olsa da gerekli. Bir ilk adım aynı zamanda; çocuklarıyla dalga geçtiğinde geldiği noktayı görüp aslında kendi zavallılığıyla dalga geçtiğini anlamasına kadar uzunca bir yolu var, üstelik çocuklar büyük umutlarla doğuyorlar, Mathieu ve ardından Thomas, iki yıl arayla, ikinci doğarken herkes umut dolu ama sonuç malum. Tanrı bir şikayet mercii değil, Meryem Ana bir ast olarak yardımcı olamaz, hiçbir şey hiçbir şeyi düzeltmeyecek.

Çocuklarla alakalı çok ayrıntı var, çember genişledikçe aile, arkadaşlar, bakıcılar ve tanrı da işin içine girecek. Fournier'nin çocuklarını gündeliğin içinde sayısız noktadan görüşü perspektifi genişletecek. Misal normal-anormal ayrımı. Çocuğun normal olmadığı mat camın ardından bakar gibi anlaşılıyormuş. Gözleri de bozuk, onlar da aynı şekilde görüyorlar her şeyi. Buzlu, mat bir dünya. Harfler sabit karıncalar gibi, anlamsız. Aynı hareketleri yapıp aynı sesleri çıkarmak, yıllar boyunca. Bunların içinden fırlayan imgeler; Mathieu'nün fırlattığı topun çok uzağa gitmesi, kimsenin alamayacağı kadar, alınması konusunda yardımcı olamayacağı kadar uzağa.

Gerçek olamayacak kadar kurgusal bir şey yaşadığını düşünür Fournier, ikinci çocuk Thomas'nın da engelli olduğu anlaşılınca içinde düştüğü durumun filmlerde bile kullanılamayacağını, gerçekliğin dokusunu bozacağını söyler. Daha da ötesi, çocukların rol yaptıklarını düşünür. Gece vakti herkes uykuya çekildiğinde ikisi bir araya gelip çok acayip, entelektüel işler başarmakta ve Shakespeare'in dizelerini tartışmaktadır mesela. Sabah oldu mu engelli rolüne bürünürler. Gerçek olamayacak kadar kurgusal, Vonnegut'ın Paldır Küldür'de yaptığı tam olarak buydu zaten. Engelli rolü yapan kardeşler de dahil.

Cinnet anları normale dönmeye başlar, suçluluk duygusu giderek azalır. Çocuklardan birinin veya ikisinin kazara ölmesi üzücüdür, kasıtlı olarak öldürülmelerinin üzücülüğü de aynı seviyeye iner bir süre sonra. Ne yaşadıkları, ne hissettikleri, Fournier ve eşinin hissettikleri katı, sabit bir dünya yaratır ve Fournier gaza basar, gözlerini kapar. Kaza yapmaz. Çocuklarını kalabalıkta bırakmayı düşünür ama her anımızı kaydeden makineleri düşününce bundan da vazgeçer. Yine bir savunma mekanizması aslında, yapacağından değil. En azından yaptığından değil. Mathieu, giderek çarpıklaşan omurgasının düzeltilmesi için ameliyat olur ve üç gün sonra bu dünyaya bir kuş gibi veda eder. Çocuklardan biri uçmuştur, engelli olup olmamasının bir önemi yoktur, acısı büyüktür.

"Büyüdüklerinde, her birine büyük birer ustura hediye etmek gibi bir fikir geldi aklıma. Onları banyoya kapatıp usturalarıyla baş başa bırakacaktık. Artık hiç ses gelmediğinde, bir paspasla banyoyu temizlemeye gidecektik.

Eşimi güldürmek için bunu ona anlattım." (s. 41)

Deliliğin boyutu. Üçüncü çocuğu da deniyorlar bu arada, o çok sağlıklı ve tatlı bir kız olarak büyüyor ve başına bir iş geliyor ama Fournier bunu anlatmıyor. Sanıyorum bu iki çocuğun yanına bir üçüncüsünün trajik yaşamının eklenmesi kayışı iyice zorluyor. Acaba ne oldu, hangi kitabında yazmıştır Fournier? Dul'da üç çocuğunun annesinden boşandığını, aşık olduğu kadınla evlendiğini ve çocuklarını görüyoruz ama az.

Babalar Günü mektubu, bir tanecik... Özlemlerin metni bu, bir de her şeye rağmen sevmenin, başa çıkabilmenin.

28 Eylül 2017 Perşembe

George James Frazer - Psişik İşler: Batıl İnançlar Kurumlarımızın Gelişimini Nasıl Etkiledi?

Frazer, ahmaklıktan doğan bilgeliği inceler. Mülkiyete, aileye ve iktidara bağımlılık ne kadar bilgelikse artık. Bu açıdan eleştiriye açık; yoz/yozlaşmaya müsait kurumların doğuşunda batıl inançların etkisini göreceğiz. Frazer bu kurumları olumlar, uygarlığımızın ilerleyişinde önemli yerleri olduğu için sanırım. Bir de yüz yıl öncesinin fikirleri güncellenmeye muhtaç.

Batılın da üretilebilen bir şey olduğunu düşününce Frazer'ın kanıtlama iddiası biraz komik oluyor; bu böyledir, şu şöyledir dedikten sonra dünyanın her yerinden örnekler verip işlerin gerçekten öyle yürüdüğüne kani olması, kaynağı araştırmaması incelemeyi sakatlıyor gibi. Freud'a yönelmek gerekiyor sanırım bu noktadan sonra. Tabii amatör okurum ben, antropolojinin kurucusu sayılan adama salladığıma bakmayın, cahil cesareti. Yahut bunlardan duyduğum rahatsızlığın etkisi. Uygarlığımızdan hiç memnun değilim.

Dört kurum inceleniyor, ilki yönetim. Batıl inançların monarşik yönetime duyulan saygıyı güçlendirdiğini ve bunun da kamu düzeninin oluşmasına yardım ettiğini söylüyor Frazer. Bunun yanında belli ırklarda ve belli dönemlerde batılın tavan yapmasıyla aile ve ahlak kuralları, bir de insan yaşamına duyulan saygı güçlenmiş. Bana pek öyle gelmiyor; Seks ve Ceza'da batılın izlerini görüp insanların çektiği acıyla karşılaşınca işin iyi bir yanını göremedim. Aynı şekilde ahlak kurallarının belirlenmesi de büyük acılara sebep olmuş durumda. Kontrol mekanizması iyi işlemiş, ahlak kuralları adı altında mülkiyet desteklenmiş, aile kurumu ne kadar çarpıksa da varlığını sürdürmüş. Ulaştığımız nokta pek parlak gözükmüyor, gerçeğe bürünen ütopyalar bile distopikliğin dibine vurmuşken bu kurumların tasfiyesi şart. Bence. Tamamen batıla dayanan sistemlerin ayakta kalamayacağını söylüyor Frazer, batıldan doğan uygulamaların kanun olarak ortaya çıkmasıyla düzen yerine oturuyor. Afiyet olsun.

Neyse, yönetim. Yöneticilerin üstün insanlar oldukları düşünülüyor. Muktedirin yediği kaptan yenmez, solduğu havadan solunmaz, bir dünya iş. Dünyanın her yerinden örnekler var demiştim, misyonerler olaya el atana kadar çok çılgın olaylar yaşanmış. En ilginçlerini alacağım.

Yeni Zelanda'da Maori şefleri atualar yani tanrılar olarak görülüyorlarmış, bir savaşçı bir şefi öldürdüğünde gözlerini çıkarıp yermiş. İnsan sevgisiyle alakalı bölümde sebebini göreceğiz, devam. Adamların fikirleri tanrılardan geldiği için ne söylerlerse kabul edilirmiş, kullanmadıkları eşyaları da ortadan kaldırırlarmış ki biri kazara kullanıp ölmesin/öldürülmesin. Yağmur yağdırmalar, kıtlığı bitirmeler, büyü yapmalar, bu tür doğaüstü özelliklere sahip oldukları düşünülürmüş ve elemanlara bu sebepten tapılırmış. Tanrı ve yarı tanrı olarak görülüyorlar zaten, Persleri ve Mısırlıları hatırlayalım. Antik Yunan'da ve İnkalarda da aynı hadiseler var. Bir de öldürülüyormuş bunlar İsveç'te, kıtlığın sona ermesi için. İlginç.

Özel Mülkiyet. Tabu önemli. Malınızı çaldırmak istemiyorsanız tabu haline getireceksiniz. Çok affedersiniz, tabu olacaksa malınızın üzerine sıçabiliyorsunuz. Şefin evine bırakılan bir mal da tabu sayılıyormuş, hadi yine iyisiniz. Sonra nasıl geri alacaksınız, nasıl kullanacaksınız, orası size kalmış. Şefin malının üstüne mal olir mi lo. Bu batıl inançlar aslında kurumları yozlaştırmış denebilir, misyonerlere göre zorbalığın yerini aldığını ve örgütlü bir topluma en yakın ve iyi yönetim biçimi olduğunu düşünürsek -ve tabii kime göre en iyi olduğunu düşünürsek- bazı şeyler yerine oturur.

Sri Lanka'dan, Hindistan'dan, şuradan buradan bombastik örnekler var. Kimse kullanmasın diye malımı geyik kıçına sürtecek değilim ama yapılmış bu. İşin şakası bir yana, kuyruk yakarak dahi kokunun mülki duyguları kuvvetlendireceği düşünülmüş. Ortalık karıştı, düzen bozuldu, yetiş ya Jung, yetiş ya Freud.

Evlilik. Üretim temelli. Bereket Tanrısı döller, ürün bollaşır, tanrıya tapılır. Doğurgan tanrıça ve doğurtanı. Bir al-ver dalgası. Dölleme iznimizin olmadığı biriyle münasebet kurarsak kadim kuralı yıkmış oluyoruz ve ekinimiz, hasadımız ayvayı yiyor. Bağlantı süper. Çok çeşitli cezalar var, mesela taşlama, yakma, tecrit etme, sekiz noktadan birden gıdıklama, üç öğün bumbar yedirme gibi. Büyüyle dirsek teması halinde bu meseleler, sonuçta batıl inançtan bahsediyoruz. Frazer, büyünün ve batılın görevini zamanla dinin aldığını söyler, doğaya aykırı olduğu düşünülen yanlış ilişkiler bu sefer tanrıya ters gelecektir. Yaptığımız işler illa birilerine ters gelecektir yani, biçimlenmiş bir dünyadan yırtma şansı yok.

İnsan Yaşamına Saygı. En sayko uygulamalar burada sanırım. Suç işlendi, cinai meseleler doğdu diyelim. Bütün köyü yakmak nedir? Efendim, suçlunun bulunduğu köy yakılıyor, yakılmazsa musallatlık durumlar oluyormuş. Hayaletler ve hortlaklar cirit atıyor bu bölümde, ölenlerin ve öldürülenlerin ruhları geri gelmesin diye yapılanlar, katilin ve maktulün arındırılması... Katil de arındırılırmış eskiden, yediği halttan sonra öfkeli bir ruhu dünyaya salmasının bedelini ödeyerek.

Son bir detay daha, sonra bitireceğim. Babil Kitaplığı'nda Çinli iki yazarın kaplanlı bir kitabı vardı, orada Borges'in Çinliler hakkında söylediklerini hatırlıyorum. Çinlilerin ölüleriyle yaşamasına burada da rastladım, kısaca alıntılayayım: "Çinlilerin gözünde ölüler sadece var olmakla kalmayıp yaşayanlarla aktif bir iyilik-kötülük ilişkisi içindedirler. Aslında Çin'de bile insanlarla ruhlar, yaşayanlarla ölüler arasında bir sınır vardır, ancak bu sınır son derece belirsiz hatta fark edilmezdir." (s. 94) Daha gidiyor da benden bu kadar.

Dünyayı anlamlandırmada yardımı dokunacak bir araştırma.

27 Eylül 2017 Çarşamba

Jean-Louis Fournier - Dul

Sarı gökyüzü, yeşil yapraklar. O da biraz sarı. Belki sonbahar. Beyaz saçlı adamın gözü yolda. Kadın arkasına dönmüş, gülümsüyor. Belki kızına. Gidiyorlar veya dönüyorlar. Cam indirilmiş, çiçek kokularının içinden geçiyorlar, çiçeklerin içinden, yapraklar kucaklarına düşüyor. Yolun bitmeyeceği düşüncesiyle her şeyin bitecek olması o kadar buluşmazdır ki buluştuklarında birbirlerini bozarlar, o yol sanki hiç gidilmemiş ve hiçbir şey bitmemiş gibidir. Biri fotoğraftan çıkınca diğer her şey aynı kalır, bu nasıl mümkün olabilir? Fournier hatırlayarak mümkün kılıyor, hatırlamanın da ötesinde eşiyle konuşuyor ve anlatamadıklarını anlatıyor, eski ve yarım kalmış bir sohbeti uyandırarak tamamlıyor. Birçok fragman böyle sona eriyor ama sonuçta hiçbir şey bitmiyor, üzüntünün tekrarı her şeyi can acıtıcı biçimde canlandırıyor. Geçmiş, acıdan doğuyor.

Benzerini Son Mektup'ta görebiliriz, daha uzun süreli bir evlilik, benzer sallantılar, benzer mutluluklar, sadakatin ve sevginin sorgulanması... Yaşamın düşünceye, kalıplara sığmaması karşısında bir anlamı yok, sadece yaşananları yaşayabiliriz, korkular olmamışın şimdiye yansımaları. Bütün zamanları şimdiye yığmaktan kurtulmanın yolu yok mu?

İlk aşk sınırları çizdi, gerisi zaman içinde doldu. Bir fikrim var. Alışkanlığı da içeriyor, bıkkınlık da var, nefreti de kıyısına yanaştırabiliriz ama bir aradayken olacak bunlar. Balkonda otururken, misafirlikte, yolculukta, sevginin ve öfkenin zamanı olmayacak, bu bir. İkincisi de aziz ve azize olmadığımızı peşinen kabul etmiş olacağız ki aziz(e) bile günahkarlar arasından doğarmış, o zaman neysek o olduğumuzu bilerek yaşayacağız. Benim çuvalladığım nokta burası; bazen bunu unutuyorum.

Vonnegut: "Aşk, bulduğunuz yerdedir. Aramaya çıkmak bence enayiliktir ve gene bence, çoğunlukla ölümcüldür.

Geleneğe göre birbirlerini sevmek durumundakiler, kavga ettiklerinde karşılıklı şöyle diyebilseler keşke: 'Lütfen bir gıdım daha az aşk ve daha fazla karşılıklı nezaket.'"

Paldır Küldür, onuncu sayfa.

Üçüncüyü Vonnegut kısmen söyledi. İncelik. Biraz özveri. Bu olmayınca ilişki tek kişiliğe dönüşüyor, olmuyor. Fournier'nin eşini bu yüzden çok sevdim, yazarın anlattığı kadarıyla. Fournier de kendi fikrini anlatıyor. Eşinden önce ölmek istemesine rağmen ölemedi, nefret duyması normal değil mi? Kendini kabul ettiği ölçüde eşinin gerçekliğine ve sevgisine yaklaşıyor Fournier, okuru da yaklaştırıyor. Son derece içten bir veda diyeceğim, veda da sayılmaz bu anlatı. Bu, yukarıda bahsettiğim garip durumun bir izlenimi. Bitti ve bitmedi. Olumsuzluk ekinin anlamını yitirdiği nadir durumlardan biri sanırım.

Epigraf Voltaire'den: "Neşeli olmak nezaket gereğidir." Sylvie neşeli, nazik ve artık indirimli satışlara gidemeyecek kadar ölü. Bir evi kimliğiyle doldurduktan sonra zıt kutupta yer alan eşini de kendine çekmeyi başarmış ve yaşamını biçimlendirmiş. Gölgesi günden güne büyüyor ve büyüdükçe koyuluğu zayıflıyor. Yürekteki tek, kuvvetli bir ağrıdan her yere dağılmış belli belirsiz acılara dönüşmesi zaman alacak ve hiçbir şey daha iyi olmayacak. Nazikliği diğer insanlar tarafından takdir edilecek ama eşine uyguladığı çifte standart anlaşılmayacak, Fournier farklı bir muameleyle karşılaşmasını yadırgıyor ve seviyor. Diğerlerinden farklı bir yerde olduğunu bilmek.

"Sylvie beni terk etti. Ama başka biri için değil. Güz yapraklarıyla birlikte kibarca yere düştü." (s. 9)

Ölümden sonra gelmeye devam eden mektuplara merakla bakar Fournier, aralarında gizli bir aşığın mektubu olabilir mi? Kızmayacağını söyler, adamla veya kadınla oturup eşinden bahsedebilir. Tanımadığı birinde Sylvie'nin izlerini görmenin garip olacağını düşünmüştür, paylaşıldığı insanda kendini tekrardan bulmak ve tanımlamak ister. Kendi sadakatsizlikleri için böyle bir şey yok, onlarda Sylvie'yi aramaz, şöyle bir değinip geçer. Kendi karısının diğerlerinin karıları kadar güzel olduğunu fotoğraflardan anlar.


Uzun seyahatlerden günlük hayatın en küçük detaylarına kadar onlarca Sylvie var, birkaçına değineceğim. Bir, kimselerin beğenmediği Jean-Louis'ye kırk yıl dayanması. Gençken tanışıyorlar, kadın pek bir şey vadetmeyen adama kibar davranır, esprilere güler, sonunda yaşamını paylaşır. Jean-Louis neden tercih edildiğini çözememiştir, çözmesinin imkanı da kalmamıştır. Biraz da böylesi bir gizemin açığa çıkma şansının ortadan kalkması yüzünden acı çekiyor.

Yasla mücadele için okunan bir kitaptan leitmotif: "Her geçen gün, her bakımdan daha iyiyim, çok daha iyi olacağım." Jean-Louis kayıpla baş edemeyeceğini düşündüğü zamanlarda bu cümleyi tekrarlıyor ve güçlü olmaya çalışıyor ama yaşamın her anı farklı bir Sylvie'yi karşısına çıkarıyor.

"Bana inanıyordu, onun sayesinde ben de kendime inanmaya başladım." (s. 23) Eşinin başarılarıyla mutlu olan bir kadın var, samimi bir şekilde aynı şekilde davranamayacağını söylüyor adam. Aşkın bir temeli de budur, egoluk bir durum yok.

Beni biraz fazla etkiledi, son bir alıntıyla keseceğim. Dahasına elim varmadı, gücüm yetmedi: "Gittiğinden beri yedi milyon kırk sekiz bin sekiz yüze kadar saydım. Bu kadar zamanda saklanabilmiş olmalısın. Her tarafı arıyorum. Bulamıyorum, ümidimi kaybediyorum. Saklambaç oynamak çok uzun sürüyor. Tamam hadi, kazandın, çık artık saklandığın yerden. Artık oynamak istemiyorum. Çık neredeysen, kazandın. Çık ne olur, kaybettim, her şeyi kaybettim." (s. 44)

Sevginin örttüğü yaralar, sırlar, her şey. İnsan gerçekten sevip sevmediğini, aşık olup olmadığını her şey tam olarak sona ermeden anlamıyor galiba.

Kurt Vonnegut - Paldır Küldür

Vonnegut'tan yine kuduruk bir metin. Biraz durulu yahut kontrollü bir kudurma var, daha bir otobiyografik nitelikler taşıdığı için sanıyorum. Girizgâh bölümünde böyle diyor yazar, abisi ve ablasıyla ilişkilerini ve aile yaşamını anlatırken üstesinden gelmeye çalıştığı saçmanın denetimli bir şekilde arttığını görürüz. Alman köken dünyanın gördüğü en büyük savaşlarla birlikte bilinçaltına itildikçe küçük parçalara ayrılıp unutulan anıların yine parçalı bir biçimde ortaya çıkması biçemin bir açıklaması olabilir, olmayabilir, bilemiyorum. Anlatının sürekli tekrarlanan sözcükleri abiden veya abladan, onu anlıyoruz, bir de April bunu Hacıyatmaz olarak basmış zaten, ikinciye almış oldum. Hoşuma gitmedi. Neyse, bir durum şiiri diyor Vonnegut, Laurel-Hardy'ninki gibi çabalamalar ve yenilgiler absürt bir şekilde zincirlenecek ve olaylar patlak verecek ama Vonnegut'ın yaşamından -kendi yansıttığı ölçüde- biraz daha bahsetmeliyim.

"Hayatın bana nasıl geldiği hakkında." (s. 9) Kaderle pazarlık ve içtenlik aşkı dahi kapsıyor, bu yüzden aşka geniş bir parça ayrılmıyor da çok parçalı yapının bir köşesinde şöyle bir yer veriliyor. Hayatın gelişinde tecrübeler ve yaşananları yerli yerine oturtma çabası var Vonnegut için, bu yüzden akıl hastalığını başka bir gezegendeki bambaşka bir yaşama dönüştürebiliyor veya küçük yaşlarda kaybettiği çok çılgın bir amcasını kaybetmeye mahkum bir bilimkurgu yazarına dönüştürüp yazarın ipe sapa gelmez hikâyelerini amcasının deli işi cümlelerinden çekip çıkarabiliyor, Vonnegut bence yaşamın her bir parçasını kusursuz bir biçimde dönüştürüp değiştirebildiği için büyük bir yazar. Edebi ölçüde şahane bir durum, muhtemelen içinde yaşadığı toplumun yapısıyla ilgili. Kendisi ABD'nin ve kapitalist dünyanın dönüştürücülüğünden de bahsediyor. Değerlerinden ayrılan insanlar yedek parçalar haline geliyor ve koca bir fabrikanın sürekli işlemesini sağlıyor. Değersizleştirmenin ödülü sağlık poliçeleri ve kanser haline geldiğinde boşalacak yer bir başkası tarafından çoktan dolduruluyor. Kabus gibi. Günümüz dünyası.

Başka, tekrarlanan sözcükler dedim ama cümleleri de katmalıyız. Ablanın dört çocuğu var ve kadın kırklı yaşlarında kansere yakalandığı için ölmek üzere. Hayatı paldır küldür bir güldürü olarak tanımlıyor. Kitabın adı buradan çıkıyor ama orijinal adıyla bir ilgisi yok, çevirmenin takdiri. Bu paldır küldür güldürüye üç beş yerde daha rastlayacağız, henüz başlangıçtan kurtulup asıl metne geçemedik. Geçiyoruz.

Post-apokaliptik bir dünyada Empire State Binası'nda Dr. Wilbur Nergis-11 Swain yaşıyor. Ortalık cengele dönmüş, yıkım ortada bina falan bırakmamış. Empire State bir sembol, belki de nasıl bir dünyada yaşandığının unutulmaması için korkuluk gibi yükseliyor. "İnsanlar, buraya gelmeyin ve çarkın bir parçası olmayın. Sonuçta savaş çıkıyor ve ölüyorsunuz." Güzel bir metafor bence. Neyse, en yakın komşu yarım kilometre mesafede. Manhattan'a Ölüm Adası deniyor çünkü Yeşil Ölüm denen bakteriyel bir nane yüzünden nalları dikmemiş pek kimse yok. Yer çekimi azalıp artıyor, erkekler durduk yere sertleşiyor, bildik Vonnegut delilikleri işte. Oralara hiç giremiyorum; adam bir bölümde anlatının bir birim kadar ilerlemesini sağlıyorsa komik ve tuhaf deliliklerinden de bir birim sokuşturuveriyor araya, hangisinden bahsedeyim yani.

Rockefeller olarak doğan -ünü ve parayı düşünün, of be- adamımızın bir de tek yumurta ikizi vardır, Eliza Mellon Swain. Bunlar fizyolojik anomalilerle doğar; dört meme ucu, altışar parmak, kiremit gibi sert ve köşeli çeneler, balon gibi bir kafa. Neandertalsi diyor Wilbur/anlatıcı. Kısa sürede ölmeleri bekleniyor ama ölmüyorlar, beyinsiz olmaları bekleniyor ve beklentileri boşa çıkarmamak için beyinsiz taklidi yapıyorlar ama aslında inanılmaz zekiler, bir arada oldukları zaman telepat bile olabiliyorlar. Anneyle baba bunları dedelerinin süper lüks bir malikanesinde bırakıyorlar, başlarına bakıcıları dikiyorlar ve ölmelerini bekliyorlar. Bunlarsa keşfettikleri gizli bir kütüphanede okuyorlar, öğreniyorlar. Gerçi sadece Wilbur okuyabiliyor, Eliza seziyor. Bombastik ikizler canım. Gezegenin ve insanların haline bakarak embesil rolüne bürünmeleri ve bu şekilde mutlu bir şekilde yaşamaları kadar güzel bir iğneleme pek az okumuşumdur. Vonnegut komikliğiyle birleşince daha güzel oluyor.

Rol sona eriyor, anne-babanın üzüntüsünü bitirmek istiyorlar ve gerçek kimliklerini açıklıyorlar ama daha kötü oluyor her şey. Deneyler, medyanın ilgisi derken ikizler kopartılıyor, Eliza akıl hastanesine düşüyor ve yıllarca orada kalıp kardeşine düşman kesiliyor. Wilbur standart bir zekaya sahip olduğu için vasatlıktan ölmeden hemen önce tıbbı bitiriyor, doktor oluyor ve kardeşini hastaneden çıkartıyor ama çok geç, kız Çinlilerin izinden Mars'a gidiyor ve orada kayaların altında kalıp ölüyor. İkilinin müthiş zekası sonsuza dek kayboluyor. Bunun acısı çekilecek ama aşk ve mutluluk gibi, hatta çoğu duygu gibi satır aralarında gizlidir.

Wilbur ABD başkanı oluyor, dünya ayvayı yiyor, sona geliyoruz. Vonnegut zaten kuru sayılmayacak bu hikâyeye Çinlileri, Arnavut Gribi ve Yeşil Ölüm gibi pandemik dehşetleri, feodal düzenin çatışmalarını, yalnızlıktan deliren insanlar için Wilbur'un uydurduğu akrabalık bağı sistemi -dileyen Sarıasma, Nergis, Burger veya başka herhangi belli bir şey olabiliyor- ve uydurduğu yeni mezhepleri katarak kaçık bir dünya yaratıyor.

Wilbur iyi denedi ama Çinliler daha iyi denedi sanırım, 1976'da son noktası konan bu metinde şahane müneccimlikler görebiliriz. Vonnegut yıldızlara bakmayı bırakmaz, geleceği gördüğü gibi kendi anlatılarını da görür orada.

Bir Vonnegut metninin daha sonuna gelmenin üzüntüsüyle burada bırakıyorum, içeride keşfedilecek çok abukluk ve bunlardan yola çıkarak düşünürsek yaşamımızda başa gelecek çok çok acayip hadiseler var. Sizin de yapacağınız iki şey var tabii; Vonnegut okumak ve yaşamak. Parçalar halinde.

26 Eylül 2017 Salı

Charles Howard Hinton - Bilimsel Öyküler

Öykücü olmayan bir öykücü Hinton, dört boyutlu uzayını tahta parçalarından oluşan gereçlerine tıkıştırmış ve dileyene satmış. Öyle süper bir zeka gerekmiyormuş dördüncü boyutu anlayabilmek için, eldeki çokyüzlü tahta parçalarıyla oynayarak Yog-Sothoth'u evinize davet edebilirmişsiniz. Hinton'ın düşü: Kaosun çoklu boyutları ve hacmi düzleme değil de başka hacimlere yerleştiren hiperhacim, hiperküp, hiperkoni ve her türlü hiperliğin hayal gücünü zorlayan akıl almazlığı düşünme yetisine meydan okuyor.

Hinton pek tanınmıyor, bir iki gönderme dışında hakkında bir değini yok. Borges'e göre Wells'in isim vermeden fikirlerini ve varlığını kullandığı bir düşünür. Üç, beş, sekiz boyutlu falan evrenler kurgulamış. Calabi-Yau manifoldunu görseydi şöyle diyaframdan bir, "Hah!" patlatırdı gibi geliyor bana. Onun dışında zamanının diğer bilginleriyle girdiği atışmalar birkaç kitap yazmasını sağlamış, öyküleri(?) bu kitaplardan ediniyoruz. Borges, bu spekülatif kurguların Wells'ten de önce yirminci yüzyılın bilimkurgu yapıtlarını öncelediğini düşünüyor.

Düz Bir Dünya: Elimde Helikopter'den çıkan Düzülke var, Edwin Abbott Abbott'ın. Hinton bu metni salık veriyor ama bir düzlem üzerinde yaşama fikrinin burada farklı sebeplerle ortaya çıktığını söylüyor. Kendisi böyle bir yaşamın farklı boyutlarını anlatacak.

Tanecikler yapışmıyor, sürtünme yok, derinlik yok, atmosfer yok. Bir masa üzerinde yer alan bozuk paraları düşündürür Hinton, bu paraları canlı varlıklar olarak ele alırsak ortaya ilginç bir dünya ortaya çıkıyor. Doğası, ışık kaynağı tek bir düzleme indirgenen bu dünyada iki bozuk para birbirini geçemez, geçmek için bulundukları düzlemde bir boşluğun oluşması, birinin boşluğa inip diğerinin boşluğun üzerinde belirecek köprüden ilerlemesi gerekiyor.

Bir evin duvarında iki delik bulunamıyor, ev çöker.

Fiziksel olarak değil, cinsi ve duygusal yönden de tek boyutlu bir dünya. Kötü hep kötü, iyi hep iyi, cinsiyet farkı sıfıra olabildiğince yakın, düzlemde her şey aynı. Canlılar dik açılı üçgenler olarak resimleniyor, Hinton bu varlıkların hareketlerini nitelemek için dünyanın yapısı gereği olabildiğince az sayıda sıfat kullanıyor. Erkekler sola bakan üçgenlerdir, yüz yüze gelemezler. Kadınlar için de böyle, sağa bakmaları dışında mevzu aynı.

Çekim kuvveti ve yörünge dalgasında mesafenin iki katına çıkması çekimi dört kat azaltmaz, iki kat azaltır. Malum sebep. Araçlarda tekerlekler dönmez, her bir dönüşün sonunda dingili çıkarıp tekrar takmak gerekir. O dünyada yer alan, çok boyutluluğa ihtiyaç duyan önemli nesnelerin açıklamasını yapmıştır Hinton, muhtemelen kendi çizdiği şekillerle okur için görsel bir kaynak yaratır.

Dördüncü Boyut Nedir?: Lovecraft'ın kötücül öngörüsünün tersini görürüz; kuramsal eylemlerin gerçeklerle birleşmediği noktada ortaya çıkan kaostan korkmaz Hinton, sağduyunun orta bir yol bulacağını söyler ve insanın sezgisel yeteneğiyle mutlak yıkımdan yırtacağımızı söyler. Lovecraft, disiplinlerin tek bir noktaya doğru yolculuğunun bitimiyle sonsuz karmaşanın ortaya çıkacağını söylüyordu. İkisine de fitim, iyi olan kazansın.

Pers Kralı: Bu işte, okuduğum en ilginç öyküler sıralamasında ilk üçte yer alır.

İran'da kral bir köprüden geçer, köprüyü oluşturan kayalar yıkılır ve krallık küçücük bir toprak parçasına indirgenir. Laboratuvar ortamı da diyebiliriz, Hinton kader, özgür irade, acı ve mutluluk konularında Antik Yunan'dan Lacan'a kadar ne kadar fikir varsa hepsinin toplamını sunar. Olabildiğince detaylı bir şekilde anlatacağım ama her şeyi anlatmayacağım, okumanızı isterim.

Kral, karşı tarafta gördüğü bir köylüye bağırarak halat, ip falan getirmesini söyler ama bağırdığı adam Demiourgos'tur, insanların yaratıcısı. Bu varlık, insanları bir kukla gibi oynatan krala yaratmanın ve gerçekten yönetmenin acısını göstermek ister gibidir, hareketsiz duran insanlarla dolu bir bina ortaya çıkarır ve arazi olur. İnsanlar hareket etmemektedir zira bu dünyada yapılan her şeyde haz ve acı vardır, ikisi eşit düzeyde olduğu için kimse kıpırdamaz. Kral, acının bir kısmını aldığı zaman insanların hareket edebildiklerini görür. Muktedirin diyetidir bu, yönettiği insanların acısını doğrudan hisseder. Bir tık ilerisini Calvino'da da görürüz; hükümdarlar süreleri dolunca öldürülürler, acıların tek kalemde ödenmesi gibi. Neyse, bir de değnek vardır, bu değnek varlıkların acılarını azaltarak onları hareket ettirir. Değneğin salınımının da bir düzeni vardır. Aslında çok temel ilkelerdir bunlar, diğer ilkelerle birleştirilmemiş haldedirler, zincirleme reaksiyona açık olsalar da ilk hareket için biraz daha zaman geçmesi gerek.

Kral yönetmeyi öğreniyor.

Tek tek hareketlerden, söz gelimi bacakların hareketlerinden daha büyük örüntülere, daha geniş hareketlere yönelir ve insanlara bunu yaptırır, acı-haz dengesini her seferinde daha büyük bir hareket için genişleterek kurar. Böylece insanlar günlük yaşamlarını yavaş yavaş oluştururlar. Değneğin etkisi merkezde daha kuvvetlidir, merkezden uzaklaştıkça azalır, bu yüzden insanlar merkeze gelme eğilimindedirler. Toplumsal kabul. Metropolleri düşünelim, insanlar her açıdan daha çok olanak için büyük şehirlere gelirler ve -sözde- daha derinlikli yaşarlar; acı da haz da daha yoğundur. Dışarıda kalanlar daha az acı ve hazla yetinenlerdir, daha düşük seviyeli insanlar olarak görülürler. Günümüz toplumuna bu anlayış hakimdir, hâlâ, ne yazık ki. Sanıyorum Buda'nın bir benzeri çıkıyor ortaya; Demiourgos Kral'ın anlaşılabilme isteğini fark edince değneği verebileceği birini bulmayı tavsiye eder, böylece "peygamber" diyebileceğimiz kişi Tanrı'yı -bir ölçüde- anlayabilecektir. Kişi bulunur, prens olarak adlandırılır ve insanları acıdan kurtarmak için köy köy gezmeye başlar. Acıdan kurtulmayı salık verir. Nasip.

İş toplama kampları benzeri yapılara, isyancılarla mücadeleye ve matematiksel formüllere kadar gelir. Hinton bir noktada hikâyeyi keserek toplumsal dinamikleri daha iyi açıklamak için formülasyona başvurur, okura sayfalar dolusu tablo ve formül sunar. Sonrasında ortaya Neo benzeri bir insan çıkar, sistemin çarpıklığını ortaya çıkarır falan derken seyreyle cümbüşü.

Tuhaf, deli işi, gerçekten çok ilginç bir öykü.

Buna da kitaplığın en, en ilginç kitabı diyorum, noktayı koyuyorum.

23 Eylül 2017 Cumartesi

G. K. Chesterton - Apollon'un Gözü

Mahşerin Üç Atlısı: Sadakat, emrin demiri kesmesi ve beklenmeyen ihanetler üzerinedir.

İki zatın sohbetine kulak misafiri oluruz. Biri havuzu gibi durgun, parlak ve her şeye açıktır, iyi bir hikâye anlatıcısında bulunması gereken özellikler. Diğerini hatırlamıyorum. Aslında bu yazacağım en laçka şey olabilir, neyse, Prusyalı saygıdeğer askerler ve devlet adamlarıyla ilgili oldukça gizemli, düğümü sonda çözülen bir hikâye dinleriz. Polonyalı bir şairin öldürülmesini emreden mareşal, hükümdarının zıt yöndeki isteğini gözardı eder ve adamını gizlice şaire yollar. Şair hapistedir, öldürülürse bir ulusu gaddar göstereceği gibi bir diğerini de kahramanlık mertebesine yükseltecektir. Sonuçta atını çok hızlı sürebilen bir eleman yola düşer, ardından onu vurması için çok iyi bir nişancı yollanır, haber beklenir. Ertesi gün şairin öldürülmediği öğrenilir, sadık bir diğer askerin kendi inisiyatifiyle bir başkasını gönderdiği anlaşılır falan, bir sürü gizemli mevzu. Chesterton'ın çok başarılı bir atmosfer yaratıcısı olduğunu söylemek sırf bu öyküyü okuyarak bile mümkün; bürokratik ilişkiler karakterlerin en ufak davranışlarına bile yansır, mekan bile ast-üst ilişkisinden payını alır. Bir diyalog paslayayım; prensle mareşal şairin yaşamıyla ilgili çekişirlerken prens dehşete düşerek bağırır: "Weimar'la bir tartışmaya girse, Goethe'yi de asardın sen!" (s. 26) Mareşalin cevabı da müthiş, tam asker mantığı: "Kraliyetinizin güvenliği için bir an bile tereddüt etmezdim." (s. 27)

Tuhaf Ayak Sesleri: Chesterton'ın polisiye öykülerine bir giriş. Polisiye bir kavram tabii, gerçekte gizemi çözenin polis olması gerekmiyor. Polis gizem çözer ama her zaman değil, burada yardımcı eleman tipinde. Peder Brown Katolik, evrenin nasıl işlediğini iyi biliyor ve dalgaları o çözüyor. Çünkü polisiye olsa da polis değil. Q.E.D.

Chesterton yine garip bir mekan yaratır, zenginlerin sınıf farkını ortaya koymak için giriştiği acayip işlere orijinal bir pencere açar. Küçük bir kasabanın gösterişsiz ve pis bir restoranı zengin tayfanın toplanması için karargah haline getirilmiştir. Başka ne vardı, Bester'ın jauntlama -düşünce gücüyle hop orada, hop burada olmak- davasını zenginler yapmıyor, artık tarihe karışmış benzinli araçları kullanıyorlardı. Ne kadar ilginç, biz fakirler için ağlama sebebi. "Varsılerkil bir toplumda tüccarlar, müşterilerinden daha müşkülpesent olacak kadar kurnazlaşırlar. Özellikle zorluk çıkarırlar ki, zengin ve bezgin müşterileri bunların üstesinden gelebilmek için çuvallarla para harcasın ve bir o kadar da diplomatik çaba sarfetsin." (s. 40) Chesterton bir temiz giydirir bunlara, eline sağlık. Neyse, Peder Brown nam gizem çözücümüz, düğüm kesicimiz, esrarengizlik hacamatçımız karakter ortaya çıkar, mekana gelir, bir odadayken dışarıdan önce düzenli, sonra oldukça kararsız ayak seslerinin geldiğini fark eder. Odadan çıkar çıkmaz adamı karşısında bulur ve rahip olduğunu, adamın isterse günah çıkartabileceğini söyler. O an davayı çözmüştür ama biz beklemek zorundayız.

Toplantının yapıldığı salonda sohbet gırla gider, salona garson girdiği anda herkes şaşkınlıkla soluğunu tutar çünkü garsonun onca seçkinin arasında ne işi var mesela? Aslında kimliğin bir önemi yoktur, gümüş takımları çalmak isteyen hırsız beyefendilerin yanında beyefendi, garsonların yanında garson taklidi yapar ve ayak sesleri bu şekilde farklılaşır, arada takımları cebellebe eder. Mevzu şu, hepimiz insanız ve farklarımız kendi ürünümüz olduğu için kusurlu, kolayca taklit edilebilir ve lüzumsuz.

Israel Gow'un Onuru: Bu mükemmel bir öykü. Dört cisim, bir ölü ve dünyanın geri kalanıyla kaç farklı cinai kurgu yaratılabilir, bu öyküde müthiş bir örneği var. Sırf Peder Brown'ın bu yaratıcılığı için okunması gerekir. Gerçeğin doğası ve materyalizmin gizemle doğrudan bağı da oldukça ilgi çekici de böyle deyince hiçbir anlamı olmuyor tabii, benim de hafiyeliği anlatasım yok, o zaman lütfen okur musunuz?

Şato hizmetçiye kaldı, soylular öldü ve ortadan kalktılar. Buraya kadar iyi ama ortadan kaybolan altın dişler, bir adet kurukafa ve aile geleneği, paraya tapınma var. Hizmetçi de bir süre sonra aileden birine dönüştüğüne göre... Çözülmüştür.

Kitaba adını veren öyküyü geçip Dr. Hirsch'in Düellosu'na geliyorum. Chesterton kendi zamanının siyasi gerilimlerinden güzel kurgular çıkartmış, edebiyatla yaşam arasındaki bağı son derece sıkı tutmuş. Çok hoş.

İki politik görüşü temsil eden iki kişinin düellosu ve halkı galeyana getirmeleri üzerinedir. Halk galeyana gelir ve güdülür, zıt fikirler yaşar ve kazanç sağlar. Bir araya gelmezler, gelmeleri mümkün değil çünkü aslında o kadar zıt, hatta farklı kişiler olmayabilirler.

Borges'in dediklerine geliyorum. "Bir Kafka ya da Poe olabilirdi; ama o cesaretle mutluluğu seçti ya da bulmuş göründü." (s. 10) İki şey daha; hiçbir yazarın kendisini Chesterton kadar mutlu etmediğini söyler. Bir de Katolik inancının evrenin garipliğiyle uyum sağladığını ileri sürmesinden etkilendiğini söylüyor Borges, Peder Brown öykülerindeki gizemin ve çözümdeki mantığın eş ölçüde ilginç olması da bir diğer bahis.

Kitaplıktaki en iyi derlemelerden biri, Chesterton müthiş.

22 Eylül 2017 Cuma

Péter Esterházy - Hrabal'ın Kitabı

Kosztolányi'nin bahsi geçiyor arada bir yerde, büyük mutluluk. İki karnaval işçisi yazardan biri diğerine saygılarını sunuyor. Sunsun, iyi eder ama daha ağır, yaralı bir hal var, ustanın oyunculluğu aynen sürdürülecek olsa da mizahın karası, komiğin trajedisi her an tetikte, her an işkenceye uğramayı bekler halde. Ustanın zamanında ilk büyük savaş atlatılmış, acıları çekilir halde ve ülke kaotik; parçalanmalar, birleşmeler, Avrupa'nın geri kalanıyla uyuşma çabaları derken bir yerden tutunmaya çalışan insanlar beliriyordu, farklı dilleri konuşan iki karakterin sadece mimik ve jest yoluyla anlaşmaya çalışması bu mevzuya sağlam bir örnekti. Ghost Dog: The Way of Samurai'da dondurmacı Fransızla samurayımızın dostluğu da böyle. Sağlam, yarım. Esterházy'nin Macaristan'ı ikinci bir dünya savaşını daha görmüş, Sovyet zorbalığına maruz kalmış bir ülke. Daha parçalı, toplumun benimsediği ve yavaş yavaş delirmeye yol açan bir bilinmezin orta yerinde.

Sleeper'da Woody Allen'ın söylediği, yukarıda bizi izleyenin devlet olduğuydu. Bir tık ileri götürülebilir; Tanrı tasfiye edilmiştir, ortadan kalkmıştır. Komünist politikaların sonucu olabilir, Tanrı'nın aslında pek de bir işe yaramadığı fikrinden kaynaklanıyor olabilir, sonuçta Tanrı gücünü böylesi bir güruhu iyilikle denkleyemeyecek, denklemeyi tercih etmeyecek bir ölçüde hasır altı eder ve sadece bir gözlemci olarak varlığını sürdürür. İki meleği vardır, Cebo ve Blaise. Pascal da kendine yer bulur romanda, çoğu şey gibi. Engin sessizlik karşısında duyduğu korkudan bahsederken Tanrı'dan alıntı yaptığı söylenir, böylece adını meleklerin hizasına yazdırmış olabilir. Mümkün ama Cebrail daha eski, ne yapacağını daha iyi bilir halde. Sözde. Blaise yardımcı durumunda. Aileyi izliyorlar. Aileyi izlerken melekliğin neliğini, Tanrı'yı düşünüyorlar. Tanrı da düşünüyor, sessizliğin diliyle düşünüyor. Sessizliğin dili, sevginin dili. Tanrı'nın varlığının sezgisel olumlaması.

Esterházy'nin şöleninde anlatının nereye gideceğini, anlatıcının araya girip girmeyeceğini, Yazar nam karakterin yazdığı metinle okunan metnin ne ölçüde kesiştiğini fark etmek mümkün değil. Modüler bir anlatım sistemi vardır; Anna'nın evlenmeden önceki yaşamı ve ailesi, Yazar'ın ailesi ve yaşamı, yaşamlar ve aileler, devletin güdümündeki yaşamlar, ailelerin kepaze ettiği yaşamlar, korkuyla dolu olanlar, alenen gösterilen kolluk kuvveti sopasıyla birlikte aile içinde yaşanan ihanetler birbirine girer. Katmanı çok bir geçmişin içinde dolanırız, işin içine zamansız Tanrı girince akıştan kurtuluruz ve belli bir sabitte düşüncelere boğuluruz. Sürerliği olan bir şey değil, Anna'nın melekleri fark edip uyumalarını izlemesiyle sabit de akışa kapılır. Esterházy insan tarafından yaratılanlarda Tanrı'nın izlerini görmenin mutluluk verici olduğunu söyler, gerçi bu mutluluğun içinde Tanrı'ya duyulan küçümseme de işin içine girer. Suretler karışır, yücenin bayağılığı fark edilir. Tanrı'nın korkusu da budur; zaman gibi bir yaratının benzeri metinlerde doğabilir. Gocunulacak bir durum değil, boynuz kulağı geçse de kulak ve boynuz bambaşka şeyler.

Hrabal'ın mevcudiyetini Yazar'la Anna sağlar. İçimde ukte; Baran önermişti Hrabal'ı ama bulamıyorum. Trenler haricinde bir kitabı daha varmış, kitapların yok edildiği bir yerde çalışan bir adamla ilgili. Sıkı kitapmış, denk gelirsem alırım. Sanırım iki kitabı çevrilmiş Türkçeye, anlatıldığı kadar incelikli bir yazarsa neden çevrilmiyor, Dedalus göreve. Neyse, bu Çek yazarı karakterlerimiz çok sever ve evliliğe katmadıkları kişiliklerini bu yazarla sürdürdükleri hayali diyaloglarda canlandırırlar. Kızarlar, öfkelenirler, severler, Hrabal direkt muhataplarıdır. Hrabal Tanrı'yla da muhataptır, metnin sonlarında tiyatro sahnesindeymiş gibi görürüz ikisini, tiyatro metnine dönen diyaloglarla ikisinin absürtlüğü kapışır, Tanrı'nın gerçeğe ulaşan Hrabal'ı kucaklamasını görmek isteriz ama bu bir hakarettir, yaşam verilmiş hemen her şey sevginin diliyle söylenir ama sevgiye ulaşmak bir hakarettir Tanrı için. İnsanın ulaşacağı menzil, gazaptan fazlası değildir. Toplum için de geçerli bu.

Ulusların sevgiyle yönetilmediğine dair bir alıntı yapardım, bulamıyorum.

Konu muhtelif. Yazar'ın gerçek gibi edebiyat-edebiyat gibi gerçek ikilisinden yırtamaması onu yaşayan bir karaktere dönüştürüyor, romanlardan fırlamış bir adam. Anna rüyalarında Hrabal'ı görüyor ama bunu söyleyemiyor çünkü görmesi gereken Yazar. Olsun, o kadar giz her ailede mevcuttur ve Anna bir edebiyat duludur, kocasını edebiyata kaybetmiştir. Çocukları var ama pek önemli değiller, annelik ve babalığın hissettirdikleri daha mühim.

Diyeceklerim başlayacakken bitiyor, fazlasını demeye yeteneğim yok. Şenlikli bir metin, acısı kadar sevinci de çok. Oyunlarına biraz değindim, bir tane daha: Postacıyı eve alan Anna, adamın üzüntüsünü dindirmeye çalışır ve ağlayan adamın kırık kalbini onarmak için ona yemek yapar, rahatlasın diye kocasının kıyafetlerini verir. Yazar eve gelir, postacıyla eşini görür ve postacının kıyafetlerini giyip kalan mektupları dağıtmak için sokak sokak gezinir. Eve geldiğinde sessizce bakışırlar, mevzu kapanır. Bunca kapalılığın, anlatılmayanın içinde her olasılığı dahil eden bir açıklığı sağlamak zor ama Esterházy müthiş bir iş başarmış. Bence. Bir de şey; dehşetin izleri her yerde. İşkence yöntemleri, devlet adamları, polisler, işkenceler, her şeye rağmen yaşamak ve yine işkenceler, hep işkenceler... Tarihinden kurtulamayan, geçmişin şimdiyi boğduğu bir ülkede üç beş hassas insan.

Delicesine öneririm, mutlaka okuyun.

16 Eylül 2017 Cumartesi

Claire Keegan - Mavi Tarlalardan Yürü

Karakterleri geçiştirmeye çalıştım, beceremedim. Rahipler, yarı yıkık ailelerin mutsuz çocukları, hepsi başka bir öyküde görünüp kayboluyorlar ama bunun isnatı yok, belki Keegan İrlanda'nın hikâyesini çatarken karakterleri geçişli hale getirmiştir, anlayamadım. Tatildeydim, insanlar denize giriyordu, ara sıra ben de giriyordum. Hakkını veremedim, affola. Affolmaya, kendimi kayıramayacağım.

Yazarın aldığı ödülleri bir yana koyuyorum, hiçbir zaman sıcak yaklaşamadım bu meseleye, yine de bir şeylerin göstergesi olduğuna katılmıyor değilim. Keegan serimci değil, göstermediklerinin ardında daha yüksek bir doruk var. Objelerle karakterler arasında belli belirsiz bağlantılar, çözülmeye yol yapmayan açılımlar öyküleri bir noktadan başka bir noktaya getirip orada bırakmıyor, sürerliğin bir anıyla bakışıyor ve okura bu bakış kadarından fazlası verilmiyor, kişilerin duygularını gündeliğin içinden çekip çıkarmak kalıyor geriye. Anılar acı, ona bir uğraş gerekmiyor ama bu acıyla bir şey yapmanın fazileti, o noktada öyküler ellerinizden öper.

Uzun ve Istıraplı Ölüm: Kurgulanabilir yaşam ve bunun olabilirliği üzerinedir. 

Böll Evi diyeyim, yazarlar için tahsis edilmiş bir ev var ve kadın bu evde yazacak. Böll'ü pek bilmiyor, yazmayı iyi biliyor. Bundan şüphe duyanlar var; yaşlı bir edebiyat profesörü, Alman. Telefonda evi ziyaret etmek istediğini söylüyor. Kadın istemiyor ama adam ısrarcı. Bundan sonrası... Bir diğerini bilemeyeceğimiz, hatta kendimizi de iyi bilemeyeceğimiz gerçeğine rağmen insanın bir tek kendisinin hissettiğini düşündüğü sıkıntılar vardır, sıkıntı aynı olsa da milyarlarca muadili olduğu için aynı şekilde dile getirilemeyeceğini düşünürüm ama Keegan öyle bir yakalamış ki içimde yatan azıcık özgün olduğuma dair fikri paramparça etti. "Güzel başlamış bir gündü, gerçi hâlâ güzeldi, ama değişmişti; mademki bir saat belirlemişti, gün bir şekilde Alman'ın ziyareti doğrultusunda ilerlemeye mecburdu." (s. 13) Bu ne büyük derttir anlatamam. Bütün günüme el konmasına sonsuz lanet.

Kadının ilk günü denize girerek, pasta yaparak ve oyalanarak geçer, ziyan edilmiş zaman. Adam gelir, Böll'ün anısına saygısızlık ettiğini söyleyerek kadını aşağılamaya çalışır. Adam bir şekilde sepetlenir, kadın yaşadığı günü yazmaya başlar. Su ısıtıcısını çalıştırır, yaşam alanını düzenler. Adamın uzun ve ıstıraplı ölümüne hazırlanmaktadır. Kurgunun gerçekten daha yaralayıcı bir bölümüdür bu, gücün kullanılması ve yaratılanların öldürülmesi büyük iştir, yorucudur.

Ayrılık Hediyesi: Yavaş yavaş açılan bir öykü. Çiftçi bir aile, üç çocuk, en küçüğü kız. New York'a gidecek, evi ardında bırakıyor. Abi Eugene, kızla uğraşsa da onu sevdiğini okuyabiliyoruz. Nesnelerle, diyaloglarla açılan bir hikâye. Babanın küçük kızı istismar etmesi, kızın nihayet kaçabilmesi ve bu uğurda abisinin gösterdiği özveri. Anne kızını affedebilecek mi, kocasıyla bir başına bırakıldığı için? Ağaç kırılmaz, eğilir ama göğe bakmaz artık, güvensizliği diğerlerinedir, diğerleri neden eğilmemiştir? 

"Sen" kullanılır, Butor'nun en dolaysız anlatıcısı. "Bir yabancı el çantanı istiyor ve çantayı ona veriyorsun. Kapısı olmayan bir çerçeveden geçiyorsun, el çantan sana geri veriliyor." (s. 35) O çantanın geri verilmeme ihtimali, kendi yaşamının geri verilmemesiyle bir, gerçekleşmemesi için hiçbir sebep yok ve bunun farkına varınca tuvalete koşturuyorsun, bir kabine kapatıyorsun kendini, çevreni küçültmeye çalışıyorsun, dünyanın duvarlarını üzerine örtüyorsun.

Mavi Tarlalardan Yürü: Rahibin gözünden görüyoruz. Gelinin elleri imza atarken niye titrer? Damadın kardeşi ve arkadaşlarının hayvanlığı rahibi neden rahatsız eder? Kopan zincirden kurtulan incilerin sahibine verilişi neden iki gözü de titretir? Rahibin incelikli bir görüşü vardır zira hayatının en önemli düğününe katılmıştır. İçinde bir oyuk. Çok da giremiyorum, öykünün güzelliği incinir. Bir alıntı, bana çektirdiği bir ah! 

"Rahip dans pistinden geçiyor. Gelin orada, elleri açık bekliyor. İnci tanesini eline koyunca, gelin gözlerinin içine bakıyor. Gözlerinde yaşlar var ama bir tekinin düşmesine bile düşmesine izin vermemek için gözünü kırpmayacak kadar gururlu. Gözünü kırpsaydı elinden tutup buralardan götürürdü onu. En azından kendine söylediği bu. Bir zamanlar kızın da istediği buydu, ama iki insan hayatın herhangi bir anında bir şeyi nadiren aynı anda ister. Bazen insan olmanın en zor yanı budur." (s. 49) En zor yanı, tek zor yanı.

Korucunun Kızı: Mutsuz ailelerin gizledikleriyle ilgilidir, bir de insanın ne istediğini ancak neyi istemediğini bildikten sonra anlamasının yarattığı geri dönememenin mutsuzluğu vardır. En uzun öykü bu, en zor hazmediliri de.

Üç öyküyü anlatmıyorum, Üvez Ağaçlarının Gecesi'ni özellikle okumanızı isterim. Edinin, iyidir.

15 Eylül 2017 Cuma

H. G. Wells - Kipps

"Sıradan Birinin Hikâyesi" Wells'in kurgulayışıyla sıradan olmaktan çıkabilir. Mucizeler? Hayır. Uzaylılar? Başka dünyalar? O da değil. Wells akıl alan dünyalarının dışında tarihçiliğe de soyunmuş bir düşünürdür, kendi kurgu-tarihini oluşturmaya çalışmıştır. Anlatının Gücü'ne bakılırsa niyeti ve motivasyonu anlaşılabilir. Neyse, Kipps'in hikâyesinin gücü, Wells'in verdiği yaşam dersini bir kenara koyarak düşünürsek tam o anda ve orada olan bir gencin, Wells'in bir parçasını sunduğu tarihin odak noktasını oluşturmasında yatar. 19. yüzyılın kıyısında, İngiltere'de yoksulluğun gerçekten, gerçekten ezdiği, endüstrileşmenin köle-işçiliğe kapı olarak kullanıldığı zamanların hikâyesidir bu. Dickens esanslı bir anlatı olmasaydı Jack London'ın Uçurum İnsanları'na iliştirebilirdim ama o kadar çarpıcı bir sahicilik söz konusu değil; Wells'in yerlerde sürünen işçi sınıfını, kodaman tayfayı ve erdemli insanı anlatmasının bir sebebi var, tıpkı tarih yazımının yönlendirebileceği kurgu-tarih gibi. Dönem romanlarının kalabalık karakter kadrosu belli bir zaman dilimindeki bütün eğilimleri simgeler, burada da her biriyle verilen bir mesaj, bir dönem panoraması var ama önemli olan Kipps'in ne yaptığı ve ne yapacağı. Kipps kerterizimiz olacak.

Bir yıl kadar önce yayınevini ziyaret etmiştim, Caner ve eşi Merve'den bir hususta bilgi alacaktım. Birkaç kitap verdiler sağ olsunlar, Kipps'i de öyle okudum. Geç de olsa borcumu ödüyorum.

Metin üç bölümden oluşuyor, Kipps'in geçmişiyle başlıyoruz. Kipps'in dayısı ve yengesi var, annesiyle babası şöyle böyle hatırladığı figürlerden öteye geçmiyor. Bir miktar para ve Kipps, dayıyla yengeye verilenler bunlar. Yengenin Kipps üzerine kurduğu planlar var, öncelikle alt sınıf bir okul yerine orta sınıf okuluna yolluyor çocuğu. Sıkıntılı bir yaşam sürdürüyorlar, kapalı, dışarıya hiçbir şey sızdırmayan. Bu sızmazlığın orta yerinde Ann Pornick'le tanışıyor Kipps, çocukluk aşkı. Saf.

Ara: Buraya kadar bekardım, bundan sonrasında evli bir adamım. Yazıya geçen hafta başlamıştım, bitirmek bugüne. Devam. Evlenirler ve sonsuza kadar mutlu yaşarlar. Değil, latife ettim. Orhan Kemal'in Gurbet Kuşları'ydı, kahramanımız "Suvazun koyluğunden" geldiğini söyler ikide bir, çözene kadar kafa patlatmıştım. Diyaloglar da ona göredir, yerelliği ve sınıfın dipliğini korur. Sonrasında kodamanların arasına karışma çabalarında, Ann'i bırakıp bir başkasıyla nişanlandığında da korur, döneceği yeri ve köle gibi çalışmaktan kurtulacağı yeri imlercesine aynıdır. Başlarda altı penilik bir bozuk parayı ikiye bölememesinde de benzer bir sabit vardır, paranın yarısını hatıra diye Ann'e verecektir ama beceremez, sanki paranın karşısında hep kendi kırılacakmış gibi. Çalışmaya başlamadan önce başarırlar nihayet, kazanılacak bir diğer yarının açlığı doğar.

Kipps, manifaturacılık yapan Mr. Shalford'ın yanına çırak olarak verilir ve ilk dişliliği burada başlar, çarklara uyum sağlamaya meyilli olsa da çarklara uyum sağlarken insanlığını kaybetmeye başlar. Çalışma koşulları rezalettir, sanayileşmenin kalmış tek dişi koca bir sınıfı ezmek için yeterlidir. Devreciliğe benzer bir sistem var, önce gelen ayak işlerinden yırtar ve Kipps son gelen olduğu için ne kadar pis iş varsa üzerine yıkılır. Yavaş yavaş nefret duymaya başlar, sömürülmektedir ve kendisini sömürenler patronu gibi beş para etmeyen adamlardır. İş arkadaşları umutsuzdur, ölene kadar o kanalizasyon borusunda sürüneceklerini söylerler. Bu çarktan kurtulmak için ne iradesi, ne bilgisi vardır; kitap okumaktan anlamaz, yeni yeni palazlanan sendikal hareketleri destekleyemeyecek kadar bilgisizdir. Yola devam etmesini dükkana gelen kadınlarla gönül eğlendirmesi ve diğer uğraşlar sağlar. Tüketim mesela, kazanılan üç kuruş para o kadar lüzumsuz işlere harcanır ki akıl alır gibi değil. AVM'de tezgah başında geçen yaşamlara bir bakın, içime koyu bir çukur açılıyor düşününce. Kipps kendi çukurunun pek farkında değil; öfkesinin ardında ne olduğunu çözemediği, sadece kişilere kinlendiği için ne yapması gerektiğini bilmiyor.

Ahşap oyma kursu. O kadar da bilmiyor değil sanırım, en azından yeni bir şeye başlayacak enerjisi var. İşlerinden olmak istemiyorlarsa karıları zapt etmenin gerekliliğinden bahseden erkeklerin katıldığı bir kursta kendini bulmaya çalışıyor. "Hiçbir şey bilmiyordu, hiçbir şey; tertemiz bir ışığın köşesinde titreşen karanlıkta yaşıyordu." (s. 77)

Büyümenin getirdiği yeni yollar alsın gerisini. Başkasının üstünlüğünü kabullenmek, kadınlarla ilişkiler kurabilmek, kolay kazanç, kolay kaybediş, sürüklenme, bulunma, ne olursa olsun ilk aşkın büyüsünün sürmesi ve anlayışın yol açtığı başka yollar... Sonucu aniden değiştiren kazancın sürpriz belirişi anlatıyı yaraladı ama didaktik bir metin zaten, uslu bir çocuk olursak Şirinler'i görebiliriz.

Ön kapağı çok yakıştırdım, insanları niteleyen aksesuarlar ama insandan bağımsız.

Şu an sabahın beşi, ödünç verecek birazcık uykunuz var mı?

7 Eylül 2017 Perşembe

Leopoldo Lugones - Tuzdan Heykel

Yzur: Jack London'ın Âdem'den Önce'siyle Poe'nun tuhaf, bilimsel kurgusu bir araya gelince ortaya çıkan, konuşma yetisine sahip olmak için çalıştırılan bir maymun. Lugones bu iki isimden etkilenmiş olabilir; birincisi kendi yaratısı için doğayı biçim değiştirmeye zorlayan insanı, ikincisi de dönemin bilimsel olanaklarını doğayı anlamlandırmada kullanma çabasını irdelediği için.

Cinsini bilemiyoruz, konuşmak için fiziksel ve zihinsel koşulların yeterli olduğunu biliyoruz. Maymunu iflas etmiş bir sirkin açık artırmasından alan anlatıcı, maymunların eski çağlarda konuştuğunu ve uzun süredir bu özelliklerini kullanmadıklarını düşünüyor, işe koşulmak istemedikleri için konuşmadıkları söylenir ki yeterince makul, işe koşulmayacaksam ben de konuşmazdım. İş bu noktada biraz daha ilginçleşiyor gerçi; anlatıcı için maymunlar şu ya da bu sebepten konuşmaktan vazgeçen insanlar. Dili kullanmadıkları an hayvana dönmüşler. Düşüncenin ortadan kalkmadığı bir hayvanlık bu, temel düzeyde düşünebilen hayvanlar olarak kalmışlar. Gerileme dönemi; söz gelişi dünyayı anlamlandırmada elli kelimelik bir sınır olduğunu düşünelim. Fiziksel dumur neye bağlanır, bilemiyorum. Bu fikirlerle beş yıl geçer, adamımız maymunu eğitmenin tam zamanı olduğunu düşünür çünkü maymunun en entelektüel yaşam evresi gençlik. Bu yönüyle siyahlara benzediklerini söyler anlatıcı. Manası nedir, yine bilemiyorum.

Yzur, insanların yaşamına yavaş yavaş alışır ve çevresel olgunlaşma gerçekleşir, insanla hayvan arasındaki ilişkiler şöyle kısaca bir incelenir ve anlatıcı eğitime başlar. Dudak hareketleri, dişler, nefes, ince ince anlatılır. Eğitimle, dili kullanma becerisiyle birlikte "uygarlaşma" süreci de başlamış olur. Maymunun duyarlılığı artar, gözünden yaş gelir, yıldızlara bakıp düşünür. Anlatıcının uygarlık-doğa çatışmasını incelediği bölüm bunun hemen ardından gelir, galipler mağlupları onmaz biçimde yaralar, gelişimi onlar için durdurur. Bu konumda da benzer bir hadise vardır, maymun insana yaklaştıkça anlatıcının tepkileri sertleşir, sanki bütün çabasına rağmen bunun gerçekleşmesini istemez gibidir. Üstünlüğün korunması. Hayvan dayak yer, hasta olur ve ölüm döşeğinde mantıklı cümleler kurar: "EFENDİ, SU. EFENDİ, BENİM EFENDİM." (s. 28)

İktidar saplantımızdan iğreniyorum.

Ateş Yağmuru: Borges, Epikürcü bir toplumun yağmur altında kaldığını söyler, İbraniler anlatılıyor olsa bile.

Lugones'in öykülerinde mitlerden sıkça yararlanılmıştır, bu da Gomorrah'ın hikâyesidir. Epigrafı Levililer'den, yıkıma dair.

Akkorlar düşer, zevk içindeki insanlar çığlık çığlığa kaçışır, şehir yavaş yavaş yok olur ve sokakların manzaralarıyla birlikte anlatıcının evinde olup bitenler gözlenir. Kuğularla kertenkeleler çiftleşir, yeni modaya uygun giyinen kadınlar tam bir günah deposu gibi, kıyametin baş sebeplerinden biriymiş gibi anlatılır. Anlatıcı için orijinal, güzel bir kompozisyondur bu. Kadınlar çıplaktır, kıyamet o yüzden kopmuştur. Evet. Şu mitlerdeki ataerkilliği çıkarırsak geriye ne kalır, merak ediyorum bazen.

Yıkık bir şehrin ayakta kalmış son binalarından birinin mahzeni yiyecekle doludur, anlatıcı yıkımın içinden çıkıp gelen adama birlikte mahzene inmelerini teklif eder, şehri basan aslanları gördükten sonra dışarıda hiçbir canlının kalmayacağından emin olur. Aşağıda suyun içine uzanır, zehir şişesini ağzına götürür. Kendi yaşamını sonlandırır, bu işi Yehova'ya bırakmak istemez. Six Feet Under'da sevdiğim bir söz vardı: "Yaşamının efendisi olan ölümünün de efendisi olur."

Şimdi tekrar baktım da, Lugones'in sözüymüş bu, oysa Six Feet Under'da geçtiğinden öylesine eminim ki...

Abdera'nın Atları: Müthiş. Trakya'da atlarıyla meşhur olan Abdera, anlatıcının mitolojik varlıklarıyla bağlantılı efsanevi bir şehir. Atlar insanlaşmaya başlamasa öyle kalabilirdi. İnsanın insana ettiği atlarla bağdaştırılınca, bu güzel hayvanlar acı çekmeye başlayınca isyan ederler. İnsanlar ve atlar ölür, ayırt edilemezler. Kent yıkılmaya yüz tutar, dehşet dolu geceler yaşanır derken... Antik Yunan'ın mucizevi varlıklarından biri, alevler saçan dev bir aslan ortaya çıkar ve atların yüreğine korku salar. Sayısız çağın gücünü taşımaktadır, mitik kurtarıcıdır o. Tek bir çığlık kopar, kurtuluşun ve minnetin çığlığı: "'Herkül, bu gelen Herkül.'" (s. 64)

Epik, muhteşem bir anlatı. Eski çağların bütün sihrini taşıyor.

Dört öykü daha var, Borges ortaya karışık yapmış biraz. Aşkın en saf halinden azizlerin en ulularına, her şey var.

Borges'in yorumlarına geliyorum. Tüm Arjantin edebiyatını tek bir yazara indirgemek gerekse bu yazarın Lugones olacağını söylüyor. Wells'in ve Poe'nun etkisinde kaldığını da söylüyor, bunun yanında Yzur, İspanyolca yazılmış ilk bilimkurgu öyküymüş, onu da öğreniyoruz.

Borges'in aracılığıyla meseller sürüyor, Lugones mitleri baştan kuruyor, kutsal kitapların kutsallığıyla başka metinler düzüyor. İyi oluyor.

4 Eylül 2017 Pazartesi

Mustafa Kutlu - Hayat Güzeldir

"Kalbinde bir kristal kırıldı." (s. 21) Kutlu'nun kalp kırığı betimi. Kısa ve incelikli. Öykülerin tamamı gibi. Diğer yandan, şu: "Efendi boşa koydu olmadı, doluya koydu olmadı." (s. 95) Yazarın özgür olduğunu aklımda tutarak söyleyip çelişiyorum ki böyle bir deyiş yok, boşun dolmayıp dolunun almaması var, boşun olmayıp dolunun almaması var ama bu... Bilemedim.

Öyküler hayatın güzel olduğunu gösteren küçük pencereler açıyor. Görünürde acılar ağırdır ama üstesinden gelinen acı insana mertebe atlatır, iyileştirir. Kutlu'nun insanları mutlu olmayı bilen insanlar, orta-alt sınıfın çilelerine göğüs gerenler. Zor yaşamlar basit mutluluklar getiriyor, hayatın güzelliği zorlukla mücadeleden, alt etmeden ve yılmamaktan geliyor. Mücadeleden yani. Göreceli bir mevzuya etkili bir yaklaşım. Etkili, eğer çevrenizde yaşamınızı değiştirebilecek insanlar varsa. Komşular, hemşeriler, arkadaşlar, kuşlar, fotoğraflar... İnsan yalnızsa yıkılır, yalnız değilse yırtar. Hayatın güzelliğini yalnız başınayken kavrayan pek az karakter var. Cemaat iyidir yani.

Her şey güzel ama Kutlu'nun gösterdiği manzaralara parmağını sokması işi biraz kıssadan hisse vermeye sokuyor. Gerçi Kutlu'yu okumayalı yıllar oldu, tam hatırlamıyor olabilirim ama okuduklarım içinde böyle bir şey olduğunu hatırlamıyorum. Belki niyet biraz olsun ders vermektir ama bu ders faslı anlatıcının aktarımdan başka bir rolü daha olduğunu gösterip metni edebi açıdan daha az değerli kılıyor. Bence. Mesela aşırı zengin bir adamın parasıyla ne yapacağını bilememesini anlayabiliriz ama parasının faize konduğunu bilmemiz öyküye ne sağlar? Adamın cehennemlik olduğunu bilmemiz, sınırları içinde öyküye herhangi bir açımlama sağlamaz, anlatıya herhangi bir derinlik katmaz, adamın ne kadar da kötü bir iş yaptığını öğreniriz sadece. Devamında faiziyle kavrulmuş onca paranın yoksullara dağıtıldığını öğreniriz, öyleyse herkes haram mı yedi? Dinle ilgili bu açıdan pek bir bilgim yok, aydınlatacak biri çıkarsa sevinirim. Ha, bir de bu öykünün sonunda şu var:

"Fukaranın yüzündeki sevinci gören aydınlar bu işe bir mâna verememiş.
Teoride yeri yokmuş bunun.

Ee!.. Hızır bu, boru değil." (s. 48)

Karikatürleştirmeden, kendinden emin tondan ve Hızır-boru karşılaştırmasından rahatsız oldum ama benim öykü ve anlatıcı anlayışımla ilgili bir şey bu. Bilemiyorum ya, biraz hayal kırıklığına uğradım, sanki Kutlu, "Gençler, bu öyküleri size ders olsun diye yazdım," dermiş gibi. Ders istemiyorum, tepeden inme yönetmelik de istemiyorum, incelik istiyorum. Bulmadım değil; bazı öykülerde bu işe hiç girmemiş Kutlu, ne güzel etmiş. Hatırladım, Beyhude Ömrüm ne güzeldi mesela.

Sevinç: İki simitçi çocuğun etrafına dikilmiş bir park kırkyaması. Dilenciler, öğrenciler, ihtiyarlar ve güvercinler... Çocuklar simidin iki yanından tutar ve çekerler, birinde kalan parça normalden çok daha büyüktür, çocuk haksızlık olduğunu düşünür ve simidinden bir parça koparıp payına küçük bir kısım düşen çocuğa vermek ister. Çocuk almaz, güvercinlere verirler. "Önlerinde bir güvercin bahçesi oluştu." (s. 9) Kutlu'nun imgeleri o kadar başarılı ki zihinde manzara aramaya gerek yok, kendiliğinden oluşuyor. Çocuklar simitleri bitirdi, etraflarında yüzlerce melek dolaşıyor ve işleri rast gidiyor, şüphesiz.

Nöbetçi Âşık: Hudutta bir nöbetçi asker, her an saldırıya uğrayabilir ama kamuflajını açıp sevdiğinin resmine bakmak için zaman var. Düşen fotoğrafı almak için eğildiğinde bir kurşun vızıldıyor, asker hayatını sevdiğine borçlu. Sonra çatışma. Bizimki siper falan almadan yardırıyor, kurşunlar vızır vızır etrafından geçiyor ama buna bir şey olmuyor, üzerine ateş edenlere doğru sıkıyor ve çoğunu öldürüyor. Komutanı şaşırıyor işe ama askerden mantıklı bir cevap alamıyor. Kulübenin penceresinden bakıyor, bulutlar beyaz, gök mavi, tepeler meşeli. Dıranas'tan penccereli ve gül atmalı meşhur şiiri mırıldanıyor. Cevabı sezmiştir.

Profesyonel: Hacı Dede çocukluğunda eğlenmeyi bilirmiş, yeni nesle topaç çevirmeyi öğretince gençliğini hatırlıyor ve coşuyor ama ruhu gençse de bedeni değil, düşüp kolunu kırıyor. Yine de o bir profesyonel, az daha futbolcu olacakmış. Eşiyle muhabbeti, anılara dalışı hoş.

Sırılsıklam: Berber kalfası oğlanla tezgâhtar kızın aşkı. Tanışırlar, eğleşirler, oğlan askere gider. Bu oğlanın ilk öyküdeki asker olduğunu düşününce mutlu oldum bir an. Neyse, sinemalar, aileler derken... Onların muradı. Yoksul ailelerin sevdaları, yaşamları, tam Kutlu'nun kalemi.

Paranın Yükü: Başta bahsettiğim öykü bu. Latif Bey Boğaz'da bir yalıda yaşıyor, pek zengin. Âdil Efendi ve karısı da müştemilatta, yalının işlerine bakıyorlar. Latif Bey'in oğlu var, Prof. Dr. Muhsin Ali Bey. Paraya epey düşkün ama uzaklarda yaşıyor, babasıyla pek bir ilgisi yok. Parayla var. O halde Latif Bey öldükten sonra neden miras işleriyle ilgilenip onca paranın Âdil Bey'e emanet edildiğini öğrenmiyor, burası önemli bir açık. Neyse, para dağıtılıyor ve iç sıkıntısı bitiyor. Paradan kurtulmak, vicdan rahatlatmakla ilgili bir öykü. Çok paranın çok dert getirmesi neden sıkıntı verir, günahsız kazanılmadığı için mi?

Yirmi bir öykü var, benden bu kadar. Takva, inanç ve yaşamın getirdikleriyle ilgili bir deste.

3 Eylül 2017 Pazar

H. G. Wells - Duvardaki Kapı

Betonun orta yerinde başka bir aleme geçiş kapısı fikri ilgimi çekiyor, sanki etrafımızı yaşam alanı yaratmak için duvarlarla kuşatmamıza rağmen başka dünyalar mümkünmüş gibi. Çıkış yolu hâlâ var ama görebilen için. Seçilmişliğin neye göre belirlendiği de ilginç; büyücülerle dolu bir aileden gelmek bu dünyada uzantısı bulunan ötenin marifeti olabilir, bu iyice fantastik. Aşırı duyarlı bir ruha sahip olmak, buradan kurtulmak istemek, öteyi düşlemek vs. gibi sebeplerden kapıyla karşılaşılır. Düşlemenin ötesinde kırmızı veya mavi hap gerekir, seçmek ve seçimin ihtimallerine açık olmak, sorumluluğu kabullenmek... Buradan vazgeçiş gerekir ve hiçbir zaman tam olarak vazgeçemeyenler ötenin çekiciliğini bütünüyle duyumsayamaz. Araf, seçemeyenler için güzel bir kavram. Öncelikle zihinde var olur, arada kalmışlık duygusu. Kapı oradadır, önünden geçilip gidilir. O an öbür türlü davranmak istenir, kapının hep orada olacağı düşünülür ama öncelikler yanlış belirlenmişse, kapıyı görme koşulları sağlandığı halde yarım bırakılacak işler durduğu müddetçe kapıdan geçilemez, hatta kapının varlığı son bulabilir. Six Feet Under'da Brenda zamanlamadan bahseder, bir eylem için her koşul müsaitse, sadece o an mutlu olur insan. Bu durumda kapının da bir önemi kalmayabilir, diğer alemin sunabilecekleri anlamını yitirir, betonlar arasında bilmem kaç fersah yaşanır ve biter. Kapı, seçim yaptırabildiği ve seçmeye açık olduğumuz kadar önemlidir, fazlası değildir.

Wells'in öykülerinde anlatıcı gerçekten bir anlatıcıdır, daha doğrusu aktarıcıdır. Halk söylencelerinin modern topluma uyarlanmış halleri birileri tarafından yaşanır, anlatıcının bu şahitlerle bağı vardır ve ya sözlü bir aktarım sağlar ya da olağanüstü hadiseleri deneyimleyen kişilerin yazılı ifadelerinden bir öykü doğurur. Gerçekliği kurmada anlatıcıya güvenilmezse kaynaklara yönlendiriliriz, anlatıcı, "Bana inanmıyorsanız tanıklara, kanıtlara bakın arkadaşım," diyerek bir manada kurguyu gerçek olmaya zorlar. O dönemde okült gruplar, medyum tayfa, doğaüstünü kovalayan niceleri varken başka türlü bir anlatım düşünemiyorum, Wells yaşamın olağanlığını olabildiğince kırmaya çalışır, bunu hikâyenin kendi yaşantısındaki etkileriyle kuvvetlendirir.

Duvardaki Kapı: Anlatıcı, Lionel Wallace'tan dinlediği hikâyeye o an inanır ve ertesi gün anlatılanların mümkün olamayacağını düşünür. Evinde eşyaları yerli yerindedir, anlatılanla eşyaların gerçekliği birbirini tutmadığı için hikâyenin uydurulduğunu düşünür. Wallace'ın ölümüyle birlikte başka bir duyarlılığa kavuşur, ölünün yaşamını baştan sona düşünme olanağı bulur ve hikâyenin gerçekliğinden ne kadar kuşku duysa da inanmaya yakındır. Okura kendi inancını dayatmayacak kadar zariftir de, inanıp inanmamayı okura bırakır.

Wallace bembeyaz bir duvar ve duvarın orta yerinde de öte diyara açılan bir kapı görür. Kapıdan geçer, yaşayacağını yaşayıp geri döner ve sonrasında anlatıcıyla tanışır, devamı arkadaşlıklarının bilinmeyen yönlerine de bir yolculuk gibidir, anlatıcının fark edip anlam veremediği ruh halleri ve davranışlar bu kapıyla ilgilidir. Wallace zaman içinde hedeflerine yönelir ve kapıyı umursamamaya başlar, çocukluğun sonu gibi bir durum var. Bu sırada dalgınlaşır, yaşama tutkusunu yitirmiş gibidir. "Önümde açılan başka bir kapı görüyordum — kariyerimin kapısını." (s. 33) 

Adamımızın ölümü de belirsizliklerle doludur, anlatıcı ölümün ardındaki gizemle ilgilenmek yerine kapının varlığını düşünür. Wallace doğru seçimi yapmış olabilir, istediğinden fazlasını sunan öte tarafa geçmiş olabilir, karanlıkta bir son.

Plattner Hikâyesi: Benzer bir inandırıcılık çabasıyla başlarız, anlatıcı yetkin çevrelerin Plattner'in hikâyesine inandıklarını söyler ve okuru hikâyeyle baş başa bırakır.

Bir diğer hadise, Wells hikâyeyle doğrudan ilgisi olmayan, gereksiz görülebilecek karakterler yaratır ama işi kurgu olmaktan çıkarabilecek ayrıntılardır bunlar, lüzumludur.

Plattner çalıştığı okulda ilginç tozları karıştırdığı bir deney sırasında havaya uçar ve ortadan kaybolur. Öteki-Dünya'ya geçmiştir, iki dünya arasında kısıtlı iletişim vardır, buradaki olaylar sis perdesi ardındaymış gibi görülür. Her neyse, gidilen dünya aynı güneş sistemi içinde farklı bir gezegendir, Wells bu dünyayı ve canlılarını anlatır, sonra adamımızı geri getirir. Öncesinde Gölge'yi görürüz, canlıların yaşamını alan yüce varlık. Plattner bu varlığa bakmaya cüret edemez, anlattıkları sınırlıdır. Ölümün biçim kazandığı bir dünyada geçirilen dokuz gün, bu dünyada dokuz gün boyunca ortadan kaybolan Plattner'ın kanıtı gibidir.

Unuttum, asıl mevzu Plattner'ın organlarının yer değiştirmiş olması. Sağ el sol el olmuştur, kalp sağ göğse geçmiştir, bir sürü ucubeliğe sahip olur Plattner. Zor bir yaşam onu bekliyor diyeyim.

Son Mr. Elvesham'ın Hikâyesi: Yaşamın çalınması mitik olay. Vampirler dahil pek çok varlığın ekmeğini bundan çıkardığını biliyoruz. Get Out gibi, The Skeleton Key gibi filmlerin özü. Yaşamımıza dikkat edelim.

Yaşlı bir zenginle genç ve kafası çalışan bir adamın münasebeti, gencimizin bedenini yitirmesine yol açar. Bunun bilincine varma aşaması müthiştir, gencin tepkileri ve kavrama süreci oldukça gerici. Bir de şu ki gerçeği destekleyen hiçbir kanıt yoksa o şey gerçek değildir. Aşağı yukarı bu.

Kristal Yumurta ve Sihirli Dükkan da şahane iki öykü, özellikle ikincisi sınırları incelen dünyaların geçişmesini eğlenceli olaylarla anlatıyor ama ben pek eğlendiğimi söyleyemem, böyle bir şeyin mümkün olabileceğini düşünmek mantığa hakaret gibi bir şey. O yüzden mümkün olsun.

Borges'in yorumlarına geliyorum. Borges, Aleph'i Kristal Yumurta'ya borçlu olduğunu söyler. Dünyaların yapaylığı kadar devletler ve milletler de yapaydır, Wells bütün bunların ortadan kalkması için devrime gerek olmadığını, insan aklının bu yapaylıktan kurtulabileceğini söyler. Öyküleri belki de oyundur, inanılmaması için gerçeğe olabildiğince yakındır, senteze ulaşılmasını ister.

Kırmızı Kedi bu seriyi basıyor gerçi ama çok eksik var, şu an bu kitabın satışı yok çünkü Dost'tan sonra basılanlar arasında değil. İnternette 50 TL fiyat biçmişler, en iyisi yeni baskısını beklemek. On beş yıldır, lise zamanlarımdan beri serinin denk geldiğim kitaplarını topluyorum, ödünç vermiyorum. Canlarım benim.

2 Eylül 2017 Cumartesi

Villiers de l'Isle-Adam - Son Şenliklerin Davetlisi

Umut İşkencesi: Aragon Yahudisi haham Aser Abarbanel, İspanyalı engizisyoncular tarafından idam edilmeden önce teselli edilir; sevinmesi gerekmektedir zira dünyadaki sınanışı sona ermek üzeredir. Rakip(!) dinin sayı kazanması da işin içindedir ama çok ulu din kisvesinin altında lafı bile edilmez. Neyse, günahlardan arınma zamanı gelmiştir, sıralamada sonuncudur Abarbanel, en son o yakılacaktır. Kendisini karanlığa terk ettikleri hücrenin kapısının kilitli olmadığını fark etmesiyle birlikte ateşten kurtulabileceğini düşünür, umudu doğurur. Umut acıyı uzatır ama öncesinde erteler, dehlizlerde oradan oraya koşturan ve askerlerle göz göze gelmesine rağmen görülmeyen haham, tanrısının yol gösterdiğine inanır ve çayıra çimene çıkar, koşmaya başlar. Özgürdür, Büyük Engizisyoncu karşısına çıkana kadar. "'N'oldu, evladım? Tam kurtuluşun eşiğindeyken... bizi terk etmek mi istediniz?'" (s. 22) Babasının kendisini neden terk ettiğini sorması amaçlanmışsa eğer, kurtuluş gerçekleşmiş demektir, ateşten önce gelmiştir. Kaçış sırasında adamın umudunun kademe kademe artması ve tanrının işiymiş gibi gözüken şansının yardımıyla birçok kez yırtması, acıyı öz yıkıma, inancın yitirilmesine yol açacak kadar çoğaltır.

Ortam fena gotik, Borges'in belirttiği gibi Poe'nun Kuyu ve Sarkaç nam öyküsündeki mekanın bir benzeri var. İşkencenin türü farklı; burada psikolojik bir işkence var, Poe fiziksel bir açmaz sunuyor. Sanıyorum buradaki daha ağır. Poe'nun çizdiği duvarlar bellidir ve deus ex machina sayesinde mevzu çözülür. Buradaysa daha şeytani bir iş vardır; duvarların varlığı unutturulur.

Tse-i-la'nın Serüveni: Çin'in sihirli dünyasına bir yolculuk. Konuk Kaplan'da Çinlilerin doğaüstünü aynadan yansıyanlar olarak gördüğünü söylüyor Borges, burada da Pussahlar varlıklarıyla bu durumu perçinliyor. Tanrıların ülke sorunlarına doğrudan müdahale edebilmeleri, Buda rahipleri tarafından hurafelerin sürmesi gibi pek çok etkenin arka planını oluşturduğu bu öykü, bir nevi "kral çıplak" durumunun anlatısıdır. Villiers de l'Isle-Adam, öykülerinde sıkı bir uzam yaratmadan olaya girmiyor.

Kafası çalışan bir adam gelir, adamlarının önünde imparatora bir teklifte bulunur. Güruhun içinde kendisini kimlerin öldürmek istediğini söyleyecektir, karşılığında imparatorun kızını ve okkalı bir hazineyi alıp uzayacaktır. Olayın aslı da şu; imparator bu berduşu öldürse kimlerin kendisini öldürmek istediğini bilmediğini gösterecek ve kendisini savunmasız bırakacaktır. Tam tersi blöftür ama sağlam blöftür, imparator şartları kabul eder ve hiçliğin üzerine kurulmuş bir güvene ve var olmayan bir bilgiye sahip olur.

Koz: Yazarın sözcükleri incelikli yaratıcılardır, en ince detaylara kadar kurulan karakterler ve mekanlar basit fikirler üzerine kurulmuş öyküleri katman katman derinleştirir. Bu öykü güzel bir örnek. Tussert nam rahip, kumar oynarken bitirdiği parasına karşılık ortaya kiliseyle ilgili bir sırrı koymayı teklif eder. Teklifi kabul edilir ve rahip kaybeder. Kilisenin sırrını söyleyip mekandan çıkmasıyla öykü biter: Araf diye bir şey yoktur.

Borges'e göre bu öyküyü muazzam kılan şey rahibin ruhunu çoktan kaybettiğini itiraf ediş biçimidir. Rahibin betimi küfre varan hareketlerini önceler. Mekanda rahiple gönül ilişkisi olan bir kadın da vardır, Tussert'nin şeytanı anımsattığını söyler. Tussert karşısında herkes biraz huzursuzdur, sırrın açıklanmasından az önce herkes bir boşluğu hisseder, ümitsizlik mekanı doldurmuştur, gelecek itirafın korkusu herkesi sarar. Bir din adamından duyulan sır, adamın kişiliği göz önüne alınarak gözardı edilir, unutulur. Burada mitle gerçek arasındaki çatışmanın insanda başlayıp yine insanda bittiğini görüp geçiyorum.

Kraliçe Ysabeau: Güzel bir intikam öyküsüdür. Kraliçe, aşığının başkalarıyla yattığını öğrenir ve adamla seviştikten sonra onu yaktıracağını anlatır, sevgiyle ve yavaş yavaş.

Kitaba adını veren öyküyle bir diğer güzel öyküyü geçip Vera'ya geliyorum. Son Şenliklerin Davetlisi, atmosfer değişiminin ne kadar kusursuz olabileceğiyle ilgili bir meydan okuma gibi geliyor bana. Bir grup uçarı gencin eğlencesi, aralarına yeni katılan bir adamla birlikte yavaş yavaş renklerini yitirmeye ve korkutucu olmaya başlar. Yeni katılanın oluşumu yavaştır, gençlerin diyalogları sayesinde gerçekleşir ve korkunç bir öyküyü açığa çıkarır.

Vera'ya geldim bu kez. Borges, bu öykünün Poe'nun dünyasına en yakın öykü olduğunu söyler, gerçekten de Lady Ligeia'daki ölümsüzlüğe yakın bir durum vardır ama inancın getirdiği somut gerçeklerin anlatımı belirgindir bunda.

Aşk ölümden daha güçlüdür fikri üzerine kurulmuştur. Athol Kontu'nun pek sevgili eşi öldükten sonra çekilecek acının tarifi yoktur, şuradan çıkarılabilir belki: "Birbirlerinin kalp vuruşlarıydılar." (s. 101) Bundan daha güzel bir aşk tarifi duymamış olabilirim. Neyse, bu çift karanlık bir konağa kapanıp dış dünyadan yıllar boyunca korunarak yaşıyorlar ve kadın ölüyor, kont bütün hizmetçileri gönderip bir tanesini yanında tutuyor ve günden güne erimeye başlıyor, eridikçe kadın canlanıyor ve bir gün gerçekten de karşısında beliriyor ama adam kadının öldüğünü kendine hatırlatır hatırlatmaz her şey karanlığa gömülüyor. Mezarın anahtarı hariç kadından geriye hiçbir şey kalmıyor. Anahtar, birlikte olmaları için son bir hediye.

Wagner'in dostu, Anatole France'ın hayranlık duyduğu Villiers de l'Isle-Adam, "retorik bir romantik" olarak küstahlığı ve inceliği birlikte taşır. Kısa boyludur, yoksuldur ve aristokrattır. Yapıtlarında olduğu kadar yaşamında da oyunculdur, Borges bunları söyledikten sonra kendisinin Buenos Aires'ten başka bir yerde şiir yazıp yazamayacağını merak etmesi gibi Villiers de l'Isle-Adam'ın da kendini İspanya'dan ayrı düşünüp düşünemediğini sorgular. "İmgelem gücü ne denli zengin olursa olsun, bir şair nereye kadar zaman ve uzamdaki yerinden kaçabilir?" (s. 10) Borges'e göre yazar bunu yapabilmiştir, öykülerde İspanya yeni Fransa'dır.

Şu aralar Babil Kitaplığı'nı bitirmeye çalışıyorum, bir müddet bunlardan başka bir şey yazmayacağım. Şunu da koymuş muydum buraya, can sıkıntısından yaptık:

1 Eylül 2017 Cuma

P'u Sung-ling / Cao Xueqin - Konuk Kaplan

"Bugüne dek yeryüzünde Çin kadar batıl inançları güçlü bir başka ülke daha var olmamıştır." (s. 5) Borges'in ilgisini çeken rüyalar, kabuslar ve olağanüstü varlıklar Çin'de cirit atıyor, güpegündüz ve gecenin karanlığında. Önsözde kısaca değiniyor Borges, ben daha da kısa bir biçimde aktarayım. Konfüçyüs tinsel yaratıklara saygı duyulmasını ve onlarla araya mesafe koyulmasını öğütler, iki dünyanın birliği Taoizm ve Budizm tarafından zayıflatılmışsa da inançların baskı yoluyla kaybolmayacağı malum, doğaüstünden korkuluyor ve görüldüğü üzere bu durum kolaylıkla ortadan kalkmayacak. Şaman geleneklerinin dinler tarafından asimile edilmesi tehlike ama böylece yok olmaları önlenmiş oluyor bir yandan. Bilemiyorum, farklı kültürler birbirini incelediği müddetçe hiçbir şey yok olup gitmeyecek. "Bunu bir de doğaya söyle delikanlı," dedim kendi kendime, siz zahmet etmeyin.

Çin'de doğaüstü olayların imkansız ya da gerçekdışı gibi algılanmadığını söylüyor Borges, Bir Çin Yazı Odasından Öyküler nam metni yazan P'u Sung-ling'e bakarsak bunların kurgusal olduklarını söylemek güç. Borges, cehennem tasvirini ve diğer mevzuları Poe, Hoffman ve Quevedo yazınıyla kıyasladığında paralellikler bulur ama işin ilginç yanı, yazar anlattığı harikalar karşısında büyülenmez. Cehennemin yönetiminde bürokrasinin varlığı, yöneticiler, yazıcılar, tanrılar ve başka pek çok öge günümüz dünyasına tutulan bir aynadan yansıyanlardır sanki. Devam eder Borges, Çinlilerin imgelem dünyalarının geniş olduğunu ve anlatılanlarla yaşananlar arasında pek de bir fark bulunmadığını düşündüklerini söyler. Adamların gerçeklikleriyle karşılaştığımızda uyum sağlamakta zorlanabiliriz, hatta okur olarak kültürel bir çatışma da yaşayabiliriz ve öyküler bize saçmanın saçması gelebilir, bu bizim kültürel geçişkenliğimize, aynadan yansıyanı kabullenebilmemize bağlıdır.

Çok sayıda öykü varmış, Borges birkaç öyküyü derlemiş. Cao Xueqin'in Kırmızı Köşk Düşleri nam metninden de iki fragman mevcut. Bu abimizin yazdığı metin roman kişilerinin en çok olduğu metinlerden biri olabilirmiş, tam dört yüz küsur karakter! Tamamını çevirmek zor, yayımlamak daha da zor. İki parçayla yetineceğiz.

Koruyucu Meleklik Sınavı: Çin'de her şehrin bir koruyucusu var, tanrılar tarafından seçiliyor. Olay gerçektir, anlatıcının ablasının kocasının Sung Tao adındaki dedesinin başından geçmiştir. Aynı gerçeklik oyununa Yeats'te de rastlanıyor, tanıdık birinin başından geçen mitik, doğaüstü olayların anlatımı, işi kurgunun dışına çıkarmada güzel bir yöntem.

Beyefendi mühim bir sınavdan geçer, verdiği cevap beğenilir ve ataması yapılır ama bakılması gereken bir ana vardır, Yazgı Kitabı getirilir ve tanrılar Sung Tao'nun annesinin dokuz yıl daha yaşayacağını görürler. Dokuz yıllık bir erteleme yapılır, Sung Tao evine dönerken uykudan uyanır gibi gözlerini açar. Üç gündür ölü olduğunu fark eder, tabuttan çıkar ve görevinin devredildiği diğer kişinin de öldüğünü öğrenir. Dokuz yılın ardından Bay Sung görevi için ayrılır, arkasında ölüsü kalır. Ölümden sonraki yaşam için güzel bir alternatif, şu sahne geldi aklıma:


34. saniyeden itibaren. Bu öykülerde kafalar kopar, yürekler çıkarılır ve ölümle münasebet kurmalık pek çok eylem gerçekleşir ama ölüm başka bir dünyanın, daha ötelerin bir gerçeği gibidir. Bu dünyaya çok yakın ve çok uzak. Kopan kafalar yerine oturunca yaşam sürer, yüreklerin yerine başkaları konur ve kişi nefes almaya devam eder, bunlar tinsel hadiselerdir, kaba gerçekle pek alakalı değildir.

Ch'ang-ch'ingli Budist Keşiş: Seksen yaşındaki keşişle otuz yaşındaki prens arasındaki ruh göçü öyküsüdür. Keşiş düşüp ölür, oralarda avlanan prens de atı tökezleyince tepetaklak düşer, o da ölür. Keşişin ruhu prensin bedenine girer, bundan sonrası çevresinin ve kendisinin inanca dört elle sarılmasıyla her şeyin düzelmesinin anlatısıdır.

Ölüler Ülkesi'nde: Akutagava'nın benzer bir öyküsü vardı, acının sonu selamet konulu, bol cehennemli, bol bürokratlı bir eziyet öyküsüdür. Babasının iblisler tarafından işkence gördüğünü düşünen hayırlı evlat, kendi dünyasından ayrılıp ölülerinkine geçtiğinde seksen çeşit eziyet görür ama davasından vazgeçmez, tanrılarla karşılaşınca muradına erer.

Bu minvalde işler. Çin kültürü zaten olabildiğince ortada, detayları ilginç. Bizdeki leb değmezin mantığına benzer bir mücadelenin varlığından haberdar oldum, sevindim, farklı kültürlerde sanatsal atışmaların nasıl yapıldığını hep merak etmişimdir. Gerçi çevirmen C. Hakan Arslan, fonetik bir yapı üzerinden yürüyen atışmanın o kültürle ilgili bilgisi olmayan okurlar tarafından pek anlaşılamayacağını söylüyor. İşin inceliği anlaşılmıyor gerçekten, Çince bilmek lazım. Hayvanların kutsallığından bahsetmeye lüzum yok. Bilgelik her öyküden çıkarılabilir, öğretici öykülerdir bunlar. Mesela şu: "Doğan yuvarlak olsun, eylemin köşeli." Düşün dur.

Babil Kitaplığı ne güzel!