31 Mart 2016 Perşembe

Ray Bradbury - Mars Yıllıkları

PKD, BK'yi BK yapan "yeni fikirler, yeni olasılıklar" diyordu. Sunuş kısmında astroloji profesörü ve BK yazarı Fred Hoyle da aynı noktaya dikkat çekip BK'nin edebiyat potansiyeli açısından büyük önem taşıdığını söylüyor. Duyguların permütasyonu sınırlı, o halde farklı mevzular için katalizör bulunmalı ve bu katalizör BK. Kanonlaşmaya doğru giden klasik ve modern edebiyat bir noktada tıkanacak, oysa BK her daim güneş gibi parlayacak!

Pek katılmadım buna. Hoyle yardırmaya devam edip insanın çevresine karşı olan sorumluluğunun pek ele alınmadığını -BK dışında- söylüyor. Buna hiç katılmadım. Ele alınmıştır, terra-kurma olarak zuhur etmesine gerek yok. Bu romandaki Mars ve Dünya, iki komşu ülke olarak ele alınabilirdi. İki komşu şehir. İki komşu mahalle. İrlanda'da Katolik ve Protestan mahalleleri, neden olmasın? Boer ve yerliler. Kısmen de olsa bu gerçekleşebilirdi, "mavi ışıklı uçan varlıklar" temalı öyküde dini inanışların biçim değiştirmesiyle birlikte pederlerin tutumuyla paralel olarak Doris Lessing'in Siyah Madonna gibi müthiş bir örneği duruyor. Bu konuda sözü Mahmut Alnıgeniş'e bırakıyoruz.


Hoyle da şunu diyor: "Şu anda değindiğim, dinin biçimsel olmayan yönleridir. Bana göre biçimsel olmayan bağlamda din, bir insanın gökyüzünü huşu içinde bakması, eğer aklı varsa kâinatın görkemli oyununun bir amacı olduğunu ve insanın kendi küçük rolünün de bir anlamı olduğunu hissetmesidir. Din ve bilim arasındaki çatışma, din ile biçimsel din arasındaki çatışmadır ve bunun da açık bir nedeni vardır. Tüm biçimsel dinler, fiziksel dünya anlayışımızın bugünküne göre çok daha az gelişmiş olduğu, eski zamanlarda ortaya çıkmıştır." (s. 10) O halde bilimsel anlamda sürekli gelişen dünyamıza göre dinin farklı yorumları ister istemez ortaya çıkacaktır, dini semboller yerini yeni sembollere bırakabilir. Çok basit bir örnek olarak klonlanmış İsa'yı örnek göstermek mümkün, adam dünyaya tekrar geleceğine göre neden bu yolla gelmesin? BK'nin asıl rolü tam da bu: Olasılıkları kullanarak farklı düşüncelere kapı açması. Bilimsel ilerlemeyle birlikte yeni fikirler ortaya çıkacak, sonra daha yenileri. Yanlışsam dürtün, Arthur C. Clarke dört ciltlik efsane eserinin giriş bölümlerinde metinleri Voyager yolculukları sonucu elde edilen bilgilerle yazdığını söylüyordu.

Bu anlatıyı klasik edebiyatın -bence- bir tık üzerine koyan nedir? Birinci olarak çok başarılı, gerçekten başarılı bir yabancılaştırma duygusu. Bir mahalle ötede ne kadar farklı olursa olsun sizin gibi insanlara rastlarsınız, bildiğiniz form. Mars Yıllıkları'ndaysa uzak bir gezegenin varlığı bile bu yabancılaştırma için yeterli, işin içinde Ray Bradbury olduğunu hep aklımda tutuyorum bunu söylerken. Bu anlatının BK olup olmadığıyla ilgili tartışmalar dönmüş, dalga falan geçilmiş hatta, bakış açısına göre bir parça doğruluk payı olabilir ama Hoyle'a göre Odysseia da zamanının bir bilimkurgusu. Türün de belli bir formülü olmadığına göre -içinde iki gram konjürasyon akımülatörü olmayan BK, BK değildir, gibi- mevzuyu fantazyadan pek de ayırmamak gerek. Bir BK'de uçuk icatlar olması gerekmiyor, bir fantazyada illa Elfler olacak diye bir kural yok. Bu geniş perspektiften yaklaşırsak, mesela Mars'ıın terk edilişinden sonra gezegende kalan sayılı insanlardan ikisinin birbiriyle olan ilişkisini işleyen öykünün BK'yle uzaktan yakından alakası olmazdı, lakin aynı mevzu bir Marslıyla bir Dünyalının karşılaştığı öykünün bağlamıyla ele alındığında, o zaman sınırlar çiziliyor. İki şehrin hikâyesi tekrar yazılabilirdi, tehlike çok yakın ama Ray Bradbury farklı dünyaları kullanarak bu tehlikeyi bertaraf edip okura hayal gücünün saf parıltılarını gösteriyor. BK bu yahu.

Ocak 1999'dan Ekim 2026'ya, Mars'a yollanan ilk roketle başlayıp Mars'ın yüzeyinde kalan son insanlara kadar anlatılan 27 yıllık süreçte insanı bulacağız, başka bir gezegende veya kendi gezegenimizde. Ne kadar kolay aldanabildiğimiz, korkabildiğimiz, sevinebildiğimiz ve kaçabildiğimiz her zaman aklımızda olacak. Ben burada kısa bir tarihçe tutmakla yetineceğim. Bazı karakterler birkaç öyküde birden görünüyor. 27 yıldan bahsediyoruz, normal.

Şubat 1999: Marslı kadın hayatından pek sıkılmış, eşi de bildiğimiz hödük. Mars'a gelen ilk araştırma ekibini rüyasında gören kadın, özellikle beğendiği bir astronottan bahseder eşine. Büyük hata. Adam kadından ekibin ne zaman ve nereye ineceğini öğrenir, silahını alıp dışarı çıkar ve iki kişilik ekibi yok eder. Mars'ta her şey normale dönmüştür. Kısa bir süre için.

Ağustos 1999: Delilik. İkinci ekip kapı kapı dolaşır ve Dünya'dan geldiklerini söyler, kimse sallamaz bunları. Koca gezegen devlet dairesine dönmüştür sanki, oradan oraya yollanırlar ve seyyar satıcı muamelesi görürler. En sonunda kapalı bir ortama alınırlar, anlaşılır ki orası tımarhane. Ekibin kaptanı, tımarhanenin doktoruyla görüşür ve doktoru Dünya'dan geldiğine bir türlü inandıramaz. Doktora göre muhteşem bir yaratıyla şizofreninin dibine vurmuş bir adamdır. Söyledikleri o kadar inandırıcıdır ki doktor kendi akıl sağlığından şüphe etmeye başlar, sanrıyı yok etmek için ekibi ve kaptanı öldürür, ortadan kaybolmadıklarını görünce kendi kafasına sıkar bu kez.

Nisan 2000: Üçüncü sefer. İnsan inanmak istiyor ve sorgulamıyor, özleminin büyüklüğü ölçüsünde. Astronotları çok önceden ölmüş aile üyeleri karşılar, evlere dağılırlar. Ekibin kaptanı bir işler döndüğünü düşünür. Küçük bir paranoyayla başlar, gerçeğin dehşetiyle sona erer. Marslılar, telepati yeteneğiyle insanların çok özlediği diğer insanları kullanır ve savunmasız hale getirdikleri ekip üyelerini öldürür. Güzel bir savunma mekanizması. Filmlerde de olur ya, kahramanın sevdiği kişi zombi olur, vampir olur da öldürülemez bir türlü.

Haziran 2001: Spender insanlığın kanonuna karşı. Ekip kaptanıyla Spender'ın diyaloğu, insanoğlunun kültürünü ve yıkıcılığını inceleyen en önemli bölümlerden biri. Adamımız Mars medeniyetini tanıdıkça atom bombalarından, çoğunluktan, Dünya'dan kaçmak istediğini fark eder ve ekibe geri dönmez.

Bu seferden sonra yerleşimciler gelmeye başlıyor; önce birkaçı, sonra yüzlercesi, binlercesi. Tabii oksijen yetersiz, bir terra-kurma projesi lazım. O konuda Benjamin kardeşimiz devreye giriyor, ciğerlerinin kaldıramayacağı oksijensizlikte bir havayı doğanın da izin vermesiyle değiştiriyor, solunabilir bir hale getiriyor. Ağaçlar.

Ağustos 2002: Şu öyküyü okuduğum diğer hiçbir öyküye değişmem. Dünyam aydınlanıyor böyle güzel şeyler okuyunca, günüm muhteşem geçiyor, musmutlu bir insan oluyorum.

Tomas yaşlı bir adam, değişimlere açık. Gezegen değiştirecek kadar. Mars'ın renklerini, kokusunu, her şeyini seviyor. Geçmişinden kurtulmaya çalışmıyor, sadece daha yeni bir geçmiş istiyor.

"Bu gece havada zamanın kokusu vardı. Tomas gülümsedi ve hayal gücünü işe koştu. Bir düşünce vardı. Zaman nasıl kokardı? Toz, saatler ve insanlar gibi. Zamanın sesi nasıldır diye merak ederseniz, karanlık bir mağarada akan su, ağlama sesleri boş tabutların kapağına vuran toprak ve yağmur gibidir bu ses. Daha da ileri gidecek olursak, zaman neye benzer? Zaman, kapkara bir odaya usul usul yağan kara, ya da eski bir sinemadaki sessiz filme, Ya da yeni yıl balonları gibi aşağıya ve hiçliğe doğru düşen yüz milyar surata benzer. işte böyle kokar, görünür ve ses verirdi zaman. Ve bu gece -Tomas bir elini kamyonetin dışında esen rüzgâra uzattı- zamana neredeyse dokunabilirdiniz." (s. 156)

Yolda bir Marslıyla karşılaşıp konuşuyorlar, ötekinin böyle güzel bir anlatımını bilmiyorum. Gerçeklikleri farklıdır, dilleri farklıdır, her şeyleri farklıdır ve orta bir noktada buluşulamayacağı konusunda anlaşıp yollarına devam ederler. Anlamak için baskı, şiddet vs. yoktur, sömürü niyeti yoktur. İki akıllı varlığın ilk ve son kez karşılaşıp yaşamlarına devam etmeleri, bu kadar basit.

"Kim geleceği görmek ister ve kim görebilmiş ki?" (s. 166)

Kasım 2002: Ateş Balonları da kafa açıcı bir öykü. Misyonerler dinin farklı biçimlerine rastlayabileceklerini düşünüyorlar, ortalıkta parıltılar saçarak uçan nesnelerin varlığına dair söylentiler duyulmuş. Misyonerlerden biri, diğerlerini bu varlıkları bulmak için ikna ediyor, diğerlerinin amacıysa bildikleri formuyla dini yaşamak ve yaymak. Her neyse, bu varlıkları buluyorlar ve bedenden, kötülükten arınmış olduklarını görüyorlar. Büyük bir huşu işte, insanın ilk zamanlarında gökyüzüne bakması gibi.

İtfaiyeciler kitapları yakıp söndürüyor. Fahrenayt 812. Usherların Konağı ikinci versiyonuyla karşınıza çıkacak; Dünya'dan kaçıp kendi konağını yaptıran bir Poe hayranı, Mars'ta dahi konağını yıkmak isteyen kitapyakar zihniyete kök söktürecek. Siyahiler yeni gezegene doğru yola çıkacak, ırkçılığın yarı parodik bir eleştirisini okuyacaksınız. Bir de tam PKD öyküsü diyebileceğiniz öyküler var, kimlik sorununa robotik yaklaşımlar. Sanal olan, gerçek olan birbirine karışacak.

Dünya'nın havaya uçması ve bunun Mars'tan bir pırıltı halinde görülmesi büyük sıkıntı. Ev neresiydi, anlamı neydi, insanoğlu yaban mı, bunlar hep düşünülecek. Nihayet ortalıkta pek insan kalmayınca milyon yıl süren bir piknik başlayacak. Çocuklarına suda yansımalarını gösteren baba, Marslılara baktıklarını söyleyecek. Neler de neler.

İyi BK iyi edebiyattır, Ray Bradbury şahane bir yazardır. Burun kıvıranlar Mars'a gidemesin, ne diyeyim.

Böyle bir kitaba böyle bir şarkı gider. RIP Hide.

29 Mart 2016 Salı

Richard Brautigan - Karpuz Şekerinde

Cessie öne çektirdi de okudum, yoksa bekleyecekti ve kendime yazık edecektim. Baharın bir iki kafayı uzattığı günlerde ortalık yeşil-pembeye kesti. Ağzımın tadı yerine geldi. Hassas bir dengeye sahip olan benÖLÜM'e ağır gelmek mümkün değil, düş görür gibi yaşayanların aralarına kaynayıverin.

"Ya da biri senden bir şey yapmanı istemişti. Sen de yapmıştın. Sonra dediler ki yaptığın şey yanlış -'hatam için üzgünüm,' dedin- ve başka bir şey yapmak zorunda kaldın.
İşte benim adım o." (s. 10)

Balık, bu alıntı da benim için.

Anlatıcının isminin bir önemi yok, bu kasaba Sedat Demir'in öksüren meskenine benzese de işin içine karışan alabalıklar, karpuz şekeri ve diğer karpuzî meseleler ayrı bir ince işe çıkıyor. Kasabanın adı benÖLÜM, balıklar, karpuzlar ve sakin insanlar için çok güzel bir memleket. Sakin insanlar, hayatlarını basitleştirip karmaşadan uzaklaşanlar. Ne kadar basit olurlarsa olsunlar, ne kadar mutlu olmak isterlerse istesinler mutsuz olmaya, intihar etmeye bir mani yok. Yaşam basitleştikçe trajediler de basitleşiyor, yok olmuyor. Bildiğiniz gibi yaşam paket halde geliyor, içinde her şey var. Zaten mutsuzluğun olmadığı bir yer ütopyadan çok distopya olurdu sanıyorum.

Okulda iyi kompozisyonlar yazan anlatıcı, kitap yazmakla uğraşırken evine uzanan köprünün gıcırdayan tahtasıyla Margaret'ın geldiğini anlıyor ve kızın gelmesini istemiyor, onun yerine Pauline'in gelmesini tercih ediyor. Trajediye yol açacak bir tercih, sonlara doğru.

benÖLÜM'de yaşayanlar, Bill, Charley ve diğerleri, tek bir işle meşgul insanlar. Birbirlerini sıklıkla görürler, yemek yenirken mesela. Kızarmış havuç, sürekli. Bu sürreal dünyada güneş her gün farklı bir renkte parıldar, oysa yiyecekler pek farklı değildir. İnsana dair alışkanlıkları hiçbir karpuz değiştiremez.

Anlatıcının olayları özetlediği bir bölüm var, fihrist gibi. Oradan olacakları öğrenirsiniz. Maddeler konsantre bölümler gibidir, basitliğin sakinleştirdiği kelimelerde başka bir anlam, bir hırçınlık göremezsiniz. Arka planda daha büyük işler dönüyor gibi görünüyor, onu da sona atayım.

Unutulmuş İşletmeler, unutmayanlar tarafından etrafında dolanılan bir yer. içtenKAYNAYAN ve arkadaşları civarda birkaç baraka kuruyor, içerideki nesnelerden viski yapıp içiyorlar ve benÖLÜM'ün değiştiğini, kasabada yaşayan aptalların her şeyi rezil ettiğini söylüyorlar, özellikle Charley'nin kardeşi içtenKAYNAYAN bayağı bir haşlıyor milleti. Kaplanların öldürülmesi de önemli tabii. Zamanında memlekette birçok kaplan varmış, hatta içlerinden biri anlatıcının matematik problemlerine yardım eden cinsten. Ne yazık ki çocuğun annesiyle babasını yiyorlar, büyük talihsizlik. Çoğu insanı yiyorlar aslında, ortadan kaldırılmaları bu yüzden ama içtenKAYNAYAN için onların varlığı olmazsa olmaz. Margaret da bu tayfaya ilgi duyup onların meskenine sık sık gidiyor, anlatıcıyı Pauline'e kaydıran bu da olabilir.

içtenKAYNAYAN ve adamları parmaklarını, burunlarını kesip kan kaybından ölüyor, aşkına karşılık bulamayan Margaret intihar ediyor ve parlayan çiçeklerle gömülüyor. Ardından bir şenlik, ölüyü uğurlamak için en güzel yol. Bir anlatının bitmesi için de.

Kapitalist dünyadan kurtulmuş bir kasaba, işletme kapatılmış, işletmeden arta kalanlar içtenKAYNAYAN gibi tüketim insanlarına sürekli viski sağlıyor ve onların ölümüne yol açıyor. Kaplanlar insanlara yardımcı olabilir, görünüşte. Yaşayanların zamanlarını, emeklerini yiyorlar. Yapay doğanın bir parçası, onlardan kaçılmaz, yok edilmedikleri sürece. Soyları tükenince insanın kendine ayıracak zamanı, başka mücadeleler için enerjisi kalıyor geriye. Bir de karpuzlar, karpuz fenerleri, karpuz çiçekleri, karpuz güneşi. Yaz geliyor!

Brautigan, güzelliğine kaç karpuz sığar?

Orhan Duru - İstanbulin

İstanbulin bir fes, bir kıyafet ve Orhan Duru'nun denemelerinden oluşan bir kitap. Orhan Duru bilmediğiniz gibi Demir Özlü, Ferit Edgü gibi diğer pek bilinmeyenlerle birlikte aynı ortamların havasını solumuş, "bilim kurgu" adına kavuşmamızı sağlamış ve öyküleriyle üniversite yıllarıma damga vurmuş merhum yazardır. Sezer Duru'nun eşidir, birlikte yazdıkları O Pera'daki Hayalet'te Hayalet Oğuz'u ne güzel anlatmışlardır. İyidir yani.

Orhan Duru'nun İstanbul izlenimleri seksen farklı zamana ve mekana açılıyor. Yılların değiştire değiştire, çoğalta çoğalta doyamadığı kaosun zaman zaman peydah olan anlaşılır manzaralarına bakınca farklı şehirler gibi algılanan megapolün kiri, pası, nostaljisi, güzelliği, her şeyi ortaya çıkıyor. Çöp dağlarının bombatik etkisinden sokak isimlerine, pek çok mevzuda Duru'nun oynattığı kalem için teşekkürü borç bildim. Birçok İstanbul'u birçok kılık içinde bulacaksınız, nefis olmuş. Bunların arasında zaman zaman Ferit Edgü'yle Taksim gezintisi, sanatçı dostların masa başı halleri belirebilir, ilgiyle okunuyor ama ilk deneme en mühimlerinden biri, şehirde yaşamak ve edebiyatla ilgili. Bir konferans metni, konferans tartışmalar yüzünden gerçekleşememiş.

Duru, bir şehir insanı olduğunu ve doğayı ne kadar özlerse özlesin en fazla on gün boyunca ağaçlara, denize ve temiz havaya katlanabildiğini söylüyor, sonrasında kente dönüyormuş. Kaosa ve insanlara dönüyordur aslında. Doğanın evlere dek dallanıp budaklandığı yerlerde kendi sesinden başka bir sesi arayabilir insan ama kendine katlanabildiği ölçüde aramaz, başkalarına şiddetli bir ihtiyaç duymaz bir süre. İki farklı yedi günlük süreç hatırlıyorum, birinde kar tatilinden ötürü evden çıkmadım, kimseyle konuşmadım. Beldenin birazcık dışında, gelenin gidenin olmadığı bir yerde yaşıyordum. Önümde deniz, arkamda orman vardı. Delirecektim. Diğerinde yine bir tatil, bu kez aradan bir sene geçmiş, hayatımın en dolu bir haftası olabilir. Kendi sesime alıştığımdandır. On gün şehrin bağlarından kurtulmaya yetmeyecek bir süre. Kurtuldum diyebilirim, sonra düş kurdum, önünü alamadım ve tekrar İstanbul. Ne güzel diyor Duru; "Düş kuramayanlar ve çılgın amaçlar peşinde koşmayanlar kentlerde yaşamasın daha iyi." (s. 10)

Edebiyat olayı da yine Duru'nun bir saptaması. Türkiye'de edebiyatın sadece kentliler için olduğunu söylüyor. Okuyan tayfanın kentlere yığıldığı malum. Gerek kültürel gelişmeleri yerinden takip etmek ve bu işlere bir yerinden dahil olmak, gerek köyün, kasabanın yoğun yalnızlık duygusundansa şehirdeki seyreltilmiş yalnızlığı yaşamak cezbediyor. Köy edebiyatı da kentliler için. Kentlilerin edebiyatı kendine.

karanlık city başlıklı denemeyle birlikte şehrin sokaklarına iniyoruz. Köpekler, çöpler, sağdan soldan yükselen dumanlar, travestiler, insanın üstüne üstüne eğilen binalar. Bildiğimiz Dark City olmuş burası. Değişmiş, hiçbir adın eski anlamı yok. Mesela istanbul'un düş kırıklıkları adlı bölüm.

"Sıraselviler'de selvi yok.
Sıracevizler'de ceviz yok.
Topağacında ağaç yok.
Söğütlü Çeşme'de söğüt yok.
Bostancı'da bostan yok." (s. 14)

Daha da gidiyor. Küçükyalı'da yalı yok, İdealtepe'de Platon yok?

cangilistaniye/cangilislambol: Sanayi kuruluşları, kat karşılığı köşk, kara dumanlar, Gemlik'te beton göreceksiniz, sakın şaşırmayın. Erenköy'ün son köşklerini şu aralar görebilirsiniz, numunelik kaldı bir iki tane.

Tarih olmuş dükkanlar, tarih olmuş sokaklar, tatlar, esnaf lokantaları, insanlar, hepsinin tarihçesini tutuyor Duru. İstanbul Ansiklopedisi'ni açıp birazcık kurcalamak nelerin yok olduğunu görmek için iyi, hayıflanmanınsa çaresi yok. Kuru bir anlatı beklemeyin, Duru'nun mizahını seversiniz. Nostaljisini de.

27 Mart 2016 Pazar

Robert E. Howard - Almuric

Bir MonoKL güzelliği daha. Yayıma hazırladıkları arasında Kavgam II var, tek kitapla hastası olduğum Kobo Abe -Abe Kobo?- var, Papini basacaklar derken aldı başını gitti maaş. Hadi bakalım. Başka Dünyalar serisine ara vermiş gibi gözüküyorlar, bu olmadı. Keşke devam etseler.

Robert E. Howard, Conan gibi, Kull gibi adamları yaratarak kılıçlı, büyülü maceraları da yaratmış oldu. İlginçtir, Kılıç ve Büyü Öyküleri adlı kitabın baskısı bitmemiş, edinebilirsiniz bu türü seviyorsanız. İthaki bunun ilk cildini basmış, sonra yarım bırakmış. Clark Ashton Smith'in öykülerinde yaptığı gibi. Devamını getirmemişler, herhalde yayınevi zarar ediyor diye. Yayın hakkı onlarda değildir umarım, başka yayınevleri bassa keşke. Neyse, Howard'ın bu tür dışındaki öyküleri de çok güzel, birkaçını İngilizce olarak okudum. Korkunç gerçekten. Karanlıkta 33 Yazar seçkisinde Cehennem Güvercinleri vardı, şahane bir öykü o. Daha ilk cümlelerde yaratılan bir dehşet atmosferi, okuru ne olduğunu anlamadan çarpıyor. Tekinsizlik yaratmada üstüne olmayan bir adam Howard.

Almuric bir kılıçlı vurdulu kırdı türünden güzel bir roman. Esau Cairn'ın maceralarını, kestiği kafaları ve kırdığı kemikleri takip ederek nihayete varmadan önce farklı dünyaları, farklı ırkları ve bütün bunların arasında mücadeleden vazgeçmeyen iki Arzlı'yı -en azından birinin ruhu Arzlı- tanıyacağız.

Başta profesöre benzer bir adamın anlatımıyla mevzuya aşina oluyoruz. Bu Esau Cairn arkadaşımız katıksız gücüyle çevresinde ucube olarak görülen biri. Düşünce yapısı oldukça basit ve kasları oldukça sıkı, bu yüzden bir ucube gibi muamele görüyor. Üniversiteden atılıyor, acı gücünün yüzünden boksörlük lisansı elinden alınıyor. En sonunda karanlık işlere bulaşıp profesörün evine kaçıyor. Profesör, bu arkadaşımızı "kendi çağına uydurulan ve kendi olmaktan vazgeçmeyerek dışlanan" şeklinde niteler. Gerçekten de doğduğu yer, ABD'nin cangıl bölgesidir ve bir Spartalı gibi yetiştirilen Cairn, toplumda yeri olmadığı ortaya çıkınca başka bir güneş sistemindeki Almuric adlı gezegene yollanıyor ve oradaki maceralarını profesörün anlatmaya yanaşmadığı bir şekilde Dünya'ya ulaştırıyor. Anlatı bu maceralar üzerine kurulu.

Cairn kendini hiç bilmediği bir dünyada bulur, Crusoe'nun bir nevi çeşitlemesi. Bulunduğu ortama ayak uydurmaya çalışır, farklı mekaniklere sahip doğanın yardımıyla daha da güçlenir, hızlanır falan. Öbür türlü o dünyanın yaratıklarına karşı hayatta kalma şansı yoktur. "Hayatta kalmak katılaşmaya bağlı olduğundan katılaştım." (s. 31) Kıllı, koca koca yaratıklara karşı savaşır, bir de insana benzer bir canlıyla dövüşür, herifi tokatlar ve onun bıçağını alır ama ağır yaralanır ama çevresine ayak uydurduğu ölçüde yaşamı kolaylaşır. "Soğuk suyla yıkanmak dışında tedavi görmeyen yaralarım kendiliğinden iyileşmişti, zira Doğa kendisine yakın yaşayanların acılarını dindirmeye eğilimlidir." (s. 32)

Sonrasında bir şehrin surlarının önüne çıkar ve şehir sakinleri bunu tutsak alır. Onlardan biri olabilmek için gergedan kuvvetinde bir adamla dövüşür, saatler boyunca süren dövüşten sağ çıkar ve kabileye katılır. Ha, bu arada aynı dili konuşurlar ama anlatıcı bunun nasıl mümkün olduğunu es geçer. Meeh. Bir de bıçağı gören şehir sakinleri şaşırır, zira bu bıçak düşman kabilenin başındaki adama, diyelim ki Yenilmez Hilmi'ye aittir. Sonra bu herifle de karşılaşacaklar. Çok heyecanlı.

Cairn durmadan gözlemler ve Almuric'i hemen her yönüyle betimler. Mavi bir kuşağın ötesinde ne gibi varlıklar olduğu bilinmemektedir, kimse oraları keşfe çıkmaz. Bilinen dünyanın sonu. Ötesinde dipsiz bir uçurum olduğu sanılır. Bu savaşçı şehirdekiler Vikingler gibi vandallık yaparlar, günlerini gün ederler falan. Birkaç kabile sürekli savaş halindedir, kadınları kaçırıp dururlar. Bir de Yagalar var, bunlar Cairn gelmeden önce bir efsaneden ibaret olan şehirlerinden sürüler halinde gelip terör estiren kanatlı varlıklar. Kraliçelerini tanrıça olarak görüyorlar, sadece kendi bedenlerine ve zevklerine tapıyorlar. Herhangi bir ahlak anlayışları yok, yarattıkları dehşetin de sınırı yok haliyle.

Cairn ve katıldığı kabilenin reisinin kızı olan Altha arasında bir haller olur. Altha yaşadığı dünyayı beğenmez, bir Arzlı gibi düşünmektedir ve kaçma hayalleri kurmaktadır. Bizimkinin aklı gider elbet, kız Yagalar tarafından kaçırılana kadar tereddütlü hallerden beyni bozar ama ondan önce düşman kabilenin ikisini birden ele geçirmesi var. Hapsedildikleri günün gecesinde Yaga saldırısı yaşanır, Yagalar ikisini birden götürürler. Cairn kraliçeyle konuşur ve şehirleri hakkındaki çoğu bilgiyi edinir, bir şekilde kaçar ve kendi kabilesiyle düşman kabilenin savaşmak üzere olduğu bir zamanda aralarını bulur, Yaga memleketine doğru yola çıkarlar. Gerisi bildiğimiz hikâye.

İlgimi çeken nokta, Yagaların Akka adlı bir köle ırkına sahip olması. Doğa dedik, uyum sağlayamayanı yok eder. Tam oturmamış bir düzen var Almuric'te; bu Yagalar çağlardır varlığını sürdüren bir ırk kraliçenin anlattığına göre. Diğer türlerin yaratılmasıyla bir şekilde ilgileri var, hele Akkaları gütmeleri ve onları işkence aracı olarak kullanmamaları ilginç. Başka ırklara musallat olup pis işlerini yapanlara dokunmuyorlar ama bir ahlak anlayışları yok demiştik. Belki Howard, Almuric'le ilgili başka metinler de üretmiştir, bilemiyorum. Bu nokta düşünmeye değer. Sonuçta Cairn bu organizmaya bir virüs olarak dadanıyor ve doğal işleyişi bozuyor. Gerçi henüz oturmamış bir düzen var ama zamanla stabil hale gelebilecek bir dünya Almuric; çok büyük ve bilinen nüfusu çok az. Cairn kardeşimiz nüfusun yarısını kırıp geçirmeseydi iyiydi.

Sonuçta Altha ile mutlu mesut yaşıyorlar, muhtemelen keşif gezilerine çıkıp keşfedilen dünyaya akınlar yapmışlardır sonrasında.

Güzel, türü sevenler beğenecek.

26 Mart 2016 Cumartesi

H. P. Lovecraft - Cthulhu'nun Çağrısı


1994'te Gotik Öyküler adıyla Mitos'tan çıkmış ilk, bu halini Taksim'deki Sahaflar Çarşısı'nda gördüm ve alamadım, oldukça pahalıya satılıyordu. İthaki'den çıkan baskısını da çok sevdiğim bir abim vermişti, hikâyesi Cthulhu Mitosu Öyküleri 4 adlı yazıda mevcuttur, onu da Cansu'ya verdim ve geri gelmedi sanırım. Bir tanesine daha beş sene evvel rastladım, az daha evleneceğim kıza hediye ettim ve dedim ki, "Bak kız, bu kitap benim için çok özeldir." Biz ayrıldıktan birkaç ay sonra hoşlandığı bir adama hediye etmiş o da. Süper olay. Neyse, alakasız olaylar.

Mustafa Küpüşoğlu adlı zatın direktörlüğünde Alfa basıyor şimdi, ki bu adamın çıkmasına vesile olduğu her kitabı alırım. Çevirmen de Hasan Fehmi Nemli, bana göre en iyi Poe -üzgünüm Tomris Uyar- ve Lovecraft çevirmeni. Yine de kendisine olan minnet borcumdan ötürü Dost Körpe'ye saygılarımı sunarım.

Kapaktaki resim Bosch'un veya Bruegel'in, kitapta kaynak belirtilmemesi güzel bir ayrıntı tabii. Bu uçan şahsın mitosla ilgisi pek yok, tekinsiz havayı yansıtması açısındansa başarılı.

Kitapta sekiz adet öykü ve bir adet çevirmenin önsözü mevcut. Dost Körpe, Lovecraft'i ve mitosunu gayet güzel anlatıyor. Öğreniyoruz ki Herbert West'in maceralarını okumamızı Giovanni Scognamillo sağlamış, ellerinden öperim.

Randolph Carter'ın Hikâyesi: Randolph Carter, bir antikacı ve Miskatonic Üniversitesi öğrencisi olarak Lovecraft'ın birkaç öyküsünde karşımıza çıkıyor. Adlandırılamayan, Bilinmeyen Kadath'a Düş Yolculuğu gibi öykülerde bu adamın maceraları akıl alır, hele Kadath'a çıkılan yolculuk bence Lovecraft'in zirve noktalarından biridir. Şahsen Celephais'e yapılan yolculuğun kahramanı da Carter'mış gibi düşünürüm, öyle olmasa bile.

Burada Carter ve arkadaşı Warren, Warren'ın okült çalışmalarının etkisiyle unutulmuş bir mezarlığa giderler. Warren muhtemelen Necronomicon'la haşır neşirdir ve arkadaşını da bu işlere teşne edip kafayı kırayazmasına yol açar. Neyse, mezarlıkta çok eski bir kapak bulurlar, bu kapağı açtıklarında cehennemin yedi kat dibinden gelen kokulara maruz kaldıkları gibi Warren adlı cesur arkadaşımız, bir tür telli telsiz aparatıyla birlikte derinlere iner. Konuşurlar, Warren gördüklerini tarif edemez, gerilim adım adım artar. En sonunda Warren kurtuluşun olmadığını haykırır ve Carter'a kaçmasını söyler. Carter feryat figan eder, telin öbür ucundan şöyle bir ses gelir: "Seni aptal, Warren öldü!" On dört yaşımın haliyle nasıl korktuğumu anlatamam, şimdi bile tüylerim ürperiyor.

Erich Zann'ın Müziği: Auseil Sokağı ortada yok, hiçbir haritada yok, sanki hiç var olmamış gibi. Peki neler oldu da sokak ortadan kalktı?

Anlatıcı, üst katında oturan Erich Zann adlı yaşlı kemancıyla arkadaş olana kadar akla karayı seçer. Üst kattan acayip sesler gelir, bizimki mevzuyu iyice merak edip adama musallat olur ve bir gün kendini adamın evinde bulur. Adamın kemanından çıkan notalar bir süre sonra deliliğe ve hiçliğe dönüşür, anlatıcı pencereden dışarı baktığı zaman kapkara bir boşluktan başka bir şey görmez. Dehşet içinde oradan kaçar, sokağı da bir daha bulamaz. Yine bir gerim gerim geren öykü.

Herbert West - Diriltici: Filmleri çok başarılı değil, B movie diyebileceğimiz tarzda. Tekrar çekileceğine dair bir şeyler okumuştum ama kesin bir bilgim yok.

Öykü olarak yine Lovecraft'in mitos dışındaki muazzam işlerinden. Birden çok parçadan oluşuyor, her birinde farklı canlandırma denemeleri var. Bazıları savaş ortamında, bazıları West ve yardımcısının kendi kurduğu laboratuvarda. Mevzu şu ki bu Herbert West, insan yaşamının bir dizi kimyasal tepkimeden ibaret olduğunu düşünür ve hazırladığı karışımlarla beyin hasarının ortaya çıkmadığı ölçüdeki taze ölüleri diriltmeye çalışır. Olayları yardımcısı anlatır, onun ağzından dinleriz. Deneyler yıllar boyunca sürer, West'in geçirdiği dönüşümü adım adım takip ederiz. Nihayetinde kaçmaz West, sonuyla yüzleşir. Yaptığı deneyler onu parça parça çürütmüştür, devam etmek istemez ve kendini bırakır.

Pickman'in Modeli: Ressam Pickman'e Cthulhu Mitosu Öyküleri'nde de rastlayabilirsiniz.

Bu adamın çizdiği resimler grotesk manzaralardan, acayip mahluklardan ibarettir ama bu mahluklardan biri son derece gerçekçidir, sanki gerçekten varmış gibi. Dehşet manzaraları da aslından kopya edilmiş gibidir ki gerçekten de öyle olduğu öykünün sonunda ortaya çıkar.

Duvarlardaki Fareler: Anaerkil dönem tanrıçasının intikamı. Dost Körpe'nin söylediğine göre Lovecraft annesinden ötürü kadın düşmanıymış ama bu öyküde Kibele'nin zaferini görebilirsiniz, tabii nasıl bir zaferse bu. Pagan inançların dehşetine çıkılan bir yolculuk bu da.

De La Poer -son kelime hariç tersten okuyun, bir şey çağrışacak- ailesinin son üyelerinden biri, atalarına ait bir evi restore eder ve buraya taşınır. Evin tarihçesini öğrendikçe, bir de duvarlarda koşuşturan fareler ortaya çıkınca mahzenden aşağılara doğru bir keşif gezisine çıkar, bir dostuyla birlikte. Aşağıda uçsuz bucaksız bir şehir bulurlar. Roma, Kelt ve daha öncesinde hüküm süren uygarlıkların izlerinin yanında kemiklerle dolu birçok çukur vardır. Tam bir ölüm şehri. Adamımız ailesinin lanetine uğrar ve en iyi dostunu yerken bulur kendini.

Adamın kedisinin adının Nigger-Man olması da Lovecraft'in ırkçılığına bir örnek.

Cthulhu'nun Çağrısı ve Innsmouth Üzerindeki Gölge'ye girmiyorum, Cthulhu Mitosu'nun temel öyküleridir. İlkinde dünyanın farklı uçlarında Cthulhu'nun etkisindeki insanların yaptıkları var, bir de tabii keşif gezisinde R'lyeh'ın yükselişi, Cthulhu'nun ortaya çıkışı, öklid dışı geometrilerin insanları yutması, neler neler. Doğa gerçekten kendine yabancı olan unsurları bir şekilde yeniyor, belki de Dünya'nın bağışıklık sistemi budur.

İkinci öyküde Marshlar, yaptıkları şeytani anlaşma ve ailesinin köklerini araştıran bir adamın dehşet dolu kaçış hikâyesi var, bu kaçış gerçekten gerilim açısından takdire şayan, unutulmayacak bir kaçıştır, efsanedir. Gerçi adam ne kadar kaçarsa kaçsın, aile mirasını üstleniyor, yapacak pek de bir şey yok. Mitos öykülerinin bulunduğu kitapta Lovecraft'in Long Island'ta yaptığı gezilerde bu şehri ziyaret ettiği, hatta yaşlı bir Marsh'la gerçekten konuştuğu ve öyküyü bu araştırmalar sonucu yazdığı söylenir.

Yabancı: Bombayı sona bıraktım. Mitosu, diğer öyküleri geçtim, benim için Lovecraft'in en muazzam öyküsü budur. 8-10 sayfacık. Nerede doğduğunu, kim olduğunu bilmeyen bir çocuk, yalnız yaşadığı şatoyla sınırlı dünyasını korku ve acı dışında bir duyguyla anlamlandıramaz. Şatodan uzaklaşmaya çalıştığında karanlık ormanların bilinmeyen dünyasıyla karşılaşır, öteye gidemez. Okuduğu kitaplardan başka bir avuntusu yokken bir gün her şeye rağmen bu dünyadan kurtulmaya karar verir ve şatonun çatısındaki kapakları kaldırmaya çalışır, başarılı olur ve bildiği küçük dünyaya şatonun tepesinden bakmak için döndüğünde toprak zeminden başka bir şey göremez. Yeryüzüne çıkar, yürür, penceresinden sarı sıcak ışıkların yayıldığı bir hana girer, handaki herkesi korkudan altına işetir ne olduğunu anlamaya çalışırken odanın öbür ucunda korkunç bir yaratık görür. İnceler, yaklaşır ve yaratığın aynadan yansıyan kendi olduğunu anlar. En sonunda şatoya geri döner.

Lovecraft'in çocukluğu, evet. Bariz bir şekilde ortada.

Beni etkileyen kısmı, belki de ilk kez kim olduğumu düşünmeye başlamamı sağlamış olmasıdır. Topluma göre ben kimim, kendime göre kimim, nerelerden kurtulamıyorum, nerede saklanıyorum. Kimim ulan ben? Evet.

Ne desem, ne anlatsam yetmez. Başucu kitabım; başka hiçbir kitabı ikinci kez okumamışken bunu belki yirmi defa okumuşumdur. 28 yaşındayım, ömrümün yarısında hep yanımdaydı.

Alın arkadaşım.

25 Mart 2016 Cuma

Kolektif - Cthulhu Mitosu Öyküleri 4

10 senedir denk gelmeyi beklediğim kitaba nihayet geçen hafta rastladım. 2001 basımı bu müstesna eserin ikinci baskısı yapılmadı, şimdi üçüncü kitabı bulmam lazım. Bu sefer 10 sene beklemeye veya 50-60 TL vermeye hiç niyetim yok. Yakın bir zamanda elime geçecek. İsteyen hediye de edebilir, eheh.

Üçüncü ve dördüncü kitabı 12-13 sene evvel almıştım, sonra dershaneden Cansu nam arkadaşa verdim, o da bana Ölümüne Sadakat'i verdi. Onun kitabının tekrar baskısı yapıldı, benimkilerin yapılmadı. Süper. O zamanlar aklı beş karış havada bir lise öğrencisiydim ve havada yüzen aklımı almıştı öyküler, çevirip çevirip tekrar okuyordum. Tabii her şeyin başı Lovecraft; bu adamdan önce de bir şeyler okuyordum ama kitap kovalamaya, bulduğum her -her- boş anda bir şeyler okumaya bu adamla başladım. Farklı çevirmenlerden tekrar tekrar okudum falan, Saygım çok büyük. Şöyle: Büyük Saygı

Lovecraft'in öykülerinin önemli bir kısmında bu mitosa dair öğeler yer alıyor. Balık adamlar, renkler, rüyalar, bilmem ne. Bilmeyenler için mevzuyu açayım biraz, Yüce Eskiler adlı tanrılar varmış bir zamanlar, bunlardan Cthulhu olanı R'yleh adlı bir şehirde düş görerek beklemektedir ve yıldızlar doğru konuma geldiğinde gücü artar, insanları etkisi altına alır ve özgür bırakılmak için bu insanları kullanır falan. Bu tanrıların hikâyesi Deliliğin Dağlarında adlı eserde mevcuttur, bakabilirsiniz. Robert E. Howard'ın sözünden apararak söylüyorum, dünya oldukça yaşlı ve biz çok genciz, bizim ortaya çıkışımız belki onuncu döngüdür, belki yüzüncü. Dünya'nın ne gizemler sakladığıyla ilgili hiçbir fikrimiz yok, doğa yapısına uymayan her şeyi öğütüp yok ediyor. Bu yüzden yok olan tanrıları, inançları düşününce bu mitos canlanıveriyor. Sanki Cthulhu gerçekten varmış gibi. Bu düşünce üzerinde temellendirilmiş öyküler de var, hemen anlatıyorum. Anlatmaya geçmeden önce şunu da söyleyeyim ki üçüncü kitaptaki öyküleri hatırlıyorum, üçüncü kitap daha güzel. Evet. 

Derinlerden Gelen Dehşet: Kaliforniya'nın tepelerinde yaşayan bir çekirdek aile, baba duvarcı falan. Güzel bir ev yapıyor, evin bodrumuna bir kapak koyuyor, Düşler Kapısı. Denizi çağrıştıran desenler oyuyor bir güzel. Evin çocuğu sanatçı ruhlu, hassas. Onun el yazmasından okuyoruz öyküyü. Babanın gizemli arkadaşları falan var, bir işler döneceği belli. Nitekim ölüyor, çocuk düşler görmeye başlıyor falan, psikolojisi bozuluyor. Sonra Arkham'daki Miskatonic Üniversitesi'ne gidiyor ki bu meşhur bir sıkmaca üniversitedir, üniversitedeki fantastik hocaların maceralarını çeşitli Loveraft öykülerinde bulabilirsiniz. Neyse, sağlık durumundan ötürü eve dönüyor ve şiir yazıyor, kitabı basılıyor falan. O sırada annesi ölüyor ve üniversiteden bir hocası, şiirlerindeki bazı kelimelerin üzerinde duruyor. Rulay mesela. R'yleh. Çocuğun gördüğü düşler bir dadanma ürünü. Sonrasında hoca çocuğu ziyaret ediyor, solucanlar evin altını kaza kaza çökertiyorlar falan. Güzel. Pickman da geçiyor öyküde, o da güzel bir ayrıntı.

Surtsey'le Yükseliş: Burada anlatıcının kardeşine dadanıyorlar. Julian'ın Necronomicon'la haşır neşir olması, giderek kafayı sıyırması ve vücuduna başka bir varlığın el koyması hadisesi hep bu Yüce Eskiler'in musallat olmasıyla alakalı. Sonrasında anlatıcı, kardeşini haklıyor ve intihar ediyor. Az daha tanrılar geri dönecekken. Bir ada ortaya çıkıyor bu olaylar olurken, R'yleh'in belirmesi gibi. Öykünün bir yerinde Kara Taş'tan bahsediliyor, o da güzel bir ayrıntı. Heyecan dozu yüksek bir öykü, başarılı.

Soğuk Baskı: Ramsey Campbell'ın dört öyküsünü biliyorum çeşitli kitaplardan. Clive Barker bir yana, bu adam gerçekten sıkıntılı durumlar yaratabiliyor, okur için de. Köşeye sıkışan okurmuş gibi. 

Sıkıntılı bir adam, sevdiği tür kitaplar ararken serseriye benzer bir adamın yönlendirmesiyle ilginç bir kitapçıya girer ve kitapçıyla bir iki kelam ettikten sonra elinde kırmızı, ıslak ağızlar açılmış bir şekilde ruhunu teslim eder. Bundan öncesi önemli gerçi, kitapçının -aslında tanrılara hizmet eden bir büyücü, gibi bir şey işte- soğukkanlılığı ve adamımızın gelişmemiş sosyal yetenekleri sonucu yaşadığı panik, çaresizlik hissi vs. kıskıvrak yakalar, çok uzaklardaymış gibi görünen çıkış kapısına koşup ulaşmak isteriz ama mümkün olmaz. 

Lloigor'ların Dönüşü: Bu işte, girift kurgusuyla fark yaratan bir öykü. Yetmişlerinde bir profesör, Voynich elyazmasının -Stephen Bax bu yazmanın sırrını çözene kadar içeriği sadece tahmin ediliyordu- sırrını tesadüfen çözer ve Necronomicon kitabın aslında Necronomicon olduğunu anlar. Bu kitabı araştırır, Arthur Machen'in öykülerini inceler ve o öykülerden de Galler'deki bir bölgeye ulaşır. Galler'e gider, orada Urquart adlı bir albaya ulaşır. Albay anlattığı şeyler açısından kafayı yemiş gibidir; kayıp kıta Mu, Atlantis, denizler altındaki büyük imparatorluk, düşler... Bizimkini anlattıklarına inandırır. İş burada felsefeye kayıyor; dünyada iki ırk varmış bir zamanlar. İnsanların ataları ve Lloigorlar. İkincisi, birinciyi ayak işlerini yapmak için kullanıyormuş, sebebi de doğanın kendilerini yok etmek istemesi. Bu Lloigorlar pesimistmiş, sönmek bilmeyen bir kara güneşle yaşıyorlarmış, bu yüzden de doğa bunları yok etmek istiyormuş. İnsanları yok etmek istemiyormuş çünkü ne olursa olsun unutma, katlanma ve umut etme kapasitemiz sınırsızmış, sınırlı olanlar intihar yoluyla ayıklanıyormuş. Güzel bir bağlantı.

Neyse, bu varlıklar iki kafadar için hayati tehlike oluşturacak saldırılar düzenlemeye başlayınca delilleri toplayıp bütün dünyaya yaymak için harekete geçiyorlar, bir toplantı düzenliyorlar ve uçağa atlayıp ABD'ye doğru havalanıyorlar. Uçaktan bir daha haber alınamıyor. Kabaca bu.

Bir de bu Yüce Eskiler'i yazarların nasıl bildiği mevzusu açılmış, birkaç öyküde daha temellendirilmiş bu durum. Lovecraft'ın Long Island gezileri sırasında bu mitostan haberdar olduğu, düşler gördüğü ve öykülerini bu yolla yazdığı söyleniyor. Bu da güzel bir bağlantı.

Kayığım: İki çocuk, bir siyahi kız. Kız sayısız çağ görmüş, kadim bir varlık. Oğlanlardan biri kıza kapılıp gidiyor, diğeri yıllar sonra oğlanı görünce her şeyi hatırlıyor. Oğlan yirmi yıl önceki halinde, bir yaş bile büyümemiş. Hoş.

Çubuklar: Öf, bu da oldukça gerici. Leverett adlı ressamımız II. Dünya Savaşı'na katılmadan önce New York civarındaki ormanlarda son bir yürüyüşe çıkıyor, metruk bir yapıya ve çeşitli geometrik şekillerde birçok çubuğa denk geliyor. Yapının bodrumunda sunak benzeri bir cismi incelerken çürümüş bir el fırlayıp bileğinden yakalıyor, bizimki kafayı kırarak kaçıyor. Savaşa gidiyor, geliyor falan, unutmuş mevzuyu ama rüyalarında hep o çubukları görüyor. Sonradan anlaşılıyor ki orada eski bir külte tapan şeytani bir topluluk varmış, o bileği tutup kafasına tava yiyen adam o topluluğun başıymış, bilmem ne. Çok başarılı, gerginlikten zıplatan bir öykü.

Kudüs'ün Kaderi: Stephen King. Muhteşem bir öykü. Filmi de vardı ama alakasız bir mevzudaydı yanlış hatırlamıyorsam.

Ghooric Bölgenin Keşfi: Hiçbir BK öyküsünden bu öyküden aldığım keyfi alamadım. Plüton civarını keşfe çıkan üç cyborg, Lovecraft'in betimlediği Yuggoth'a ulaşırlar ve geri dönüşlerle büyük yazarı anarlar. Bir yandan dünyanın gelecekteki hali insani zevklerin değişiminden yönetim biçimlerinin, ülkelerin doğuşuna kadar çeşitli yönlerden anlatılır. Muazzam yahu.

Bulabilirseniz alın. Tabii korkudan ve Cthulhu Mitosu'ndan da hoşlanıyorsanız.

22 Mart 2016 Salı

Eugène Guillevic - Öklidgiller

Düzken eğriyi, parçalıyken tamı, asla olunamayanı arayan. Biçimin dışında kalan için acı. Doğaya boyun eğse de ateşi çalmayı deneyen tüm yaratılara.

Guillevic, 30 yaşında tanınmaya başlıyor. Gerçeküstücü, somutçu. Köşeli dünyanın zarif bir anlatıcısı. Cemal Süreya'nın çevirdiği, Grup Yorum'un söylediği. Bu kitapçığı Erdal Alova çevirmiş, şairi şairden başkası çeviremez kuralı. İyi Şeyler Yayıncılık, uzun bir süredir yok. Genel yayın yönetmeni Cevat Çapan. Kitaplarını internette astronomik fiyatlara bulabiliyorsunuz ancak. Ben bunu yine bir sahaf kazısında bulup aldım, başka türlü denk gelmek zor. Ne diyordum, Eluard ve Aragon'un silah arkadaşı. Nesnelere göre insan nedir, tersi ve daha pek çok konuda inceliği şiir kadardır.


İki bölümlü kitapçığımızın ilk bölümünde Öklid'in yarattıkları/buldukları arasında şöyle bir taş atımlığı kadarlık şiirle karşı karşıyayız. Örnekte görüldüğü üzere bir daire ve bir doğru var ve aslında birbirine dokunmuş gibi dursalar da atomik fasılada hiçbir şey birbirine dokunamaz. Evrenin özünde her ne kadar çekmece de olsa itmece şampiyondur ve bu ikisi hiçbir zaman bir araya gelemezler. İkisinin doğasını bilmek için şiirlerini ayrı ayrı okuyup bir üçüncüye evrilmelerini takip etmek gerekecek, her geometrik şekil bir diğerini, her şiir bir başka şiiri doğuracak. Kare için dört doğru, eşkenar üçgen dengeli olmaktan sıkıntılı. Paraleller, ah. Bugünkü altıncı ahım paralellere geldi. Aynı doğrultuda iki aynı, kavuşmamacasına.

"Gidiyorlar, uzay geniş,
karşı-be-karşı,
konuşmak istiyorlar.

Ama birinin diyeceğini
öbürü biliyor zaten.

Bulanık, unutulmuş
başlangıçlarından beri
hep aynı hikâye.

Rüyalarında karşılaşıyorlar kendileriyle,
ve kendilerini seviyorlar.

Biri ne öbüründen
uzağa gidiyor, ne kendinden."

İkinci bölüm nehirler, güneşler ve evler üzerine. Bir güneşin kendini karanlık görmesi yine kendi ışığındansa, evler bir gün konuşmak için ırmaklarla birlikte birkaç yüzyıl bekleyecekse çıkmazlarını bir insan görür, bunun için bize minnettarlar. Guillevic'e daha çok.


Aynı yere dönmek dairenin işi. Yarım daire diğer yarısını arıyor. Ben arıyorum. Yarım daire şarkısı.

"does anybody feel this way
does anybody feel like I do
...
I can not find the other half"

Eski şarkılara sardım bir de. Bu.

20 Mart 2016 Pazar

Sedat Demir - Küçük Paris Fena Öksürüyor

Kitabın düzeltisini yapan arkadaşım Baran'la tanışlığımız yedi sekiz yılı buluyor, birkaç Dedalus kitabı getirdi de yeni bir şeylere maruz kalabildim. Öbür türlü gerçekten çok sıkılmıştım, yarıda kalıp bitirilmeyi bekleyen yedi kitap var ve hiçbirini elime alasım yok. Şiir okuyorum bolca, mesela Akgün Akova, mesela Veysel Çolak, mesela Eugene Guillevic. Bir de öksürük, şehir hasta oluyor. Ciğerleri patladığı için olabilir, sokaklar bomboş. İnsanlar sağa sola fırlamak istemiyor, parça parça.


Onu öncelikle Küçük Paris yapsın, denizin ılımanlaştırıcı/masallaştırıcı etkisi oralarda daha belirgin. Hele kışın. Metnin bir yerinde -sayfaların da bir önemi yok, isimlerin önemsizliği gibi- delikanlı/anlatıcının personası, yaşlı kadının yüzüne bakar, okur tam o satırı okurken ve hâlâ okurken ve mevsim yazken. Metnin yazı mı, okurun kışı mı? Üşüyorsam ve elimdeki kitap mevsimin yaz olduğunu söylüyorsa bir yerlerde bir terslik var demektir ya da bir oyuna dahil edilmişizdir.

Paris öksürdüğü zaman Simon-Crubellier Sokağı peyda oluyor ve bu sokaktaki binalardan biri 99 bölümlük bir tamamsıza malzeme ediliyor. Bütün katları, bütün çöpleri, bütün eşyaları, otuz iki kısım tekmili birden tuğla ebatında bir kitabın içinde. Hastalık sezonu kapanıyor, insanlar sokağı arıyor ama pek bir şey bulamıyorlar. Parisliler, hayali de olsa şehrinizdeki sokağı nasıl bilmezsiniz?


Samatya gerçekten var olan bir yerdir, bir ucundan bir ucuna ortadan kaybolmadan, bug olarak damgalanıp cızırtılarla silinmeden yürüyebilirsiniz ama Demir'in anlattığı başka bir yer, orayı sadece Demir biliyor ve küçük bir kroki çizerek yerini bildirmeye dahi çalışıyor. Bulamayız ama olsun. Küçük Paris'in öksürüğünü yakalarsanız... Belki.

Dört bölümlü bir anlatı, kuşlardan vakit kalırsa. "O kadar yalnızım ki kumruya dönüşen hikâyeleri merhem diye göğsüme sürerim." (s. 10) Kuşlardan Samatya'ya yumuşak bir iniş, ortalıkta dolaşan bir triportör, batanların bir daha onmadığı şirin bir bataklık, balkon, Sadberk, Mevlüt, türkü diye az daha kandırılacağımız bir Müslüm Gürses şarkısı, şarkı söyleyebilse hiçbir şey anlatmayacak bir anlatıcı -ki yalnızlığı 110 sayfa civarındadır. Sayfa sayısının önemsiz olması, anlatıcı yalnızlığı mevzu bahis olduğunda geçersizdir- içeren bu müstesna eserde metin kendi varlığının farkındadır, sıkıcı noktalama işaretlerinden şöyle bir silkinip kurtulmak istediği gibi dipnotlarla okuruna göz kırpabilecek bir erginliğe ulaşmıştır. Kendini tanımak isteyip istemediği meçhul, o yüzden okura güvenmediği bir noktada kalp kırıcı olduğunu söylemekte fayda var; -dukş!- bir ara başlık başka bir yerde ikinci kez kullanıldıysa bunu hatırlarız. Ona göre. Aynı zaman kiplerinden şikayet edip yirmilerinden sonra ve dahi ölümüne kadar onlardan kurtulamaman senin suçun değil, o tamam. Kuşlarına da tamam.

Bir iki bölümde Samatya'nın bileşenlerini -bolca kanatla- inceledikten sonra hikâye faslı. Gölgenin kadınları ki en acılı hikâyeler onlardadır, istediğiniz kadarını burada bulursunuz. Bir tanesi başkalarının dayattığı hayatı yaşayıp filmlerde teselli bulur, bulmaz, orası hikâyenin başında çatıya teşne olup sonunda pır giden anlatıcıya kalmış. Bir diğerinin kalbi beş bin yerinden kırık. Acısız olmuyor bu işler herhalde. Bir yerde geçer: "Televizyondaki yerli dizilerle şekillendirirdim olup biteni hemen (...)" (s. 70) Butor'nun yapabildiğini istiyorum, kuşların duygusuz uçuşlarını. Burada duygulular. Trenlerin hissiz geçişlerini, buradan tren geçmiyor. Yanlış metinden yanlış şeyi istiyorum ve Sedat Demir daha çok yazsın istiyorum. Belkıs, Şifahi Efendi, belki birkaç karakter daha. Metin fazla karakter istemese de belki işler karışırsa daha şen bir mevzu doğar. Nasip.

Bizde salt anlatan, oynayan pek yok, o yüzden Küçük Paris'in bu zamanı işinize yarar, bir şey yaparsınız.


Ek: Yalnız olmadığımı görmek güzel.

Tuncer Erdem - Denizlerimizde Rüzgâr

Tuncer Erdem, birçok yayın organında birçok eseriyle yer almış çok yönlü bir kişi. Mesela Gırgır'dan ayrılıp Limon'u kuranlar arasında. Mesela ressam, çizer, karikatürist, yazar. Bu üçüncü öykü kitabı. Günümüzde neler oluyor, neler yazılıyor diye merak ediyorum ama dergileri takip edemiyorum. Aslında bunu yapmak gerekir, asıl güncel mevzular orada ama kitaplardan olmuyor. Öyküleri kitaplaşanları ancak. Eh. Tuncer Erdem'i de takibe alıyorum.

Bir Geri Dönüşüm Hikâyesi: Poşete tutulan kamera. Neydi o filmin adı, American Beauty'de miydi şu oradan oraya süzülen poşet? Evet, bir dönüşüm hikâyesi; kameranın arkasında görülenler lüks raflar, orta sınıf bir ailenin direği, yoksulluk, kent ve yalnız insanlar. Bir poşet bu kadar acı çekebilirdi.

Denizlerimizde Rüzgâr: Kıble, keşişleme, rüzgârlı deniz kıyısında -dedim ve bu yazının şarkısını bulmuş oldum- yaşlıca bir adamın rüzgâr haberlerini dinleyip karısından, evinden saklanması bilmem ne anlatır? Denize birkaç adım, karısıyla polisler hemen yanından geçiyor, kadın ağlıyor. Misafirleri vardı, gelemeyecekler. Yemek yapılmayacak. Ortalık dağınık kalacak, ev işleri aksıyor. İşe uykusuz gidecek çünkü geciken işler geriye kalan günün büyük bir bölümünü çalacak. Adam... O sadece rüzgârın peşinde. Rüzgârın ve kaybolmanın.

Yol Kenarı: Kameralar kargada bu kez. Arkada yine şehir, insanlar, bilmem ne. Karganın bir yamuğunu göremesek de her şey gördüğümüzden ibaret değil, spot ışıklarını üzerinde hisseden çocuk, balıklarını bıraktığı yerde bulamadığında karganın katakullisini anlarız. Her şey görünmediği gibidir. Biraz.

Koku: Merhaba Keret.

Adamımız memur, yorulu zamanını geride bırakmak üzere minibüse biniyor ama çantası mantası, günü atlatmayı engelleyen her şey yanında. Duvardaki deliği görene dek. Dolmuştan iniyor, delikten geçiyor ve manzarada kaybolmak için deliği kapıyor. Bu adamın kaybolduğunu söyleyemeyiz, yaşamadığını söyleyemeyiz, bir manzarada yitip gidenler için zaferdir bu öykü.

Dünyanın Muhteviyatı: İçinde bir parçacık incelik kalan herkesin öyküsü bu, incelikler yabancı dünyaları birleştirdiği ölçüde büyüyor ve dünya kocaman bir orman. Umarım.

Yorgun bir işçi sınıfı neferi, eve döndüğünde karısını ve çocuklarını beklerken kestirmeye karar veriyor ama o da ne, kapı çalıyor. Yan komşu mu, alt komşu mu, şimdi hatırlamıyorum, ressam bir kardeşimiz geliyor ve işçi sınıfı neferinden kendisine modellik etmesini istiyor. Adamımız da gidiyor, modellik yapıyor, konuşuyorlar, normalde hiç söylenmeyecek sözcükler söyleniyor, cümleler kuruluyor ve iki ağaç orada sarmaş dolaş. Belki orman çoktan kesili ama ağaçların soyu tükenmeyecek.

Bir bu kadar daha öykü var, benden tavsiye. Tek beğenmediğim şey aşırı hesaplılık oldu. Erdem, öykülerini düşünerek yazıyor sanırım, her şey yerli yerinde çünkü. Ev olduğu gibi, sokaklar olduğu gibi, insanlar hep oldukları gibi. Belli bir zamanda başlayıp biten öyküler, durumlar üzerinden giden bir anlatı. Daha çok renk daha güzel bir şey çıkartırdı ortaya sanıyorum. Her neyse, hoşunuza gidecek.


Şarkıdan hikâyeye yol. Lise zamanlarımdan beri normal kahramanım Cenk Taner'in bu şarkısını her dinlediğimde aklıma Ece gelir. Ece aşık olduğum ilk şahıs/kurum/kuruluştur ve korkarak zannederim ki tüm ilişkilerim kendisiyle yaşadığım eğlenceli ve acılı mevzunun bir nevi türevidir, çeşitlemesidir. Umarım öyle değildir ama veriler tersini gösteriyor. Her neyse, uzunca bir süre görüşmedikten sonra geçende toplandık. ABD'den Volkan da geldi, lisenin büyük bir bölümü oradaydı.



Şarkı nasıl başlıyor işte, şöyle:

"büyüdüğümüz yer rüzgarlı deniz kıyısı.
orada kaldı ilk aşkın tadı.
yalnız mıdır, evli mi?
aslında ne fark eder ki şimdi?"

Şimdi bunu öğrenmek fark etmez, eğer uzaktaysa. Stalker değilseniz öğrenemezsiniz de. Şahsen ben bu yolu tercih ediyorum; çok önemli bir neden olmadıkça iletişim kurmuyorum ki böyle bir neden genellikle olmuyor. Herhangi bir mecrada takip etmiyorum, ortak arkadaşlar varsa durumu anlatıyorum falan. Acı çekiliyor, özümseniyor ve yola devam ediliyor, öbür türlü hep geri hep geri, insan donup kalıyor geçmişinde. Sevmiyorum bunu, Ece'de yaşadım ve atlatmak yıllar aldı. Bir daha kendime yapamam böyle bir şey.

Aşık olalı 14 yıl oldu, şarkıyı ilk kez dinleyeli 12 yıl. 10 yıl falan hep bu ilk dört dizeyi düşündüm, bazı bazı gülümsedim, bazen üzüldüm ama kopamadım şarkıdan bir türlü. Sonra iki gece önce konuştuk, Ece için güzel şeyler yakın. Mutlu oldum, bu bir yük değil, ağırlığı yok. Yani fark eder, etmeli. Yıllar sonra olsa bile. Her ne yaşanmış olursa olsun. O bağ bir kez kurulmuşsa, acıdan başka bir şey kalmışsa geriye.

7 Mart 2016 Pazartesi

Stephen Grosz - İncelenen Hayatlar: Kendimizi Nasıl Yitirir, Nasıl Buluruz


Ehehe, bu kadardı, bitti. Teşekkürler. Yok yok, başlıyorum.

Stephen Grosz, yıllar boyunca biriktirdiği hikâyeleri kitaplaştırıyor ve insanın anlam arayışına psikanaliz penceresinden bakarak insanların içlerinde -bir anlamda- koca bir çöplükle birlikte yaşadığını gösteriyor. Çocukluğumuzda iz bırakmış küçük bir olay, yıllar boyunca kurtulamadığımız yalnızlığımızın sebebi olabilir. Yalan söyleriz, bunun sebebi babamızın sadece başarı hikâyelerimizi dinlemek istemesi olabilir. Çok, çok başarılı insanlar değilsek o noktada sıkıntı var. Yalnız değiliz; binlerce saatlik seanstan seçilen birkaçı karşımızda. Her insanın bir hikâyesi var ve her insan dinlenmek ister. Dinlediği en ilginç hikâyeleri anlatıyor Grosz, belki bize de yardımı dokunur.

Şu da var ki uzun zamandır aklımı kurcalıyor, araştırmadım da. Anlamak çözmeye yetmez muhabbeti. Ruhsal bir neşterle deşildik, hikâyemiz açığa çıktı, sıkıntılı davranışımızın sebebini çözdük. Nasıl kurtulacağız? Yani sorunu bulduk diye çözebilecek miyiz, ya da daha kötüsü; çözmek isteyecek miyiz? Şimdi hatırlayamıyorum ama galiba Ben ve Biz: Postmodern İnsanın Psikanalizi'nde geçiyordu; nevrotik davranışlarımız sahip olduğumuz her şeyse? Yani yaratıcılığımızı, güçlü kalmamızı tetikliyorsa? House'un Valium'u, ağrısı, bastonu olmasa olur muydu? İnsanın bilinçli bir şekilde sırf mutsuz olacağı bir şeyi yapmayacağını düşünüyorum; ne kadar mantıksız olursa olsun bir şey yapılıyorsa, sonunda mutsuzluk varsa eğer, diğer yandan daha büyük bir mutluluğun geleceği beklentisiyle yapılmış olabilir mi? Bir arkadaşım şimdiyi ve geleceği bir an önce geçmişe tıkmak ister ki nostaljisiyle öyküler üretebilsin. Buradan şuna uzanıyorum ki öncelik tercihi var, her yaşam en büyük sanat eseri. Yani yaşamlarımızı ne kadar doyurucu, ne kadar coşkun yaşarsak o kadar iyi sanatçıyız. Bunun yanında şiir, fotoğraf vs. araç olarak kalıyor. Anlarız ama çözmeyiz belki, bu da bir kendini yitiriş mi? Psikanalizin ne ölçüde işe yaradığıyla ilgili Ayrıntı'dan çıkan bir kitap gördüm bugün ama alamadım, onun yerine yine Enis Batur ve Yekta Kopan aldım. Alan olmazsa iki gün sonra ele geçirip okurum, yazarım buraya.

Otuz beş hikâyenin arasında beni en çok etkileyenleri ele alacağım.

Dile Getirilemeyen Öyküler Bizi Nasıl Ele Geçirebilir: Hikâyelerini anlatamadığı için kendi yarattığı hikâyeyi yaşayan bir adam, mutsuzluk döngüsünden bir türlü çıkamıyor ve hikâyenin kendi davranışlarını etkilemesine izin veriyor. Grosz'un şoke olduğu bir vakaymış bu.

Övgü Özgüveni Nasıl Yıkabilir: Pedagojik olarak güzel bir öykü. "Çocukları çok övmeyelim, onları daha iyisini yapma hırsından mahrum bırakmayalım, yoksa yerlerinde sayan aptallara dönerler" temalı küçük bir bölüm.

Acı Armağanı: Bu da beni geçici olarak felç eden bir hikâye. Matt, evlatlık verildiği ailesiyle bir sıkıntısı olmamasına rağmen önceki süreçte yaşadıkları yüzünden ruhsal bir dumura uğrar, hiçbir şey hissetmez. Duygularının farkında değildir. Burası da kendimde bulduğum bir nevrozun açıklaması: "İşin aslı şu: Hepimizin içinde bir Matt var. Şu ya da bu şekilde hepimiz acı veren duygularımızı susturmaya çalışırız. Oysa hiçbir şey hissetmemeyi başardığımız zaman, canımızı yakanın ne olduğunu ve niçin acı çektiğimizi anlamanın tek yolunu yitirmiş oluruz." (s. 36) Bam! Suratıma bir yumruk yemiş gibi oldum. Aynı acılar geçen zamanla birlikte daha dayanılmaz hale geliyor. Belki budur mevzu, belki de değildir. Bu galiba ya. Unutmaya devam.

İlişkide Olmamak Üzerine: ...

"'Size pek çok farklı şey anlatabilirim ama gerçek şu ki, biriyle ilişkide olduğum zaman yok oluyor, ölüyor gibi hissediyorum - aklımı yitiriyorum."

"'Sevgi benim sorunumu çözemez,' dedi Michael, 'çünkü sevgi bana tehditkâr geliyor. Düğünümden önce kriz geçirmeme neden olan buydu. Sorun sevilmek, çünkü sevilmek bir taleptir - sevildiğinizde, biri daha fazlanızı istiyor demektir.'" (s. 58)

Benden dört tanecik çalışır, gerisini kitabı edinip okuyun. Bir yerlerden size dokunacak insanlarla tanışın. Kitapta geçen, bir parçasını da internetten bulduğum can sökücü bir şiirle bitirdim gitti:

"önce sesinle unuttum seni
konuşacak olsaydın şimdi burada,
yanımda
“acaba kim?” diye sorardım
sonra adımlarında unuttuğum
bir gölge çekilse
rüzgâra etten
sen misin, değil misin, bilmem şimdi.

unuttum adını;
adındaki harfler birbirinden bağımsız,
tanımıyor birbirini
yeniden bir araya gelip otobüslerin üzerindeki reklamları oluşturuyorlar,
zarfların üzerinde başka adları biçimlendiriyorlar
bir yerlerdesin şimdi
fakat bölük börçük
parça parça
olanaksız"

Pedro Salinas, kısmen Cevat Çapan çevirisi.

Ek: Friends'le birlikte en sevdiğim duygusallı dizi olan That '70s Show'dan sahneler izliyordum, şunu paylaşmam lazım. Ah lise zamanlarım ya, çok özlüyorum.

6 Mart 2016 Pazar

Kazuo Ishiguro - Noktürnler: Müziğe ve Geceye Dair Öyküler

Esin, "Okuyun bu adamı," dediğinden beri, yedi aydır aklımda İşiguro ama kısmet. Tanizaki, Kobo, Akutagawa, Mişima, Oe derken az biraz bilgim oldu dünyanın o tarafları hakkında ama İşiguro başka bir dünya. İngiltere'de büyüyünce oranın havasından nasiplenmiş, daha da modern edebiyatın çıngarcılarından olmuş. Kitapları YKY'den çıkıyor, edinebilirsiniz.

İşiguro'nun öykülerinde müziği de bir karakter olarak değerlendirmek gerekiyor. Müzik diğerlerinin yolunu çiziyor. Daima ortada bir yerde. Üretiliyor, acısı çekiliyor, duygusu hiç kaybolmuyor. Aşkın, ayrılığın hemen yanında. Yılları birbirine bağlıyor, çoktan unutulmuş duyguları açığa çıkarıyor. Bir andaç, günlük veya. Silinmeye yüz tutan mekanları yeni baştan yaratıyor. Dönüştürüyor, karakterler bir öykü sonra erdiğinde başka bir yerde, başka bir duyguya sahip oluyorlar. Bir gülümseme, bir gözyaşı. Renklerin birbirine geçişi gibi bir dönüşüm, ağır ağır.

Aşk Şarkıcısı: Tony Gardner'ın Venedik'te, turistlerin arasında oturduğunu gören sokak gitaristi Janeck, çocukluk yıllarının plaklardan dinlediği sesinin yanına gider ve ünlü sanatçıyla tanışır. Janeck Doğu Bloku ülkelerinin birinden gelmektedir, kültürel perdenin dünyadan soyutladığı insanlardan biridir ama Gardner'ı çok iyi bilir, annesiyle birlikte en çok dinlediği sanatçıdır Gardner. Yaşlı adam bir anlamda anıların tekrar yaratılmasını sağlar ve Janeck'le durgun bir şekilde sohbet ettikten sonra isteğini dile getirir: Eşi Lindy Gardner'a yapacağı serenatta eşlik. Janeck büyük bir mutlulukla kabul eder, gondolla pencereye dayanırlar ve Tony şarkılarını söyler. Lindy ağlayarak içeri girer, Tony eşiyle boşanmak üzere olduklarını söyler. Janeck için anlaşılmaz bir şeydir bu; birbirini sevdikleri halde ayrılan insanlar. Tony, Hollywood'ta işlerin pek o şekilde yürümediğini söyler. Sevgi üne bağlıdır, ün kaybolduğunda sıra başka sevgilere gelmiş demektir. Janeck, annesinin durgun ve sıkıntılı yıllarını hatırlar. Müzik, Lindy ve Janeck'in annesini bir noktada birleştirir, Tony ve Janeck'i, sevgiyi ve ayrılığı, Doğu'yu ve Batı'yı.

Come Rain or Come Shine: Emily, Charlie ve Ray üniversiteden arkadaş. Ray ve Emily, eski Amerikan şarkılarını çok seviyorlar, tek dinledikleri bu şarkılar. Hayat yolları ayırıyor, Ray İspanya'ya gidip öğretmenlik yapıyor, diğer ikisi evleniyor falan. Senelik ziyaretinde Ray öğreniyor ki ikisinin arası pek iyi değil, ufukta ayrılık var. Charlie'nin yardım isteğini kabul ediyor ve Charlie bir iş için geçici olarak gittiğinde Emily'ye eşlik ediyor. Görünen o ki zaman arkadaşlıklarını yıpratmış, yanlış anlamalara yol açmış ve onları birer yabancıya dönüştürmüş. Kırgınlıklar yormuş, parçalanıp dökülmeye başlamışlar ama o eski şarkılar hâlâ var, o eski dostluk anıların arasında bir yerlerde. Müziğin sesini açıyorlar, eski günlerdeki gibi. Hiçbir şey yitirilmemiş gibi.

Malvern Hills: Yetenekli bir adam, İsviçre'de bir pansiyonda -pansiyon olmayabilir- çalışıyor, boş zamanlarında yeşil tepelere karşı gitar çalıyor. Bir çift adamı duyuyor, tanışıyorlar. Adamla kadın müzisyen, gezgin. Çocukları var. İstedikleri gibi yaşıyorlar, sürekli hareket halindeler. Yaşamlarını bir arada tutmaya, dağılmamaya çalışıyorlar ama zor, araları pek iyi değil. Yine bir kesişen yollar hikâyesi. Müzik bir araya getirdi, müzik ayırdı.

Noktürn: Magnum opus. Steve yetenekli bir saksafoncu ama işler yolunda gitmemiş, sevdiği Helen aşık olduğu adama gitmiş ve düşünmüşler, Steve'in yüz ameliyatının masraflarını karşılamaya karar vermişler. Bu ameliyatı Steve'in menajeri istiyor, o zaman piyasada bir şansı olabilirmiş. Steve önce kabul etmiyor, menajerinin baskısıyla bıçak altına yatıyor ve yan odadaki de kim, ilk hikâyedeki Lindy Gardner. Birlikte zaman geçiriyorlar, Steve pek sosyal bir varlık olmadığı için kadından uzak durmaya çalışıyor ama Lindy'nin çevresini kullanmak isteyen menajer tam tersini tavsiye ediyor.

Steve'in dönüşüm hikâyesi bir anlamda. Kaldıkları otelde bir ödül töreni düzenlenecek ve ödülde Steve'in tanıdığı, aslında ödülü hak etmeyen bir saksafoncu ödül alacak. Steve bunu Lindy'ye anlatıyor, Lindy ödülü çalıp Steve'e getiriyor derken maceralar. Adamımız oluruna bırakıyor her şeyi, Lindy'den yardım gelirse gelir, ameliyat işe yararsa yarar.

Çellistler: Çelloya çocukluğundan beri dokunmayan bir çello virtüözüyle diğer bir çello sanatçısı arasındaki ilişki. Biri öğreniyor, diğeri öğretiyor diyeceğim ama o da öğreniyor aslında. Müzik birinin ellerinde, birinin kafasında canlanıyor.

Yalnız karakterler, yetenekli ve yalnız. İki şeyi hatırlattı bu öyküler, biri Youth adlı şahane film. Anlatım biçimleri çok benzer ve güzel. Diğeri de şuradan bir sahne: House. 26:30'dan itibaren izleyin, iki dakikalık bir sahne. Büyük yetenek büyük yalnızlık demek, bu izleği öykülerin hepsinde buluyorsunuz.

İşiguro'ya başlamak için güzel mi bilmem, onun dışında şahane bir kitap.

David Hendy - Gürültü: Sesin Beşeri Tarihi

Robert Fulford, Anlatının Gücü nam on kaplan gücündeki kitabında Toynbee'nin tarihin yazımına getirdiği anlayışın eleştirildiği noktalar üzerinden alternatif uygulamaların belirdiğini anlatır. Belli bir dönemde yazılmış metinler üzerinden, belli bağlamlarla yapılan okumaların gerçeği daha dolaysız olarak ortaya çıkardığını söyler. İlk intihar mektubunun Antik Mısır'da ortaya çıktığı düşünülüyor, bu mektup üzerinden dönem insanının ölüm, doğa, rejim vs. hakkındaki görüşlerini bulabiliriz, benzer metinlerle karşılaştırarak okuyabiliriz ve daha bir sürü şey. Fulford, tarihin hayat kadınları, kasaplar, dilenciler vs. tarafından daha kesin bir şekilde aktarılabileceğini, bu tür araştırmaların yapılması gerektiğini söyler. Foucault'nun soykütüksel analiz nanesine benziyor.

Hendy bir anlamda bu bakışın kaydını tutuyor, sesin tarihiyle insanlığın tarihine bir pencere açıyor, Cro-Magnon dedelerimizin mağara duvarlarına bir şeyler çiziktirdiği zamanlardan günümüze kadar sesin insanoğlu açısından önemini, anlamını inceliyor. Bu tür araştırmalar oldukça ilgi çekici. En son İletişim'den mutfakla alakalı bir kitap çıktı, orada da yemek kültürüyle tarih ilişkisi irdeleniyor zannediyorum. Yani okuyalım, ilginç mevzular bunlar.


Çok acayip işlerin adamı John Cage'in dediği, gürültüyü gerçekten dinlemeye başlayana kadar rahatsız ettiği. Misal 4'33". Sonrasında büyünün altında kalıyoruz ve melodilerle, ritimlerle döşeli dünyamız genişliyor, gürültüler diğer gürültülerle birleşiyor ve kocaman bir bahçe. Gök gürültüleri, ezan, çanlar, vapurlar. İlişkileri inceliyor Hendy, iktidar-birey, korku-doğal dünya ilişkisi ve yığılı katmanlar arasında sesi cımbızla çekip tabakalar arasında kurulan bağı inceliyor.

Kronolojik bölümleme Tarihöncesi Ses İzleri ile başlıyor.

Batı ve Orta Avrupa'da yer alan mağara resimleri, atalarımızın ilk çizim çalışmaları olarak ününü sürdürüyor. Bu çizimler mevzusunda Can'dan çıkan İnsanlığın En Eski Muamması'nı tavsiye ediyorum, insanın mücadele ettiği şeyi yaratması çok, çok eskilere dayanıyor. Bu resimlerde hayvanlar, insanlar, av sahneleri, yaşama dair birçok detay mevcut. Hendy'nin incelemesine göre bu resimlerin çizildiği alan, mağaranın en ilginç sesi çıkardığı nokta. Yankılar, akustiğin büyüsü yaratıcılığı artırıyor. Ses-imge ilişkisinin ilk görüldüğü yer bu mağaralar. Anlamlandırılamayan duygular insanlara sihir gibi geliyordu, bu yüzden konuşan kayalara adlar takıldı, taşlar birbirine vuruldu ve ruhani bir dünya yaratıldı. Yaratmak için sessizliği -geceyi de diyebiliriz- bekleyen insanların yanında sesin büyülü dünyasından, gürültüden, kaostan düzeni yaratanlar da ortaya çıktı. Ritimlerin yansımaları davullarda yaşamaya başlayınca haberleşme imkanı da doğmuş oldu; kalp atışı, adımların sabit ritmi gibi doğal ritimler kopyalandı ve avlanma etkinlikleri başta olmak üzere birçok mevzuda kullanıldı. İlk topluluklar oluştuğunda diğerlerini korkutmak bir savunma aracı haline geldi, topluluk kimliğinin oluşmasında önemli bir yeri oldu. Düzenin bilinen, akılcı sesleri. Bir de fremenleri hatırlayın, Dune'un emekçileri. Solucanlara yem olmamak için çölde düzensiz, kaotik adımlarla yürürler. İki türlü de yaşam var ama bizim eğilimimiz daha rasyonel olan dünyamızda düz bir çizgi halinde ilerliyor. Fremenlerin müzik gelenekleriyle ilgili bir bilgi var mıydı hatırlamıyorum, bu açıdan yapılacak bir incelemede ilginç sonuçlara ulaşırdık belki.

"Doğa ses aracılığıyla hem seyir sistemimiz, hem saatimiz, hem de takvimimizdir." (s. 40)

Kuşların ve rüzgarın sesi taklitleri doğurdu, insanlar sesleri taklit etti ve anlamlandırmaya çalıştığı dünyada, belki de ilk yapması gereken şey olarak isimlendirmeye girişti, bu taklitlerle. Sonra doğanın fiziksel yapısı taklit edildi, taştan duvarlar arasında büyüleyici bir akustik yakalandı. Stonehenge, Skara Brae gibi örnekler, insanın kavrayabildiğinin ötesindeki dünyaya erişmek için çaba gösterdiğinin kanıtı. Bu yerleri tarif eden kelimelerden biri dört anlama sahip; karanlık, saklanma yeri, sessizlik, rüya görme. Mekanların yaratımından sonra kendi sesini yarattı insan, şamanlar ortaya çıktı ve kimlik kazanan toplumun hiyerarşik yapıya kavuşmasında belirleyici oldu. Bunun yanında tanrılara da seslerle ulaşıldı ve onların da seslerle iletişime geçtiğine inanıldı.

Hitabet Çağı bölümünde hikâye anlatıcılığının insanlar üzerindeki etkisi inceleniyor, Cicero ve Obama arasında çarpıcı benzerlikler kuruluyor. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş döneminde İlyada'nın hem sözlü hem yazılı bir eser olması üzerinden antik dünyada ses-sanat ilişkisi irdeleniyor.

Kentler ortaya çıkmaya başladığında sesin yolculuğu bitmek bilmez bir hal alıyor. Eskinin sesi yöneten yapılarından sonra gelen düzensiz yerleşim ve insan nüfusunun küçük alanlarda çoğalması, bizim çok iyi bildiğimiz gürültüyü yaratıyor. Antik Roma'da bu gürültünün ortaya çıkışı ve refah düzeyi yüksek sınıfın gürültüden kaçmak için yaptıkları çok ilginç. Altta kalanlar gürültüden kurtulamıyor ama durumları bizimkinden çok daha iyiydi sanıyorum. Küçükyalı'da Minibüs Caddesi üzerinde oturuyorum, var mı ötesi?

Din, isyanlar, devrimler, Sanayi Devrimi, makineler, radyo, AVM'ler, sesin yahut gürültünün her yerde yeniden yaratılıp kullanılması insanın yol haritasını çiziyor. Sesi öğrendik, çoğalttık, inceleyip doğasını çözdük ve iktidara kaptırdık. Yine de isyanlarda, gösterilerde, karnavallarda aynı şekilde kullanılır, iktidarı korkutur ve yeri gelir, devirir.

Gürültünün binlerce yıllık yolculuğuna bir bakış. Pek sevdiğim Kolektif Kitap'tan. Bu yayınevini bir inceleyin.