30 Kasım 2017 Perşembe

Michel Tournier - Veda Yemeği

Erkek, Yves Oudalle. Balıkçı, babası ve abisi gibi. Kömür madeninde çalışabilirdi, abisinden daha iyisini yapabilmek için balıkçılığı seçti ve okulu bırakıp denizlere açıldı. On beşinden küçüktü, miço olması kanunlarca yasaklanmıştı ama hiçbir şeyi dinlemedi ve cehenneme adım attı. Devrecilik gereği her türlü pis işi yaptı, dayak yedi, itilip kakıldı. Hayatı, ikinci kaptanın armatörün çocuklarını gemiye getirmesiyle değişecekti. Dayak yediği sırada iki kardeşten kız olanı Yves'i gördü, Yves de onu. Kızın adını aklına kazıdı: Nadége.

Sözü kadın alır, anlatı bu şekilde ilerler. Erkeğin sözü bıraktığı yerde kadın anlatmaya başlar. Babasının bir lanetidir adı, çok güzel bir kız olmazsa adının altında ezilecektir. Ezilir, okulda itilip kakılır ve annesinin şirin ve zeki olduğunu söylemesiyle hayalleri yıkılır. Şirin ve zeki mi? Güzel değilse bunların ne anlamı olabilir ki? Anlamı bulabilmek için edebiyat ve felsefe öğrenir, tabii etrafındaki erkekleri kaçırarak kişiliğini elmas sertliğinde tamamlar. Akıllı ve zehirli.

Kıra çekilir, mütevazı bir yaşamı sürdürmeye çalışır ama içindeki sıkıntı büyür, Yves'in kasabasına gelir ve adamla karşılaşır. Birbirlerini severler, ilk defa karşılaşmamış olmaları da buna etken sanırım. Gemideki hadiseyi Yves hatırlatır, öylesi ilginç bir isme sahip kızı unutmamıştır ve onunla vakit geçirmek ister. Konuşurlar. Balıkçı kendi kendini yetiştirmiş, doğanın en iyi öğrencilerinden biri olmuştur. Doğa bilgisi insan aklından çıkan bilgiyi biçimlendirmiştir, Nadége bu tür bilgiye sahiptir, ikisinin de kökenleri aynıdır ama iletişimsel bir sıkıntıya yol açar bu. Conrad, Hugo ve diğerlerine karşılık balıklar, deniz ve dağlar konuşur. Sadece bu da değil, yine insan eliyle yaratılmış duvarlar belirir. Sınıf farklılıkları, balıkçılarla eşlerini ayıran yıllık yolculuklar, estetik değerlerin farklı alımlanması gibi etkenler aralarındaki mesafeyi açar. Kadının gözünde mitolojik bir zenginliğe sahip olan adam, kadına morina balığı kadar güzel olduğunu söylediği an büyü kaçar. Kendi anlamlarıyla yükledikleri kelimeler onları yakınlaştıracağı yerde aralarındaki mesafeyi artırır.

Kadın bu işe bir son vermek ister, adamın ayağını denizden keser ve Yves kırk üç yaşındayken, gemisi de jilet olmak üzere kızağa çekilmişken toprağa temelli olarak ayak basar.

Facia.

Birbirlerine gösterdikleri tahammül yavaş yavaş tükenmeye başlar, ayrı oldukları zamanlarda duydukları özlem kaybolmaya başladıkça sevgiyi de yok eder. Adamın çıktığı geziler, kadının konuşmalarının yankımanın dışında bir şey taşımaması, pek çok sebepten yıpranırlar. Şilili bir heykeltıraşın sahilde yaptığı kadın ve erkek figürleri, sonlarını imgesel bir şekilde yansıtır. Diğer tüm heykellerin gerçeklikten uzak oluşlarının sebebi ölmemeleridir, oysa bu heykeller suyla bütünleştikçe ölürler. Aralarına sessizlik dolar ve yavaş yavaş silinirler. Yaşamın dokunaklı kırılganlığını yüceltmek, heykeltıraşın amacı buydu, belki de sessizliği yontmak. Heykelleri değil, heykelleri yıkanı biçimlemek.

İlişkiler gündeliğe yenilmemeye bakıyor biraz; hikâye anlatımı ve gün içinde yaşanan olağandan biraz uzak şeylerin paylaşımı sevginin eskiyebilirliğini ortadan kaldırabilir ama benzer dilleri konuşmak şartıyla. "Bir erkekle ilişkim, ondan ayrı geçen bir gecenin ardından kendisine kavuştuğumda ona yaptıklarımı anlatmak ve onun bensiz geçen dakikalarında neler yaptığını dinlemek istemediğim akşam bitmiştir." (s. 23) Nakavt. Diyalog, erkeklerin neden birçok kadınla birlikte olmak istedikleri ve aynı şekilde kadınların neden kendini yenileyen bir anlatıcı bulamadıklarında gittikleri üzerinden yürür. Kadın, erkeğin hikâyelerini numaralama fikrinden bahseder, böylece ezbere bilinen hikâyeler tekrar tekrar anlatılmayacaktır. Yves'in kendini yenileyemediği, sahip olduğu dünya görüşünün hep yeni denizlerden beslenmesine rağmen doğanın durgunluğundan -bu da bir güzellik ama tek başına yeterli değil- kurtulamadığı göz önüne alınırsa Nadége'nin gitmek istemesi anlaşılabilir. Yves de kendince haklıdır, yaşanan tekrarların ustalık sonucu ortaya çıktıklarını düşünür. Sonuçta uyumsuz olduklarına karar verirler ve ayrılmaya niyetlenirler. Tüm dostlarını son bir yemek için toplarlar.

Masallar anlatıldıkça ölümün ertelenmesi bir kez daha yaşanır, dostların hikâyeleri ve hikâyelerin salona taşıdığı onca insan/karakter ayrılığı bir kez daha düşünmelerine yol açar. "'Gerçekte bizde eksik olan, birlikte oturacağımız, sözcüklerden yapılmış bir evdi.'" (s. 30) Sözcükler onları bağlar, bir arada tutar. Geri kalanı bir dünya hikâye; mitik, fantastik ve son derece doğal. Kadınla adamı otuzuncu sayfada bırakırız, geriye kalanı öykülerde buluruz.

Ermişler bayramı mantarları: Pavese bu öyküyü okusaydı çok severdi.

Rio de Janeiro'da polo maçı olan hali vakti yerinde bir adam, atlarını karısıyla birlikte önden gönderir ve grev sebebiyle uçağının uzunca bir süre rötar yapacağını öğrenir. Kendine birkaç günlük boş zaman kalınca köyüne, çocukluğunun önemli bir kısmının geçtiği yere gider. Hava tam güz mantarı havasıdır, eskiden olduğu gibi güz mantarı toplamak için dolanmaya başlar, anılar birer birer aklına düşerken otuz beş yıldır görmediği en iyi arkadaşı Ernst'in evine gider. Ernst hemen hiç değişmemiştir ama polocu çok değişmiştir, bunun ayrımına köydeki insanların yaşamları hakkında bilgi edinirken varır. Zaman akmıştır ve onu bir yabana çevirmiştir, doğduğu evi satın almaya kalktığında belediye başkanı onu bir yabancı gibi karşılar ve evin asla satılmayacağını söyleyerek adamı yollar. Özgürlük onca yıldan sonra tekrar gelmişse de bildik biçiminde değildir artık, doğa yağmalanmaya açık bir haldedir, ur gibi yayılan yapılaşmanın didik didik ettiği toprak aynı çocukluğu fısıldamaz. Yaşamın kendisi köyün ve çocukluğun sihirli dünyasından birkaç mantara indirgenmiştir. Karısıyla bir araya geldiklerinde elinde mantarlar vardır, şimdinin yetişkininde bir çocuk.

Havai Fişekler ya da anma töreni: Müthiş bir intikam. Anlatıcı edebiyat fakültesi öğrencisi, çalıştığı gazete için haber yapmak amacıyla havai fişek fabrikasının sosyoekonomik olarak biçimlendirdiği bir kente gider. Fabrikayı ziyareti sırasında müdür kaza olasılığının az olduğundan bahseder, intihar etmek istemeyen hiç kimse fabrikayı havaya uçurmayacaktır. İki işçi dikkat çekicidir, biri sessiz sakin bir adam, diğeri de sabıkalı ve haliyle suç işlemeye meyilli, ebleh bir genç. Genç, adamı babasının yerine koyarak sever, aralarında öylesine sıkı bir ilişki vardır.

Genç ve adam, diğer çalışanlarla birlikte havaya uçacaktır. Karmaşanın orta yerinde kalan gazeteci için haber havadan düşmüştür, araştırmaya başlar ve adamın, gencin ve gencin annesinin dahil olduğu bir geçmişi açığa çıkarır. Oldboy'dakine benzer bir intikam hikâyesi.

Théobald ya da mükemmel cinayet de nefis bir katakulli öyküsü.

Blandine ya da babanın ziyareti: Kız on iki yaşlarında ama yalnız yaşayan, bekarlığın baskısı altında ezilen fotoğrafçının düşünememesine yol açacak ölçüde güzel. Lolita sendromu diyeceğim, öyle bir tutukluk. Kız ve arkadaşı adamın evine gelirler, adam kızın fotoğraflarını çeker. Çektiği en iyi fotoğraflar olduğunu düşünür. Tutkusu giderek artar, günler büyük bir sancıyla geçerken bir gün kız, babasının görüşmek istediğini söyler. Garip bir durum, fotoğrafçı işkillenir ve yarı savunma durumunda adamı kabul eder. Adam işçidir, ekonomik gücü çok azdır ve taşınmak zorunda olduklarını söyler. Konuşurlarken fotoğrafçının evini gözden geçirir, üç katlı bir evde bir katı kendilerine makul bir fiyattan kiralayıp kiralayamayacağını fotoğrafçıya sorar. Kabul edilecek bir teklif değil, yalnız yaşamaya ihtiyaç duyan adam ret cevabı verir. Babanın yüzü düşer ve son kozunu oynar: "'Evet, çok yazık. Eğer bir yer bulamazsak, pekâlâ buradan ayrılmamız gerekecek değil mi? Ve Blandine, o da gidecek tabii!'" (s. 88)

Vurucu son iyi, babanın böyle kaç kişiyi tuzağa düşürdüğünü merak ediyor insan.

Hayalet otomobil: Ayna ve gerçeklik üzerinedir. Vampir-arabadan bahsediyor anlatıcı. Her şey yerinde olsa da arabanın yolun karşısında olması yanlış bir yansıdır. Özneye göre yanlış. Gözleri aynaya indirgiyorum; bakılanlar yansıma, zihin gerçeği üreten. Arabanın yerindeliği her zaman soru işareti olarak kalacak. Sonsuz bir zamanda araba yolun karşısında belirebilir, fizik bunu söyler. Sonsuz bir zamanda insan istediği her şeye inanabilir, her şeyi görebilir. Bunu psikoloji söyler. Her bilim dalının bir lafı vardır, hepsi hayatı biçimler hatta felsefe bir tık daha iyi biçimler bana kalırsa ama yaşamın dolaysızlığı, doğrudanlığı biçimlemeden bağımsız olarak nasıl yaşanır? Belki farkına vararak ama o da bir dolaydır. Eeh, araba karşıda işte.

Bir de mitik öykü alayım, bitireyim. Müneccim Kral Faust nam öykü, İsa'nın gelişini müjdeleyen üç kraldan birinin müjdeleyici olma sürecini kurgulayan müthiş bir öykü. Evet, bu kadar.

Kadın-erkek ilişkilerinden bir sandık dolusu öyküye. Çok memnun oldum şahsen, Tournier'yle tanışmak zevk.

28 Kasım 2017 Salı

Jean-Pierre Vernant - Eski Yunan'da Mit ve Din

Kısa bir denemede Yunan dininin tablosunu çizmeye kalkışmak Vernant'ın daha baştan kaybedilmiş bir bahis olarak gördüğü çaba. Ölü bir dinin çerçevesini çizmek zor, günümüzde insanların bir dinden beklentisini karşılamaması zorluğun en büyük etkeni. Yunan çoktanrıcılığı ortak bir yaşam yaratacak, derin bir imanla bağlanılacak halden çıkalı çok oldu. Tanrılar ölü, Gaiman'ın onları yaşatma çabası güzel bir kurmacadan öteye geçemiyor. Mitolojiyle varlığını sürdüren bir panteon var elde, çoğu araştırmacı mitlerin dinden ayrılması gerektiğini söylüyor ama Vernant'ın fikri ikisinin kopmaz bağlarla ilişkili olduğu. Metodolojisini de böylece açıklamış oluyor; dindarlığı bir yurttaşlık dini çerçevesinde yaşayan Yunanlının bu minvalde biçimlenmiş yaşamı Hıristiyan kültlerinden ayrılmalı. "Tarihçinin görevi, Yunanlıların din duygusundaki kendine özgü tarafları tespit etmek ve insanların öte dünya ile ilişkilerini düzenleyen tektanrıcı ve çoktanrıcı diğer büyük sistemlerle karşılaştırıldığında gösterdiği tezatları ve benzerlikleri ortaya çıkarmaktır." (s. 9)

Çıkış noktası: Boşluk (Kaos) ve Toprak (Gaia). İlk güçlerden sonra Olymposlular'un doğumuyla kozmos olarak biçimlenmeleri eş zamanlı. Evreni doğuran onlar değil, şekillendiren onlar. Kozmostan kastın o zamanın evren hakkındaki fikirleriyle sınırlı olduğunu unutmamak gerek. Bu fikirlerden yola çıkarak dünya ve tanrılar yaratılıyor diyebiliriz. Yunan insanı doğayı ve doğaüstünü ayırmaz, tanrılarla teması sağlayan törenlerle yaşamdaki bazı deneyimler birdir, ikisinde de aynı ruhanilik mevcuttur. Tanrılar doğanın bir parçası değildir, doğanın birçok niteliğini taşıyan varlıklardır. Herhangi bir vahiy taşımazlar, yasa olarak kabul edilmişlerdir. Toplumun adet olarak izlediği pratikle varlıklarını sürdürürler. Onlardan kurtulmak dini bir değişim sonucu gerçekleşmez, Hıristiyanlık ortaya çıkınca bazı nitelikleri bakımından -pagan inanışlarda olduğu gibi- yeni dine/dinlere eklemlenirler. Kültürel bir değişim gerçekleştiği zaman kaybolurlar, kaybolmuşlardır. Yunan toplumu tanrıları gündeliğe dahil etmiştir ve nesiller boyunca bu şekilde yaşamıştır. Bireycilik önemli değildir hatta bastırılmıştır, yönetimin despotluğa kapı araladığında Sokrates'in başına gelen herkesin başına gelmiştir. Tanrılar topluluktan ayrılmaz, topluluğun içinde doğup göğe yükseltilmişlerdir. Vernant, Marcel Detienne'den alıntı yapıyor: "Bütünüyle tanrı olmak için adeta yurttaş olmaları gerekir." (s. 15)

Gevezelik: Tektanrıcı bir dinin egemenliğinde doğduk, yaşıyoruz. Çocukluğumuzda dünya algımız bu bakış açısıyla biçimlendi ve durumumuzu içimizde bir ateş yanana kadar, merak duygusunun dizginlenemez hale gelmesine kadar kabullendik. Çoğumuz. Bazılarımız şanslı; çevresinde ön kabullerle yaşayan insanlar olmadığı için ateş daha önce belirdi. Ben bu ikinci sınıfa girerim sanırım, çocukluğumdan beri dünyanın işleyişini merak ederim. Bu da merak ettiğim konulardan biriydi, çoktanrılı dinlerin yaşamı biçimlendirdiği toplumlarda yaşam nasıldır, mitolojilerin gerçeğe yakın olduğu zamanlarda dinler nasıl biçimlenir? Yunan tanrılarına mitolojik varlıklar olarak mı bakmalı? O zaman da işin dini boyutu soru işareti olarak kalıyor. Tanrılara nasıl tapınılır, hikâyelerini normal insanların başından geçen hikâyelermiş gibi dinlediğimiz yüce varlıkların yüceliğinin farkına nasıl varırız? Vernant derli toplu bir incelemeyle cevapları derlemeye çalışmış. Benim için kara bulutlar biraz dağıldı.

Murat Erşen çevirisi. Kendisinin YouTube'daki çevirileri çok başarılı, sıkı takipçisiyim.

Mit, Ritüel, Tanrıların Tasviri: Milattan önce 8. ile 6. yüzyıllar arasında Yunan dini. Herhangi bir doktrine bağlı olmadan, Helen kültürünün etkisiyle doğar, yayılır. Kitabı, lafzı, peygamberi yoktur. "Bu ortak inanışların temelini reddetmek, artık Yunanca konuşmamakla, Yunan gibi yaşamamakla, kendi olmayı bırakmakla aynı şey olacaktır." (s. 18) Şairlerin dinin yayılmasında özel bir rolleri vardır, Hesiodos ve Homeros'un adları özellikle anılır, onlar ve benzerleri olmasa birçok Yunan kültünden bahsedilebileceği ama tek bir Yunan dini olmayacağı söylenir. Kanon yaratmışlardır, kent yaşamaya devam ettiği sürece şiir faaliyetleriyle insanın kozmostaki yerini sağlamlaştırmışlar, ölümsüzlerin karşısında insanların konumunu belirlemişlerdir. Mitlerin dindeki yerleri skandallar yaratmalarının önüne geçilerek sağlanmıştır, yorumlama (hermönetik) ile "yırtarlar" ve eskiler için entelektüel bir rol oynarlar. Öte dünyaya ait bir bilgilenme aracıdırlar, dinin getiremediği cevaplar mitler yoluyla sağlanır. Vernant, 20. yüzyılın ilk yarısında dinle miti ayırmak isteyen tarihçilerin "entelektüalizm karşıtı bir ön yargıya dayandıklarını" söyler ve mitin thambos (hayranlıkla karışık korku, tedirginlikle karışık huzur, sütle karışık çikolata) yoluyla dine aralanan bir kapı yarattığını açıklar. İnsanlar için bir tutam korku iyidir, mitler de iyidir. Toplumların tarihi mitlerinden okunur. Öbür türlüsünde Hıristiyanlık örneğinde olduğu gibi doktrinlerle takip edilen bir seyir ortaya çıkar, bu da bir yöntemdir ama tektanrıcılıkta geçerlidir, çoktanrıcılık başka bir mevzudur. Tanrılar çoktur. Yer yer binlere ulaşır sayıları. Her birinin huyu suyu başkadır, birinin ensesine vurup lokması alınabilirken diğeri kaba etlere yıldırım yollayabilir. Çoktanrılara karşı muazzam ölçüde dikkatli olmalıyız.

Mit konusunda Dumézil ve Lévi-Strauss'un adları anılır, mitin çerçevesi çizilir. Vernant, Dumézil'in fikirlerine katılarak mitlerin bir ideoloji inşası olduğunu söyler. Mitler toplumu yöneten ve onları olmaları gerektiği hale getiren büyük kuvvetlere dair bir kavrayış ve değerlendirmedir. Böyle buyurdu Vernant. Mitlerin ayrıca felsefeni esas sorularını taşıyan tohumlar olduğu da söylenir. Mit (tohum) halka arasında yayılır (toprağa gömülür) ve taşıdığı problemler irdelenir, açılır, insanlık durumları haline getirilir. Dinle paraleldir bu durum, dine bu açıdan yaklaşır ve birleşirler.

Tanrıların Dünyası: Tanrıların alımlanması ve işlevleri. Zeus babadır, kraldır, süperdir ve Hint-Avrupa kökünden doğar. O diyarların tanrılarıyla benzer özellikler taşır ama diğer özellikleri bakımından Hint-Avrupa niteliklerinden ayrılmıştır. Yunan dini sistemi içinde değişim geçirerek cillop gibi bir tanrı olarak belirir, Hesiodos tüm kralların Zeus soyundan olduğunu söyler ve Zeus'a kimliklerinden birini atfetmiş olur. Tanrıların ve insanların babasıdır, evlerde sofraya onun için de bir tabak konur. Bu sonuncuyu uydurdum, inanmayın. Neyse, Poseidon ve Hades'le görev yerlerini ayırmışlardır çünkü zaten işleri başlarından aşkın, denizleri de Zeus mu yönetsin bu saatten sonra? Farklı birçok kimliği oluşan Zeus'un sınırları bilinir ve insanların ona karşı yaklaşımı da böylece belirlenmiş olur. Ölümlüler ve ölümsüzler de bu oluşumlar içinde ortaya çıkar, herkes yerini bilir.

Yunan Gizemciliği, Yurttaşlık Dini ve İnsanlardan Tanrılara: Kurban bölümleri, Yunanların tanrılarla/dinle olan münasebetlerinin anlatıldığı çok güzel bölümler. İlkine dikkat çekmek isterim, bazı inanışlar dinle taban tabana zıtmış gibi görülebilir, öyle değildir. Orpheusçuluk ve özellikle Dionysosçuluk zıtlıkları birleştirici niteliktedir. Dionysos için yapılan törenler tam bir esrime haline yol açar, doğa taklit edilir, tiyatro bu esrimeden doğar ve düzen/din eleştirilir. Yıkıcı bir eleştiri değildir bu, sisteme yönelik bir saldırı olmaktan çok uzaktır. Zaman zaman izin verilen, toplumun havasının alındığı ve mühim bir işin başarıldığı duygusunu uyandıran gösterilere benzettim. Dionysos ayinleri kent dininin tam tersine konumlansa da toplumun dinle daha da bütünleşmesinin aracısıdır. "Başka'yı tüm onurlarla birlikte, toplumsal işleyişin merkezine yerleştirmektir." (s. 81)

Kendini tanı buyruğu, insanın tanrı olmadığını bilmesi gerektiği anlamına gelir. Elbette bağlamı değişecektir ve panteonun sonunu çağıracaktır; Platon'un Sokrates'i için anlamı: "İçindeki sen olan tanrıyı tanı ve mümkün olduğunca kendini tanrıya benzer kılmaya çabala." (s. 89) Bu gerçekleştiği ölçüde tanrılar öldü, inanılmayacak bir hale geldiler ama tepede olduklarının, hatta evin bir odasında olduklarının ihtimalinin kuvvetli olduğu zamanlarda yolculukları çok keyifli, en azından onlar hakkında bilgilenmek. Onlar hakkında bilgilenmek o zamanın insanları hakkında da bilgi sahibi olmak, dinin paradigmatik değişimine şahit olmak demek aynı zamanda. Uzatmıyorum, ilgisi olan okusun.

Thomas Bernhard - Nefes - Bir Karar

Avusturya büyük, Viyana çıkışsız, Salzburg çocukluğun mezarlığı, sokaklar ters yöne koşmalık. Beden? Beden ilk başta gömülünen yer. Ruhun parmaklığı. Bernhard'ın kendi bedenini sağaltmak için aklını kaçırmamaya ihtiyacı var, koğuşu hariciye koğuşlarının dokuzuncusundan daha ürkünç ve ölüm, her an. Epigraf Pascal'dan, anlaşılır: "İnsanlar ölümün, çaresizliğin ve belirsizliğin çözümünü bulamadıklarından, mutlu olabilmek için bunlar hakkında düşünmemeye karar vermişlerdir." (s. 5) Algının kodlarını çözemeyen bir beyin yoksa düşünülür, Bernhard düşünmek zorunda. Kendisi için olmasa da büyükbabası için. Birkaç gün arayla hastalanıp hastaneye kaldırıldılar, aralarında birkaç yüz metre vardı. Büyükbaba yaşlılıktan yattı -sonradan başka bir problemi olduğu, altı ay önce yaptırması gereken tahlili yaptırmadığı, yaptırsaydı belki de ölmeyeceği, ölse de ölümün korkusu ve acısıyla birlikte öleceği, bunları bilmeden ölmenin daha iyi olduğu ortaya çıkacaktı, çıktı ama henüz oraya yetişemedik, yetişeceğiz- ve Bernhard umursamazlığından. Bakkalda çalışırken soğuk aldı, şan eğitimine devam ediyordu ve mutluluktan ciğerlerine çöreklenen rahatsızlığın ciddiyetini fark edemedi. Büyükbabasını hastanede ziyaret ettiğinde baygınlık geçirdiği zaman onu da hastaneye yatırdılar. Akciğerleri iltihaplanmıştı, ponksiyon yapıldı -akciğerlerinden kıvamlı, leş sıvı çıkarıldı- ve koğuşlardan birine alındı.

Bernhard mutlak yalnızlığı orada gördü. Kimse kendisiyle ilgilenmiyordu, hastalar kendileriyle de ilgilenmiyorlardı, sadece ölmeyi bekliyorlardı. Doktorların Latince sözcüklerinden pek bir şey anlaşılmıyordu, hastalar acı içinde sağa sola dönmeye çalışırken yataklardan gelen gıcırtılar daha çok şey anlatıyordu. Etraf ölümle kuşatılmıştı ve sesler dayanılmazdı. Turşu kavanozuna dolan iltihap, pompanın emme sesi katlanılmaz hale gelince Bernhard bayıldı, düşüncesinin kaynağı kendini korumuş oldu. Geçici olarak.

Geceyle gündüz ayrılmaz hale geldi, arada takılan serumların sayısı unutuldu, ara sıra ortaya çıkan akrabaların yüzleri günlere karıştı ve periyodik olarak gelip kolları kaldıran hemşireler saatin yerine geçti. Bernhard ölüm koğuşuna götürülüyor ve yağlanıyor, sağlığı o kadar bozuluyor ki ölüme çok yaklaştığı düşünüldüğünden hazırlıklar yapılıyor. Kolun kalkık duracak mecali olmasa da Bernhard savaşacak ve hayatta kalmaya çalışacak, rahatça ölebileceği koğuşa götürüldüğünde önceki koğuşuna dönebileceğini biliyor. Bunu bilmek için komşu yatakta yatan adamın ölmesi gerekti, adamı çinko tabuta koyup götürdüler. Bu kadar. Çamaşır ipindeki çamaşırlar yüzüne düşseydi hareket edemediğinden o da ölecekti, birkaç santimle yırttı. O an ne olursa olsun ölmeyeceğine karar verdi. Ölse de ölmeyecekti muhtemelen. Yaşayacaktı. Nefes... Nefes almalıydı, yaşam enerjisini bir sonraki nefesine saklamaya karar verdi. Bir sonrakine de. Bir sonraki...

Koğuşa gelenler en fazla bir gün kalıp gidiyorlar, ölü olarak. Yerlerine başkaları geliyor. Sonsuz bir döngü, ölmeyi bekleyen ne çok insan olduğunu gören Bernhard şaşırıyor. Kendisi onlardan biri olmayacak. En kötü kısmı atlattı, şimdi gücünü toparlamaya ihtiyacı var. Büyükbabasını düşünüyor, hayatta ona güç veren tek insanı. "Hiçbiri, hatta annem bile beni kabullenmezken büyükbabam kabullenmişti." (s. 19) Büyükbabanın ziyaretleri çok önemli, ara sıra gelmese de genellikle torununun yanında. Rahatsızlığının ne olduğunu, hastaneye neden yattığını söylemiyor, diğerleri de söylemiyorlar ama yaşlı adam geliyor, önemli olan bu. Ölümün gündelik bir olgu olduğu yerden uzaklara, yaşamın tam kalbine gidilecek ve zamanları var. En önemlisi de Bernhard'ın ruhu biçimleniyor ve ölümün çürütücü korkusundan arınıyor, prosedüre yakından tanık olduğu için ondan sıyrılarak onu anlatabilir hale geliyor. "Burada gördüklerimi tamamen doğal olarak içselleştirdim, her birini normal akışın bir parçası olarak gördüm." (s. 25) Bu, büyükbabayla Podlaha'nın kazandırdıklarının çok ötesinde bir kazanım. Karar verme mekanizmasından yaşamı göğüslemeye kadar pek çok yetenek burada kazanıldı, Bernhard ruhunu burada katılaştırdı ve her şeyin bir tiyatro olduğunu yeniden düşündü; rahipler, doktorlar, hastalar, hastane...

Doktorlara duyulan nefretin kaynağını burada buluruz yine, aslında yine insana duyulan nefrettir bu. Sağlıklı olanları bile hasta edebilecek bir ortamın en büyük suçluları hemşireler ve doktorlar. Bakkalın bulunduğu mahallenin kötü nam salmasından sorumlu olan devletin ürettiği tipler. Büyükbabanın görüşüne göre hastalığa yakalanmak ve günleri hastanede geçirmek sanatçıya çok şey kazandırır, hatta kendi kendini hasta etmeye yetecek kadar kurgusal döküntü de birikir ama Bernhard'ın doktorları gömmesine engel değildir bu. Doğru kararlar veremezler çünkü kendilerinden hiçbir zaman emin değildirler, memurların cansızlığıyla çalışırlar ve içlerinde en küçüğünden bir merhamet bile yoktur. İşlerini iyi bilmezler, bildiklerini zannedip hastaların mevcut sağlığını da bozarlar veya bildiklerinden şüpheye düşerek ölümlere yol açarlar. "Doktorlar ya megaloman ya da çaresizdirler, iki durumda da hastalar inisiyatifi ellerine almazlarsa onlara zarar verirler." (s. 36) Bernhard'ın yazınsal birikimini sorguladığı kısım da bunun hemen ardından gelir, yazar bir konu hakkında nasıl bu kadar emin olabilir? Emin olmak önemli değildir, "yapaylık ve sahteliğin olmaması" önemlidir Bernhard için. Hiçbir şeyin mükemmel olmadığını kabul ettikten sonra yazmak çok daha kolay bir hale gelir. Büyükbabanın yarım kalan metnini düşünüyorum, mükemmelliği istediği için Bernhard'ı zorla liseye yollamış olabilir, aynı sebepten de ölümüyle birlikte eseri yarım kalmıştır. Daha iyi bir metin oluşturmak, daha iyisini yaratmak için zaman yeterli değildir, ölüm noktayı koyduğu an daha iyi bir eser ortaya çıkarır.

Mücadele. Zihin bedeni yönetir. Zihin bedeni yönetir, üç defa. Bernhard bunu hep tekrarlar, büyükbabanın öldüğünü duyduktan sonra, her gün. Anneyle yakınlaşma, iyileşme. Otel benzeri bir yere, hastaneye nakil. Doktorlara küfür, veremli olmayan Bernhard hastalardan verem kaparsa? Geçici bir arkadaş, yaşıtı. Edebiyat ve felsefe. Dönüş, büyükbaba yok artık. Yıkım. Geçit törenlerinin, askerliğin ve savaşın saçmalığı. En sonunda sanatoryuma çağrı. Nokta.

Kurt Vonnegut - Mavi Sakal

Rabo Karabekian'ın patates ambarındaki sırrını öğrenmek isteyenlerin çoğu öldü. Ölmedi de ortadan yok oldu. O da değil, aslında sadece zaman geçti ve zamanın insanları yavaş yavaş akıntıya karıştırmasından başka bir şey yaşanmadı. Nehir aktı, çatallandı, patates ambarının öncesini ve sonrasını sırtında taşıdı, Karabekian'ın anlatmak istemediği hikâyeler iki akışta belirdi; geçmiş ve şimdi. Circe Berman bir gün Karabekian'ın hayatına girmeseydi, Karabekian'ın ikinci karısından kalan malikanenin plajında yaşlı ressama yanaşıp annesinin ve babasının nasıl öldüğünü pattadanak, bodoslamadan sormasaydı eşzamanlılığın mucizelerinden ve yaşamın absürtlüklerinden bihaber olacaktık ama bu bir Vonnegut anlatısı. O yüzden kemerler bağlanacak, bağla!

Önce uyarılar. Özenli bir okuma gerek. İki farklı zamansal düzlemin ortak kişileri ve olayları akılda tutulmalı, kimin kim olduğu unutulmamalı ve Pollock, Rothko gibi soyut ekspesyonist ressamların neyi başarmaya çalıştıkları, neyi başardıkları ve başaramadıkları, yaratım aşamasında kişiliklerinin renklere ve desenlere ne kadar yansıdığı, Karabekian'ın ressamlığı ve efsanelerle olan ilişkisi odakta yer almalı. Güzel bir kurmaca, gerçeklikten de beslenip kurgusal ve gerçek karakterleri bir araya getiriyor. Bernhard'ın Glenn Gould'u Avusturya'nın orta yerine yerleştirdiği Bitik Adam'ı ne hoştu mesela, bu da hoş. Vonnegut, ünlü kişilere gerçek hayatta yapmadıkları hiçbir şeyi romanda da yaptırmadığını söylüyor. Onların yapabilecekleri şeyleri kurmaca karakterlerine yaptırıyor, mesela meşhur ressam Terry Kitchen. Kitchen, Karabekian ve Pollock, "Üç Silahşörler" olarak anılıyormuş New York'ta ama böyle bir şey yok tabii, kurmaca kurmaca. Uydurmasyon. Lö atmasyon.

Kabaca bir çerçeve çizmek gerekirse savaşlar, büyük buhranlar ve benzeri rezilliklere karşı sanatın -burada resmin- anlamı nedir ve her türlü pislikle baş etmek için sanata sığınmak yeterli olabilir mi? Bunu düşününce patates ambarında saklanan şeyin aptal insan tarafından biçimlendirilmiş dünyaya bir protesto olarak yapılan sıkı bir sanat eseri olduğu geliyor akla. Hiçbir insan onu görecek kadar dünyadan -leş olanından- kopmayı başaramamış, görmeyenler yok oluşun en sıkıcı ve olağan biçimlerine sahip. Savaşlarda büyüyen, erginlik ayinini tamamlayan -bu bakış açısı Daha Ne Olsun?'da sıkı bir gömülüyordu- çocukların pek de matah bir dünyaya büyümedikleri, her zaman yarım kaldıkları ve görünenin sadece görünen olup daha iyiye yorumlanamayacağı açık. Soyut ekspresyonist resimlerin sorgulandığı sahnelerde sadece kendi varoluşlarını anlattıkları söylenir, başka bir şeyi değil. Dünya da böyle bir yerdir, sadece kendini var eder, başka hiçbir anlamı kendi başına doğurmaz. Bu yüzden yaşam olabildiğince yalın ve insanın ona kattığı anlam kadar karmaşıktır. Metinde buna karşılık olarak Karabekian'ın muhteşem çizim kabiliyetinin uzun yıllar boyunca derinlerde gömülü kalmasında yaşamın, dünyanın o kadar da karışık olmadığı fikri vardır. Çocukluktan itibaren dünyanın saçmalığıyla karşılaşılmışsa bunun farkına varmak çok daha kolay. İş dışavuruma gelince, hele hele soyut... Bütün bunlardan ne anlam çıkaracağımıza göre değişecektir ve zorluğundan hiçbir şey yitirmeyecektir. Metnin bir yerinde soyut ekspresyonizm dışındaki her şeyin yaşamın gerçekçi bir yansıması olduğu söyleniyor. Eh, yaşamı gerçekten yansıtmak pek övünülesi bir şey değil, ben de bombalar altında kalıp parçalanmış onca insanın, açlıktan ölen çocukların yansımasını istemezdim. Karabekian'ın gerçekle bu yüzden pek bir işi yok, ambardaki eserini Circe Berman'a gösterinceye kadar kendi gözünden gördüğü gerçeğin son derece itici olduğunu düşünüyor ama sanat, gerçeği her koşulda değiştirebildiği ve iyileştirebildiği için ağzı açık, öylece bakakalıyor Berman. Sıradan bir yaşam sürüp ölmeye mahkum değil, magnum opus karşısında duruyor ve Mavi Sakal, Berman'ın yaşamını bağışlıyor.

İki zaman düzleminde ilerleyen bir anlatı var ama o kadar çok sayıda hikâyecik var ki hepsini ele almak mümkün değil, ana çizgileri anlatıp dikkat çeken detaylara değineceğim. Bu. Epigrafa bakalım, Vonnegut'ın metinlerini çevresine oturttuğu merkezi bir fikir, kardeşinden: "Bu şeyin üstesinden gelmekte birbirimize yardımcı olmak için buradayız, o şey her ne ise." Etrafında insanlar yokken Karabekian çok mutsuz, insanlar varken de mutsuz ama daha katlanılabilirinden. Mizah duygusu yeter. İlk eşi Dorothy'yi o kadar mutsuz etmiş ki kadın yepyeni bir mizah anlayışı geliştirerek Karabekian'ı gömmeye başlamış. Bu, kendisi için de söylenebilir. Çocukluğunun mutsuz toplumunda, ustası Dan Gregory'nin despotizmi altında, savaşta bombalar altında, savaştan sonra modern dünyanın diplomaları ve işleri altında kusursuz bir mizah geliştirmiş. Yalan mı, Vonnegut da savaştan döner dönmez antropoloji ve birçok şey okuyup tutunmaya çalışıyordu, evlatlarına ve evlatlıklarına bakmaya çalışıyordu, birçok şey için çalışıyordu ve metne karıştığı noktalar çok bariz. 1987 yazımı bu, sondan üçüncü Vonnegut romanı. Yaşamının son muhasebelerinden.

Otobiyografi olması için başlanmış bir metin, mutfakta işlerin ters gitmesiyle günlük niteliği de kazanıyor. İkisi birden.

Rabo Karabekian 1916'da California'nın San Ignacio kasabasında, göçmen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Baba öğretmendi, köyünü basan Türk çetecilerinden saklanmak için okulun kenefine girdi ve boklar arasında saatlerce kaldı. Dışarı çıktığında köydeki tek canlı kendisiydi. Anne de benzer bir felaketten kurtuldu, etrafındaki herkes vurulmuşken ölü taklidi yaptı ve yerde, hemen önünde yatan kadının ağzından dökülen pırlantaları, taşları topladı. Eşiyle tanışıp kirişi Mısır'a kırdıklarında bu değerli taşlar yırtmalarını sağladı. Vartan Mamigonian'ın insafına kalmamış olsalardı daha iyi yırtabilirlerdi, Paris'e giderlerdi muhtemelen ama California'ya geldiler, kandırıldılar. Almanya diye İstanbul'a bırakılan göçmenleri düşünün, Şener Şen'i de düşünün. Öyle bir şey. Baba ayakkabıcıydı, II. Dünya Savaşı öncesinde öldü. Anne... Anneydi, çalıştığı fabrikada öldü. Rabo'nun başına gelenlere şahit olmadılar, onlar için iyi. Fubar, Saving Private Ryan'dan manasını biliyoruz. Babanın durumu tam olarak buydu. Rabo'nun durumu bunun ötesindeydi. Çok iyi bir çizerdi, nam yapmış illustrator Dan Gregory'ye mektup yazdı ve Marilee'den cevap aldı, Gregory'nin sekreteri olduğunu söyleyen kadından. Üç yıl mektuplaştılar, baba bir halt olmayacağını söylüyordu ama Gregory nihayet Rabo'yu New York'a çağırdı. Fahişesi yerine koyduğu, evinde beslediği Marilee'yi merdivenlerden aşağı yuvarladığı ve kemiklerini kırmanın karşılığı olarak istediği bir şeyi yerine getireceğini söylediği için. Marilee Rabo'yu istedi.

Dan Gregory'nin kendi hikâyesi sihirli bir şey, neredeyse olmayacak bir şey. Moskova'da çok ünlü bir çizerin yanında aldığı eğitim ve boynuzun kulağı geçmesi müthiş bir olaylar silsilesine yol açmış. Aynı şey Rabo'nun başına gelecek ve Gregory'nin sınavından geçmek için aylarını verecek Rabo, bir salonu her şeyiyle kağıda dökmek zorunda. Köşedeki su damlasının içine hapsolmuş salonun yansısına kadar. Modern Sanatlar Müzesi'nde Marilee'yle dolanırken Gregory'ye yakalanmasa belki de sınavı geçerdi, bilemiyoruz. Gregory'den uzaklaşmasıyla hayatının aşkı olarak kabul ettiği Marilee'den kopuyor, kadın da olağanın güzelliğini yaşayıp daha fazlasını istemiyor, kaybettiği çocuğunun yerine Rabo'yu koyduğu için olabilir. Rabo hayatını yaşamalı, bu yüzden II. Dünya Savaşı'na gidecek, cephede sanatçılardan ibaret bir bölüğün başına getirilecek ve orada tanıştığı insanlarla New York'un sanatsal atılımını gerçekleştirecek. Kendisi çizmeye pek devam etmese de akıllıca yatırımları ve... Nesi varsa işte, her şeyiyle sanatın ve sanatçının yanında. Anlam arayışından çok anlamdan uzaklaşmak için. Evlenecek, boşanacak, tekrar evlenecek ve eşinden geriye kalan malikanede yaşayacak, dostlarından topladığı ve zamanında beş para etmeyen eserlerin milyon dolarlık hale gelmesine şahit olacak, bir de onları sıraladığı duvarı Circe Berman'ın dekore ederek her şeyi ortadan kaldırmasına.

Otobiyografiyi kese biçe bitirdim ki başıma küller yağa, Vonnegut'ın deli halayından hiçbir figürü alamadım buraya. Mutlaka okumanız gerek, böylesi bir zenginlik azdır.

Günlük. Her şey bitti, Marilee'yle yirmi yıl sonra tekrar karşılaşmanın anıları ve diğer tesadüfler unutulmadı, bir tek dalgalar var artık. Berman tam bu sırada ortaya çıkıyor ve Rabo'nun hayatını istila ediyor. Rabo'nun New York'ta sanatı arkadaşlarıyla takıldığı zamanlardan birinde edindiği yazar dostu Paul Slazinger'ın, aşçısının ve kızının varlığı yetmezmiş gibi baloya bir de Berman katılıyor, deli kadın, dünyanın en iyi yazarlarından biri ama bu kimliği başlarda gizli. Bir araştırma için orada, yeni romanı için malzeme topluyor ve Rabo'yu tanımak istiyor, hayatındaki pek çok detayı öğrenmek için evin altını üstüne getiriyor. Yetmişlerinin sonuna gelen Rabo için bir problem yok, saklayacağı bir şey de yok. Patates ambarında kilit altında tuttuğu şey dışında. Ne olduğunu söylemeyeceğim, gizem sürsün. Bir yaşamın özeti olarak değerlendirilebilir. Travmanın koca bir yaşama yayılması.

Vonnegut'ın çoğu romanı karnaval gibidir ama buradaki malzeme gerçekten taşar boyutta. Delilik. ABD'nin herkesi kucaklayıcılığı ve herkesi öldürebilecek olması, savaşın kötülüğü ve daha da kötülüğü, insanların bir araya gelmesi ve daha da kenetlenmesi, bazı şeylerin sadece mizahla katlanılabilir hale gelmesi, neyin nesi olduğu malum. Vonnegut!

27 Kasım 2017 Pazartesi

James Wood - Kurmaca Nasıl İşler?

Kurmacanın yapma ve gerçek olması ihtimallerinin bir arada bulunduğunu söyleyen Wood, yapma olanın tekniğini, kurmacanın işleyişini oldukça detaylı bir biçimde vermeye çalıştığını söyler. Olabildiğince gerçeğe yakın bir kurmacanın en başarılı tür olduğu fikri, sanatın diğer dallarında olduğu gibi kesin çizgilerle sanatı sınırlama çabası gibi geliyor bana, bunun bir başarı olduğunu söylemek benim için zor. Vonnegut'ın Mavi Sakal'ında sanatçının sezgisel gerçekliğinin ve bu gerçekliğin kurmacaya yansımasının çok güzel bir değerlendirmesi var. Rabo Karabekian nam ressam, natürmortların bir akışa hizmet etmesi gerektiğini düşünür. Doğa ölü olsa dahi akıştadır ve boyalarla oluşturulan gerçeklik bir tür devinim içinde olmalıdır. Gerçeklik algısının dışında bir algı olduğunu düşünüyorum burada, gerçeğin gerçeğe sunulması ama yaratıcının zamanın akışını kusursuz bir biçimde yansıtabilmesi. Wood, bu işleyişi Ruskin'in eleştirilerindeki yaratım aşamasında esin veren gerçeğin sanatçı tarafından değerlendirilmesini, yaşamla bağlantısını örnek alarak anlatmaya çalışır, anlatım tekniklerini dünya ile ilişkilendirmeye çalışır. Bu temel üzerine oturttuğu incelemesinde çeşitli kurmaca biçimlerini birçok yönden inceler.

Anlatım: Anlatan şahıslardan ibaret olduğu söylenir ama asıl olay güvenilir ve güvenilmez anlatıcıdadır. Her şeyi bilen anlatıcının aslında her şeyi bilemeyeceği, bu anlatımın yavaş yavaş terk edildiği söylenir ama günümüzde Jonathan Franzen gibi yazarlar Tolstoy'un başını çektiği geleneği sürdürürler, başarılıdırlar kanımca. Sonuçta tercih meselesi; Ballard'ın görüşlerine katıldığımı söylemekle yetineceğim. Günümüzde yaşama dair herhangi bir şeyden emin olma nanesinin geçerliliğini yitirdiğini düşünüyorum, bu yüzden güvenilmez anlatıcı gerçeği daha iyi anlatıyor, gerçekten uzak olması sağlıyor bunu. Zeno Cosini bu açıdan müthiş bir karakter, James Stevens da öyle. Öznel bir tercih, bu adamların anlatıcılığı "evrensel doğru" anlatıcılarının bahsettiklerinden daha çekici çünkü daha gerçek.

Serbest dolaylı anlatımın tanımını yapar Wood ve örneklerini verir. Anlatıcının sesinin karakterin sesine karıştığı ve ikisinin ayrıldığı noktalar anlatılır. Mevzu Manfred Jahn'ın Anlatıbilim'inde daha metodik bir biçimde incelenmiştir, paralel bir okuma daha iyi sonuçlar verebilir. Neyse, Henry James'in serbest dolaylı anlatımının kusursuzluğu ve Nabokov'un Rus biçimcilerinin "yabancılaştırma" kavramını içeren ironik anlatımı incelenir, bilinç akışının karaktere mi yoksa yazara mı ait olduğu tartışılır. Joyce'un yanında David Foster Wallace, DeLillo ve Pynchon gibi mirası devralıp daha uç noktalara taşıyan yazarların metinleri anılır. Jahn'ın katmanlara ayırdığı ses kavramının üç biçimi, anlatıdaki üç dil açıklandıktan sonra "betimleyici duraklama" ele alınır, akışın sürdüğü alanın tasvirleri. Bağlamın oluşturulmasında bu duraklamalar mühim, diyalogların ve karakterlerin boşlukta yüzmemelerini sağlar. Bazen boşlukta yüzmeleri de iyidir tabii.

Bu noktada Flaubert'in yenilikçi anlatısına iki bölüm ayırır Wood, Fransızcanın zaman kiplerinin zenginliğinin İngilizceye üstünlük kurduğunu ve bu çeşitli zamanlara bölünebilen anlatının yeni bir gerçekçilik biçimi yarattığını, yazarın ve karakterin gözünün birlikte kullanılarak anlatının bir devrim özelliği kazandığını söyler. Serbest dolaylı anlatımın yol açtığı soru işareti, sesin kime ait olduğu problemi Flaubert tarafından ortadan kaldırılmıştır. Karakterin iç dünyasının zenginliği yazarınkine denk hale getirildiğinde soru sorulacak bir ses kalmaz, o ses ikisine de aittir. "Edebi üslup, edebi yollarla ortadan kaybolmaya zorlanır." (s. 47) İnsanın yaşamda kaydettikleriyle kurmacada karakterin kaydettikleri arasındaki fark ne kadar azalırsa iki gerçeklik türü -gerçeğin de bir gerçeklik türü olduğunu varsayıyorum- kesişir.

Detaylar: Diyalektik bir gelişim var; edebiyat hayatı daha iyi fark etmemizi sağlarken yaşam süreci de metne daha farklı yaklaşımlar sunar. Klasiklerin on yılda bir okunması gerektiği söylenir, bu yüzden. Süresiz bir gelişim, edebiyatta ve yaşamda. Birbirini biçimleyen gerçeklikler.

Joyce'tan, Flaubert'den yapılan alıntılarla detayların gerçekliğin kurulmasında önemli olduğunu söyler Wood. Yeterli ölçüde detay -kapı numaraları, karakterlerin fiziksel özellikleri vs.- her şeyi kurmacanın biraz daha dışına çıkarır. Romanın ilk beylerinden günümüze kadar detaylandırma güdüsü artmış, roman daha resimsel olmuştur. Cézanne'ın Balzac'ta okuyup resmini çizmek istediği "yeni yağmış kar gibi beyaz örtü" mesela, çok ince iş. Dikkatli bakmak, anlık parıltıyla zihnin karanlıklarını aydınlatacak şekilde kaydetmek... Nabokov'un Mann, Camus, Faulkner, James gibi yazarları reddetmesinin detayları görememelerinden kaynaklandığı söylenir. James, puronun yanan kısmını tasvir ederken "kızıl bir kor" sözcüklerini kullanır ama Nabokov karşı çıkar, puroların kızıl korunun olmadığını söyler. Görevde olmayan, kurmacaya derinlik katmayan detaylardır bunlar. Zihnimizin çalışma biçiminden uzak olduğu için kurgulanan dünyayı ağırlaştırır.

Karakter: Wood, romancının bir tırabzana tutunduğundan ve onu bırakmaktan korktuğundan bahseder, bunu yapanlar karakterlerini bir tablo gibi betimleyip olabildiğince gerçeğe boğarlar. İyi bir yöntem değildir bu, en iyisi karakteri olabildiğince yaşar hale getirmek, olaylar karşısında gerçekçi tepkiler vermesini sağlamaktır. Conrad, karakterlerinin hiçbir zaman yeterince gerçek olmaması korkusu yüzünden romanlarının çok uzun tuttuğunu söyler. Wood'un yorumu: "Okur küçük, kısa ömürlü, hatta düz karakterden de, en az büyük, çok yönlü, önemli kahramanlar kadar çok şey alabilir." (s. 70) Burada da okurun etkin katılımının rolü vardır, okurun biçimlendirmeye kalktığı, yargıladığı karakterler -Kaptan Ahab, Jean Brodie vs.- buna gelmez. Karenina ve Briest gibi karakterler de mutlak bir özgürlüğe gelmez, belli bir evrensel doğrunun etrafında biçimlenmişlerdir ve anlaşılabilmeleri için asgari ölçüde yoruma maruz kalmalılar. Wood, roman karakteri diye bir şeyin olmadığından bahsederken bu tür kıstaslardan uzaklaşılması gerektiğini söyler. Zeno'nun deli olup olmadığı, Sorel'in rüzgarda savrulan bir yaprak olup olmadığı şahit olunacak şeylerdir, tanıdığımız insanları oldukları gibi ele almamızın gerekliliği bu kurmaca insanlar için de geçerlidir.

Karakterler kurmacadır ama onlara gerçek muamelesi yapılmalı ki tanınabilsinler. Bu durumda Saramago'nun Ricardo Reis'i katmanı derinleştirir, bilmediği bir şeyin farkında olması, yani gerçek olmaması -kurmacadaki yaşamında tabii- okuru karaktere yakınlaştırır, okur bütün zıtlığına rağmen onu gerçek kılar. "Bu romanın ve Saramago'nun eserlerinin çoğunun sorduğu soru, önemsiz bir 'Ricardo var mıdır?' üst kurmaca oyunu değildir. Bu çok daha etkili bir sorudur: 'İlişki kurmayı reddettiğimiz halde var olur muyuz?'" (s. 78) Bu bir oyun haline gelebilir, Spark ve Saramago gibi yazarlar karakterlerinin bu uç durumlarını kurmaca oyunu gibi sunmazlar, bu durum gerçekten üzerinde düşünülmüş bir kurmaca probleminden doğar. Kurmacanın içinde yer aldığını anlayan karakterin yazarı öldürmesi başka bir şeydir, bu başka. Yazara kalmıştır tabii, yazar bizden karakterine nasıl yaklaşılmasını isterse karakterini ona göre kurar.

Doğruluk, Gelenek, Gerçekçilik bir diğer mühim başlık, nefesim kesildiği için girmiyorum. Birkaç başlık daha var, bilincin, diyaloğun ve dilin kurmaca üzerindeki etkileri inceleniyor.

Okuma edimini doğallığından çıkaracak bir inceleme değil, güzel bir çalışma. Kurmacaya ilgi duyanlar için.

26 Kasım 2017 Pazar

Stanislaw Lem - Yenilmez

Lem'in başka dünyalarda bilinmeyenle yüz yüze bıraktığı karakterleri, gizemi çözüp ne yapacaklarına karar vermek zorundalar. Çoğu romanından farklı değil bu da; anlaşılamayanı sezgisel olarak değerlendir, bilimsel olarak ölç ve elde ettiğin bilgiyle ne yapacağına karar ver. Karar verme kısmı genellikle psikolojik çözümlemelerden ibaret, karakterlerin kararları bir dizi tahlilden, anlatıcının içeriden bir göz/dil olarak aktarımından oluşuyor. Sezgisel olarak değerlendirme kısmında Lem'in müthiş betimlemeleri var, öyle renkli ve gerçekçi bir atmosfer yaratır ki iki yıldızın aydınlattığı bir gezegendeki renk değişimleri okurun zihninde kolaylıkla canlanabilir, uzay gemisinin iniş anında ortaya çıkan kum fırtınalarının bıraktığı izlerden yansıyan ışık sayfa üzerinde beliriverir. Lem'in kurgusu genelde bu atmosferde verilen mücadeleler üzerinden yürür.

Yenilmez, Lir takımyıldızında bulunan üssün emrindeki en büyük birim olan ikinci sınıf uzay kruvazörüdür, Regis III adlı gezegende ortadan kaybolan kardeş gemi Kondor'un akıbetini öğrenmek için uzun bir yolculuğa çıkar ve gezegene iniş yapar. Gemideki teknolojiyle alakalı pek çok açıklamayı takip ederek mürettebatın uyanışını, geminin gezegene iniş manevralarını görürüz ki Lem'in teknolojik aletleri çeşitli ve doyurucudur. Antimadde silahlarından süperiletken malzemelere kadar pek çok zerzevat kullanılır, mevzuları anlayabilmek için bunlar hakkında bilgi sahibi olmak gerekir, mesela koca bir robotun kendi gemisine neden saldırdığıyla ilgili yapılan açıklamada süperiletkenliğin kaybolmasıyla ortaya çıkan rezonans etkisinden bahsedilir. Eh, bunun ne olduğunu bilmek tabii okuma ediminden daha fazla keyif alınmasını sağlar. Kaku'nun Olanaksızın Fiziği nam kitabını öneriyorum, merak eden buyursun. Lem'in açıklamadığı tek şey, ışık hızıyla ilerlerken maddenin madde formunu nasıl koruyabildiği. Belki de ben kaçırdım, bilemiyorum ama rastladığımı hatırlamıyorum.

Astrogatör Horpach geminin seyir subayıdır, iki numaralı adam da Rohan'dır ve anlatı genellikle Rohan ekseninde ilerler, gerçekleşen olaylara anlam verilmesi için bilim adamlarının yaptığı açıklamalar sırasında odak nadiren değişse de adamımız Rohan. Elektron titreşimleri dış dünyanın üç boyutlu bir modelini yarattı, Horpach Rohan'a tayfa için alınacak güvenlik önlemlerinden bahseder ve dış dünyanın araştırılması sırasında uyulacak prosedürleri söyler. Horpach yaşlı kurttur, son derece sakin bir adamdır ve emir verme konusunda iyidir. Rohan Horpach'ın yerine geçeceği günü özlemle bekler ama bir yandan da onun kadar dirayetli olamayabileceğini düşünür. İkisi arasında görünmeyen bir gerginlik vardır, sonlara doğru iktidar olgusu dürüstlükle çatışmaya girecektir, felsefi bir mevzu. Daha baştan bu durumun sinyalleri verilir.

Araştırma gezisine çıkılır. Gezegen ölüdür, karada hiçbir yaşam belirtisi yoktur, denizde basit yaşam formları varlığını sürdürür. Yüzde dört metan, yüzde on altı oksijen içeren atmosfer havaya uçmaz, oksijenle metanın tepkimeye girmesini engelleyen şeyler vardır. Metan organik kökenlidir ve milyonlarca yıl boyunca yükselip belli bir seviyede kaldığı anlaşılır. Okyanus suyu da analiz edilir ve heyecan verici bilgiler vermez, bir tek okyanustan yakalanan balıkların manyetik alan yoğunluğundaki küçük değişimleri anlamalarını sağlayan bir duyuya sahip olduğu anlaşılır. İlginç bir gelişme. Evrim belli ki işini yapmaya devam ediyor ama sudan karaya yansıyan bir form yok, sudaki varlıklar da milyonlarca yıl içinde manyetik duyular geliştirmiş.

Araştırmalar sürerken önceleri kent olduğu sanılan yapılar bulunur. Araştırma ekibi yapıların metalden, muhtemelen volfram ve nikel karışımlı çelikten yapıldığını anlar ama birbirine geçmiş cepheler, milyonlarca kablodan oluşan yumakların, kargaşanın ne olduğu bir türlü ortaya çıkarılamaz. Burada devreye söylenceler girer, bilim adamları Lirlilerin ölen bir yıldızdan kurtulmak için civardaki gezegenlere gemiler yolladıklarına dair masallar olduğunu söylerler, bu kalıntılar onların ürünü olabilir ama Lirliler hakkında çok az bilgi vardır, uygarlıkları evrenden silinmiştir. Yine de hiç yoktan iyi bir açıklama bu. Adamlar kendi aralarında tartışırlarken başka bir gruptan Kondor'un bulunduğuna dair bir haber gelir. Olaylar bu haberler vasıtasıyla, araştırma gruplarının etrafında kurulur.

Mürettebat ölüdür, hiçbir fiziksel yaralanma izi yoktur. Nörobiyologlardan biri, beynin kaydettiği son anları görebilmek için ölülerden iyi durumda olanlardan birinin kafasına makineyi bağlar ve görüntüyü alır. Adamın işitsel belleğini yitirdiği anlaşılır, gemideki son kaydın da sinekler hakkında olduğu çözülür.

Sinekler?

PKD'nin bir öyküsü vardı, dış dünyanın her şeyi yiyen küçük kelebekler tarafından korunduğu bir distopya. Hiçbir şekilde engellenemeyen, sayısız kelebek. Her tehlikeyi yok edebilen, evrimini bu yönde sürdürmüş canlılar, doğanın hafızasının ürünü. Bağlıyorum, bilim insanları gemideki ölülerin manyetik alan çarpması sonucu amnezi geçirdiklerini ve sonrasında öldüklerini söylerler. Beyindeki elektriksel olaylar ortadan kaldırılır veya çarpıtılır ve ölüm gerçekleşir. Bunu yapan varlıklar? Lirlilerden kaldığı düşünülen otomatların üç yüz bin yıllık olduğu düşünülmektedir, onların başlarına gelen de aynı şey olabilir. Bu durumda gezegenin evrimsel olanaklarından beslenen varlıklardan bahsedilebilir ama teorik düzeyde. Şu unutulmamalı ki günümüzde -şimdilik- sihir gibi gözüken bilimsel olanaklar kurguda gerçekleşmiş haldedir ama bu sineklerin ve daha sonra gerçekleşen saldırılarda görüldüğü söylenen bulutun varlığı herhangi bir bilimsel temele oturtulamaz, ta ki hayal gücü geniş bir biyolog olan Lauda teorisini Horpach'a anlatana kadar.

Otomat Frankenstein'ın yarattığı diğer otomatlara bağlanacaktır olay, inorganik evrimin adım adım kurulmasıyla yaratılanlar, yaratanlarını ortadan kaldırırlar ve bunu evrimin olumsuz tarafında yer almış olmalarına rağmen yaparlar. Üreticiler yıldızlardan aldıkları enerjiyle çalışırlar ama bu enerji kesildikten sonra yarattıklarının kontrolünü kaybederler ve evrimsel açıdan daha avantajlı olmalarına rağmen üstünlüklerini kaybederler. Predator arkadaşların Alien tayfası üzerindeki güç kaybıyla aynı şey aslında. Sinekler -aslında çok küçük otomatlar- belirli noktalarda yoğunlaşmıştır ve kendileri için tehlike olarak gördükleri ne varsa ortadan kaldırırlar. Var olma prensipleri böcekleri andırır, her birinin içinde kodlu olan bilgiyle hareket ederler, ortak bir akıl yaratırlar ve bu sayede hiyerarşik bir yapıya, herhangi bir iktidara gerek duymazlar. Hepsi birdir ve biri hepsidir.

Sonrası bir dolu macera, oralara girip heyecanı öldürmeyeceğim ama ne yapılacağıyla ilgili konuşmayı anlatmam gerek. Rohan, ölü bir evrimin yıkıcılığıyla karşılaşınca evrendeki her yerin insanlar için olmayabileceğini düşünür ve bu varlıklara karşı girilecek bir intikam savaşının anlamsızlığını irdeler. Düşman bilinçli değildir, en azından insanın anlamlandıracağı bir kötülüğe sahip değildir, bu yüzden daha fazla kayba gerek yoktur ama son saldırıda kaybolan adamların bulunması lazımdır, bu yüzden kaptanla yaptıkları konuşmada Horpach, kararı Rohan'a bırakır. Sorumluluktan kurtulma çabası olabilir, Rohan'ın karar verirken insanlıkla ilgili fikirlerini gözden geçirme dürtüsü olabilir, bir şekilde karar verilir ve Rohan tek başına adamlarını aramak üzere yola çıkar.

Evren bayağı büyük, çok büyük. Bulutu oluşturan parçaların telepatiye sahip oldukları söylendiğinde adamların şaşırması çok ilginç, akıl almaz bir teknolojik devrimin içinde yaşadıkları halde daha ötesinin olası varlığı onları şaşkına çevirebiliyor. Bir de zamir kullanımının değişmesi var, sinekler nesne olarak anılırken erkek olarak anılmaya başlarlar. Rohan için oldukça ürkütücü bir şey, insanlık için yepyeni. Evren büyük diyordum, bu romanda her yanının insanlar için uygun olmayabileceğini, daha da önemlisi neyin uygun olup olmadığının sorgulanmasını görüyoruz. Gelecek sihirle ve bilmediğimiz dehşetlerle dolu.

Birkaç sıkı sihir ve dehşetle karşılaşmak için iyi bir tercih, usta işi bir roman. Lem işte, bir klasik. Her çağda güncel olabilecek problemleri dile getirdiği için.

25 Kasım 2017 Cumartesi

Thomas Bernhard - Kiler - Bir Kaçış

Kiler kaçış yeriydi, yurttaki ayakkabı odasında keman çalışan çocuk bakkal çırağı olduktan sonra kilerde huzur buldu ve bu kez aklında intihar yoktu, etrafında intihara meyilli, suç işlemeye yatkın insanlar vardı. Scherzhauserfeld Mahallesi, Bernhard'ın on beş yaşında bulduğu sığınak. Ters yöne giderek buldu, bir sabah memurun oğluyla yola çıktı ve lisenin boğucu ortamına daha fazla katlanamayacağını düşünerek aniden ters yöne saptı ve koşmaya başladı. Sivrisinek Şehirde'de esas oğlan evden çıkınca her gün yaptığının aksine sola sapar, yaşamı değişmiştir. Bernhard'ın da değişti, arkasına bakmadan koştu ve yaşamı başka bir istikamete doğru yol almaya başladı, öyle ki memurun çocuğunu bir daha görmedi, ailesi kararsızlığı yüzünden surat astı ama büyükbaba onu desteklemeye devam etti. Etmeliydi, lise belasını başına saran büyükbabasıydı ve bu hareketini affettirmesi gerekiyordu. Sonuçta sarmalın kıvrımları birkaç kez üst üste geldiğinde ters yön leitmotifi berraklık kazandı ve yaşamda büyük bir kerteriz olduğu anlaşıldı. Tek bir karar, anlık parıltı ve bambaşka bir dünya.

Çocuk faydalı olmak istiyordu, faydalı olduğunu hissetmek istiyordu, bunun için o pek sevmediği insanlara ihtiyacı vardı. Sosyalleşme çabası her şeye rağmen anlaşılabilir, onları ne kadar sevmesek de insanlara gereksinim duyarız. Onları tanımaya, onları sevmeye ve onlardan nefret etmeye gereksinim duyarız, haklarında yalan söylemeye, yüzlerine yalan söylemeye gereksinim duyarız, onları aşağılamaya ve onlar tarafından aşağılanmaya, onları öldürmeye ve onlar tarafından öldürülmeye gereksinim duyarız. Onların hikâyelerini dinlemeye gereksinim duyarız, onlara hikâyelerimizi anlatmaya gereksinim duyarız. Ölmemek için onlara gereksinim duyarız. "Kendimi öldürmedim, onun yerine çıraklığa başladım." (s. 9) Hayatın işe yaramaz, sefil, berbat bir dönemi sona erdi, başarısızlık zamanın koşullarına bağlandı ve bundan kaçış mümkün olmasa da ötelenmesi mümkündü, bir süreliğine, yatay ve dikey mutsuzlukta bir koordinat, Bernhard. İş bulma kurumunda o pis mahalleyi tercih ettiğinde görevli kadın kendisine şöyle bir baktı, liseye gitmeyi başarmış bir çocuğun öyle bir mahallede ne işi var? Yarım saat boyunca daha nitelikli iş fırsatlarını sayıp döker ama çocuğu ikna edemez. Çocuk küf kokulu tarihin bir parçası haline geldiğini hisseder ve kararından dönmez. O mahallede çalışacaktır, Karl Podlaha adlı bir tüccarın bakkalında. Ticaret eğitimi almış, yetenekli bir müzisyen olmasına rağmen savaş yüzünden konservatuvara gidemeyen, onun yerine varoşlarda bakkallık yapan, sessiz bir adam. İyi anlaşırlar. Çocuk faydalı olduğunu hisseder.

Mahallenin yapısı. Her ilçede bir tane bulunur gerçi, bildiğim örneklerden eski Fikirtepe var. Suç yuvası ama öyle olduğu için değil, öyle olduğuna inandırıldığı için. Yargıçlar her suç dosyasına aynı şekilde yaklaşırlar, polisler herkese suçlu muamelesi yapar, insanlar şehir merkezinden dışlanırlar, hatta dünyadan dışlanırlar. ABD'ye, İngiltere'ye gidenler sefil, çökmüş olarak geri dönüp ölürler. Kum aslanı herkesi paralize eder, avlarını biriktirir ve teker teker götürür. Adalet sisteminin çöküşü yine bir Bernhard izleğidir, şu cümleyi başka bir metninde mutlaka gördüm: "Her gün en az bir kez, bir yargıcın hırçınlığı yargılanan birinin yaşamını mahvediyordu." (s. 13) Bu yıkımın orta yerinde hayatta kalan insanlar var, zaman zaman miskinleşseler de yaşamla dolu insanlar bakkala geliyorlar ve çocukla konuşuyorlar, kendinde her şeye karşı koyabilme gücünü bulabilmiş çocuğun başkalarının hikâyelerini, yaşamlarını öğrenmeye ihtiyacı var. Sonsuz bekleyişin semti; insanlar kendilerine verilen sözlerin tutulmasını, unutulmamayı, bir şeylerin olmasını bekliyorlar ama pek fazla bir şey olmuyor. Cinayetler, birkaç küçük suç, hepsi bu. Araf, bekleme odası.

Çocuk eve döndüğünde günlük maceraları ailesine anlatıyor çünkü her şeyin olduğu gibi anlatılmaya ihtiyacının olduğunu düşünüyor. Gerçek, bozulmadan ve hemen anlatılmalı. Çocuk yıllar sonrasından seslendiğinde değişmediğini söylüyor. "Ben yazdığım her cümleyle, aldığım her nefesle hâlâ bir baş belasıyım." (s. 24) Metnin sonlarına doğru Bernhard gerçeğin ne olduğuyla ve nasıl dile getirileceğiyle ilgili uzunca bir süre düşünür ve bölünmenin kendi kişiliğinde başladığını anlar, gerçeğe en yakın olan kendisi ve rol yapan kendisi. "Yazdığım zaman bir şey okumam, bir şeyler okuduğum zaman da bir şey yazmam." (s. 82) Zambra mı diyordu, okuyan yüzünü kapar ve yazan yüzünü dünyaya açar diye? Bernhard yaşlandıkça anladığını söylüyor; çabalar hayal kırıklığı, tahammülsüzlük yaşlılıkla bir, umudun olmadığı bir dünyada nesnelerin doğalarının dışına çıkamamaları, acizlik, yorgunluk... Gerçeğin parçaları ve tam olarak anlatılmalarının imkanı yok, Bernhard'ın ulaşamayacağı bir nokta, dolaysız gerçeklik. Bu yüzden her metni, her adımı, her nefesi kusurlu. Yaşamı kusurlu. Habitatında varlığını sürdürecek, yapacağı şey bu. "Kelimenin tam anlamıyla, tiyatrodan yola çıktık. Doğanın kendisi gerçek bir tiyatro. İnsanlar ise, bizatihi tiyatro olan doğanın içindeki, kendilerinden artık pek bir şey beklenmeyen oyuncular." (s. 87)

Podlaha Bey'in büyükbabayla birlikte Bernhard'ın yaşamını biçimlendirmesini anlatacağım ve bitireceğim. Büyükbaba felsefe okuluydu, Podlaha hayat okulu. Podlaha, mahallenin insanlarını çok iyi tanıyordu ve onları sömürmeden bakkalı çekip çevirebiliyordu. Çoğuna yardım ederdi, onları dinlerdi ve olabildiğince yanlarında olurdu ama sertliği de elden bırakmazdı, veresiye defterinin kabarmamasına dikkat ederdi. İnsanlara nasıl davranacağını bilen bir adam, on sekizine gelmek üzere olan Bernhard'ın ihtiyaç duyduğu her şeyi öğretiyor. Evde fark ediliyor bu durum, Bernhard mevzuyu anlatıyor ve eve para gireceği için azarlanmıyor. Yaşamı öğreniyor ve müziği tekrar keşfediyor. Müzik eğitimi almak için gideceği Mozarteum tanıdık, romanın adı neydi? Büyükbabanın her gece yazmak için uğraşıp yazamadığı metin izleği de tanıdık, birçok Bernhard metninde geçiyor bu. Bitirilemeyen, mükemmelleşemeyen metin. Neyse, müzik eğitimi. Bernhard'ın hayatı güzelleşeceğe benzer, o zaman son bir kez mahalleye dönebilir, otuz yıl sonra. Bakkal kapanmış, tanıdıklardan kimse yok, yolda karşılaştığı biri hariç. Otuz yıl önce bakkalda görürmüş Bernhard'ı, konuşacakları başka hiçbir şey yok ama koca bir anlatının kıvılcımı belki de bu olayla çakmıştır, kim bilir?

Şu da Bernhard'ın kurgusal zamanın gezgini olmasının şerefine: "Beni bugün tanımlayan şey, benim umursamazlığım, herhangi bir zamanda olmuş olanın, şimdi olanın ve gelecekte olacak olanın tümünün aynı şey olduğu gerçeği." (s. 91)

24 Kasım 2017 Cuma

Thomas Bernhard - Neden - Bir Değini

Otuz yıl önce Salzburg sevilmeye hazırdı, Bernhard ortaokul ve lise öğrenimi için büyükbabasının isteğiyle şehre geldiği zaman doğal güzellikler insanın önüne büyülü bir dünya seriyordu ama yapılar, tarihin kasvetli ve sıkıntılı anıtları bir o kadar yıldırıcıydı. Bernhard zaten kırık gelmişti, annesini terk eden babasının II. Dünya Savaşı'nda ölmesinin pek bir önemi yok. Baba zaten oğluyla hiç ilgilenmiyordu ve oğul savaş sırasında yıkıntıların içinde yürürken kopmuş bir çocuğun eline basıyordu, bunlar büyük travmalardı ama insanların, ailenin, şehrin, dünyanın kuşattığı bir ruh için çürümüşlüğün parçalarından başka bir şey değildi. Çocukluktan itibaren çürümek, Bernhard'ın başına gelen buydu. Kokuşmuş bir şehrin yalancı, rezil insanları binalardan farklı değil, yağan bombalardan da. Doğanın bu durumda iyi olması mümkün değil, görünürde mümkün ama mutluluktan kopuşun damgasıyla mühürlü.

Bernhard kendini anlatıyor, kurgularındaki kahramanlarını ve olayları da. Bildiğimiz üslubuyla. Nesi varsa. Sarmal; sürekli aynı yere dönebilir ama hep farklı yolları kullanır, anlatısını bu şekilde biçimlendirir, genişletir. 

"Yaratıcılığın en ufak bir parıltısı görülse derhal kökü kazınıyor." (s. 9) Nasyonal Sosyalizm - Katoliklik ikilisi birkaç neslin ışığını söndürüyor ve Bernhard da bunların arasında, ölümcül bir hastalık olan şehrin bir köşesindeki yurdundan okuluna gidiş gelişler, önünden geçilen dükkanlar, insanlar, her türlü virüs sıralanmıştır ve çocuğun aklına hücum etmek için bekler. On üç yaşındaki bir çocuğun hissettikleridir söz konusu olan, sonradan biçimlenen anılar değil. Travmalarımızdan ibaret olduğumuz söylenir, öyleyse on üç yaşın bu korkunç travmasının yansıması olan anlatı biçimi, sonraki metinlerde çok küçük değişimler haricinde aynı kalan bu biçim travmanın, on üç yaşın ta kendisidir, Bernhard on üç yaşının ruhuna sıkışıp kalmıştır, yaşadığı süre boyunca başka bir duygunun çekimine kapılmamıştır, kokuşmuşluğu bir kez gördükten sonra başka hiçbir şeyin önemi kalmamıştır, on üç yaşın bunaltısı dışında. Tekrarlar, hep aynı koltuk, hep aynı sokaklar, kurmaca on üç yaşın tekrarlarından ibarettir, günlerin küçük değişimlerinin yol açtığı farklılaşma kurguda da görülür ama o kadar, ne bir çıkış, ne bir umut, sadece leş kokusu ve nefret, insanların doğasından kaynaklı.

Leş gibi kokan bir yurt, otuz dört çocuk. Grünkranz bir SS ve okulun müdürü, eşi onun kadar sert olmasa da korkunun cisimleşmiş halleri. Bernhard'ın tokat yemeden önünden geçtiği az, despotizm savaşın kazanılmasıyla artmıştı ama Alman orduları geri çekilmeye başlayınca, şehir bombalar altında kalınca gözlerine çöken umutsuzluk küçük de olsa sevinç kaynağı haline geliyor. Gardiyanların gözlerinde, öğretmenlerin davranışlarında bir korku, tedirginlik. Bastırılan topluluğun intikamını alacağı korkusu. Yersiz; insan bastırılmak için uygundur, sadece kırmamak gerekir. Yeterli bir süre beklenirse kendiliğinden kırıldığı görülür. İntiharlar. "Diğer yatılı öğrencilerle birliktelik, daima intihar düşüncesiyle birliktelik olmuştur, en başta intihar düşüncesiyle, ancak ondan sonra öğrenim ve eğitim içerikleriyle." (s. 14) Bernhard ayakkabı odasının leş kokusu içinde keman çalar, tekniğini ilerletmeye çalışır ve aklına intihar gelir. İntihar herkesin aklındadır, aklından öte gözlerinin önündedir. Öğrenciler yılarak kendilerini atarlar, sırada kimin olduğu çoktan tahmin edilmiştir. Bernhard için keman hem bir intihar, hem bir kurtuluştur. Müziğin matematiğinden uzak kaldığı müddetçe büyükbabasıyla yaşadığı çocukluk yıllarından beri aklından çıkmayan intihar fikri geçici olarak kaybolur ama ne zaman öğretmeni Steiner Bernhard'ı baskılasa, kendi çarpıklığını çocuğa gösterse keman bir işkence aleti olur. Zaten bir bomba tarafından parçalanacaktır, hem tutsak alıp hem özgürleştirdiği ruh, etkisinden kolayca kurtulur. Çocuk bir daha keman çalmak istemez. Büyükbabanın torunu için düşündüklerinden biri eksilir. İngilizce kursu ikincisiydi, çocuk bir gün ders aldığı kadının evinin bulunduğu sokağa gidip moloz yığınlarından başka bir şey bulamayınca o da kesilir.

Keman, müzik, intihar edenler ve diğerleri, hangi metinler olduğunu söyleyemeyeceğim ama Bernhard'ın çoğu metnini biçimler. Sadece birini söyleyeyim, yirmi yıl sonra Salzburg'a dönüp aynı bunaltıyı yaşaması: Odun Kesmek.

Amerikan uçakları gökyüzünde ölüm kuşları olarak uçmaya başlayınca sirenlerin çağı başlar. Önce akşamları, sonra günün her vakti. Sığınaklara bir koşu, uzaklardan gelen boğuk gürültüler ve ağlayanlar, kahkaha atanlar, gülenler, ölümü bekleyenler, gündeliğin saçmalıkları hakkında konuşmayı sürdürenler, Bernhard hepsini aklına kazır ve bayılanların, dışkılayanların, pisliğin içinde var olmaya çalışanların arasında hayatta kalmaya çalışır. Okulda ders işlenmez, yaşam sığınaklardan ibaret hale gelmiştir. Bir gün şehir baştan aşağı sarsılır, artık binalar da bombalanmaktadır. Yıkıntıların arasında bir çocuğun eline basan Bernhard'ın unutmayacağı bir görüntüdür bu.

Kimse bunları duymak istemiyor. Bombalamalar, ölenler, hiçbir anı yok. Bernhard yirmi yıl sonra, otuz yıl sonra gidip soruyor ve hayır, bunları hatırlayan yok, hepsi silinmiş, hiçbiri yaşanmamış, bunları kim uyduruyormuş, hiç de öyle değilmiş geçmiş. Başkasının tarihi miydi, Bernhard bunları yaşadığından emin miydi? Diğerlerinin de emin olması için çekiçle vurur gibi yazdı sanırım, insanların zihinlerindeki kabuk kırılsın ve zavallılıklarının farkına varsınlar diye. Şehirliler kim olduklarının farkında değiller ama Bernhard çok iyi hatırlıyor; büyükbabası ölüyor, naaşının gömüleceği yer bulunamıyor. Bernhard'ın dayısı onca kiliseye gidiyor ama yok, adam kilise nikahlı olmadığı için kabul edilmiyor hiçbir yere. Ancak kokmaya başladıktan sonra, dayının yalvar yakarına dayanamayan bir piskopos izin veriyor, öyle. "Yüzlerce hazin, alçakça, dehşet verici ve gerçekten öldürücü deneyimden ötürü şehir benim için hep giderek daha katlanılmaz bir hal almış ve bugüne kadar temelinde katlanılmaz kalmıştır." (s. 38) En kötüsü de Bernhard'ın bu insanlardan ve şehirden kurtulamayacağını bilmesi. Her şey onu oluşturan bir parça haline geldiği için kurtuluş yok, her istikamet şehre ve insanlarına çıkıyor, duyarsız insanlar bir çocuğun ruhunda büyüyen hastalığı görecek halde değil, çocuk bu hastalığı öfkeye dönüştürerek üstesinden gelmeye çalışıyor, yapabileceği başka hiçbir şey yok.

Franz Amca başlıklı ikinci bölüm. Müthiş bir aile eleştirisiyle başlar. Aileyi oluşturanlar da aynı alçak insanlar, kan bağının bir anlamı yok. "Bizi dünyaya getirenler, yani ebeveynlerimiz tam bir cehalet ve alçaklık içinde bizi dünyaya getirmişlerdir." (s. 53) İlk üç yıl bu alçaklığın tahribatıyla biçimlenir, zaten insanın yaşam içindeki oluşumu bu üç önemli yılda kabaca gerçekleştiği için geriye kalan yıllar ilk üç yılın etkisi altında, pekiştirilen cehaletin korkunç hasarıyla yaşanır. Çoktan mahvolmuş bir yaşam sürdürülür, eğitim bu mahvoluşu sürdürür, evlilik de bir diğer adımdır, insanların olduğu her yer çürümenin umutsuzluk yayan kokusunu taşır. Bernhard her şeyi, çürümenin sonsuzluğunu açık yüreklilikle anlatır. "Deli muamelesi görme pahasına da olsa, ebeveynlerimizin tıpkı kendilerinden öncekiler gibi dünyaya getirme suçu işlediğini ve bu suçun mutsuzluk yaratmak, giderek mutsuzlaşan bir dünyanın mutsuzluğunu artırmak için başkalarıyla işbirliği yapmak anlamına geldiğini söylemekten korkmamalıyız." (s. 56) Sanırım aile için yeterince tahammül edildi, artık kutsallık saçmalığından kurtulup gerçeklerin ortaya dökülmesi lazım. Aynı şey öğretmenlik için, kutsal görülen her şey için geçerli. Söylenmesi gerekenleri söylemeyip kralın çıplaklığını alkışlamak yeter. Bernhard cesur ve bu cesurluğu beni metinlerine bağlıyor, Ahmet Sarı'nın incelemeleri dahil Bernhard hakkında ne yazılmışsa aldım, Bernhard'ın yazdıklarını da. Adamın öfkesi okurunun bastırdıklarını özgür bırakıyor ve insanı neyse o haline getiriyor.

Katolik okulu. Almanlar gitti, yerine her yere katedraller diken ve Almanların beyin yıkama işlemini aynen sürdüren dindarlar geldi. Bernhard okuldan iyice tiksindiği için büyükbabasını hayal kırıklığına uğrattı ama kendi planları vardı, geleceğini kurgularken Almanların son kalıntılarının büyük bir vahşilikle ortadan kaldırıldığını gördü. Amerikalılar gıda için karne dağıtıyordu ve yeterli besinin olup olmadığını umursamıyorlardı, tehlike olarak gördüklerini hapse tıkmada da üzerlerine yoktu. Bernhard savaştan sonra da iki yıl boyunca kapalı kalan Avusturya-Almanya sınırını kaçak olarak geçip mektup taşıyordu sağa sola ama yakalandı, "velim" dediği üvey babası bu yüzden hapse atıldı. Ailesiyle arası yoktu, dediğim gibi, anne yeni kocanın çocuklarına bakıyordu, bir tek büyükbaba vardı. Doğayı, insanları büyükbaba öğretti. Zamanının sıkı anarşistlerindendi, oğlu -Bernhard'ın dayısı- da babasını izledi. Bernhard büyükbabadan kendini nasıl yetiştirebileceğini öğrendi. Almancada bunun için bir terim var ama ne olduğunu unuttum şimdi, Vonnegut bu terimi anıyor ve kendi kendisini yetiştirdiğini söylüyordu. Neyse, Bernhard yine de büyükbabasına kızgın, böylesi özgürlükçü ve parlak zihinli bir insan, torununu nasıl o kokuşmuşluğun abidesi olan okullara yollayabildi? Her şeye rağmen büyükbaba, Bernhard'ın sevdiği tek insan olabilir.

Son. Bernhard on beş yaşında okulu bırakır, bir bakkalın yanına çırak olarak girer.

Beşlemenin ilk kitabı. Bernhard'a başlamak için en iyisi bu aslında.

Gürsel Aytaç - Edebiyat Eleştirisine Eleştirel Bir Bakış

Aytaç, eleştirinin eleştirisi konusunda Zehra İpşiroğlu'nun ve Yıldız Ecevit'in çalışmalarından faydalanarak Türk edebiyatında kesilen birtakım ahkâmları derlemiş, iyi etmiş. Yazdığı önsöz, bizim edebiyat eleştirisinin eleştirisi konusunda pek bereketli olmadığımız fikriyle başlıyor. Memet Fuat, eleştirinin eleştirisi üzerinde pek durulmadığını söyleyen Kemal Bek'e katılıyor, bu hususun üzerinde durulması gerektiğini söylüyor. Ne açıdan, hangi açılardan durulacak? Öncelikle eleştirinin ne olduğunun bilinmesi gerekiyor, buradan yola çıkarsak da belli başlı kuramlara gitmemiz gerekiyor. Tahsin Yücel, Mehmet Rifat, Nermi Uygur, Akşit Göktürk gibi pek çok ismin bu mevzuda yol gösterici incelemeleri var, ilgilenenler oralara yönelebilir. Ben onlara girmiyorum çünkü tembel bir insanım ve bugün sınav olması gereken çocuklar var, soru hazırlamam lazım. Evet.

Aytaç, eleştirmenleri akademisyen olanlar, eleştirmenliği meslek edinenler ve yaratıcı yazarlar olarak üçe ayırıyor. Bunun yanında genç hikâyecilerin özel sorunları, çeviri eleştirisi ve dil sorunuyla alakalı bölümler de var. Aytaç, bunların yeni yetişen edebiyatçılara da faydalı olacağını söylüyor.

Akademisyen Eleştirmenler bölümü Tanpınar'la başlıyor. Tenkit İhtiyacı, Bizde Tenkit ve 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi kaynaklı görüşler: Tanzimat'la başlayan eleştirinin ilk eleştirmeni Şinasi'dir, eserlerine yöneltilen eleştirilere verdiği karşılıklar eleştirinin eleştirisi olarak değerlendirilir. Dönem yazarlarının pek çoğu da Fransız ustalarından gördükleri biçimde, önsözlerde meramlarını dile getirip edebi amaçlarını açıklayarak eleştirilere cevap verirler. Özellikle Namık Kemal'in adı anılabilir; sanatı ne kadar yetkin olmasa da eleştiriye kazandırdıkları mühim. Makalelerde geçen isimlerden biri Ataç'tır, Tanpınar'a göre Ataç eserin havasına pek az kapılır, daha çok fikirler üzerinde durur. Fikret, Uşaklıgil ve Rauf "tarihî bir zaruri garpçılık" ile eser verirlerken Ataç'ın Batıcılığı koyu bir fanatiklik halindedir, bu yüzden de pek çok sanatçıyla papaz olur. Bir de "Behçet Bey'e Mektup" olayı var Tanpınar'ın, kendini değerlendirdiği ve eleştirdiği bir bölüm, Mahur Beste'de.

Mehmet Kaplan... Aytaç da ne yazık ki Kaplan'a dokunamayanlardan. Ek: Düşündüm de, zaten eleştirinin eleştirisini incelediği için kendisinin eleştirme gibi bir durumu yok. Kesin bir öznellikten sıyrılarak kurgu, anlatım özellikleri vs. gibi etkenleri de göz önünde tutar Kaplan, Aytaç'a göre durum bu. Lakin öyle değil, tahlilleri son derece öznel olabiliyor. Pek değersiz zannımca Kaplan iyi bir araştırmacı ve kötü bir tahlilcidir. Bunu açık açık söyleyenin de akademik hayatı biter, hakkında olumsuz fikir dillendirmek öylesi bir mahva yol açar. Şöyle de bir durum var; öğrencileri tasnifçiliğe meyilli. Kuramdır, tekniktir, açıkçası buralardan eksikler. Aytaç, Batı edebiyatında uzmanlaşanların bu eksiği kapadığını ve özellikle son dönem Türk edebiyatını incelediklerini, İnci Enginün'ün bu duruma biraz burun kıvırsa da işbirliğine gidilmesi gerektiğini düşündüğünü söyler. Tabii ki işbirliğine gideceksiniz arkadaş, bu iş akademinin dışında da yürütülüyor ve insanı körleştiren hoca ekolü dışarıda yok. Akademi öğrencinin zihninde bir sistem, paradigma kurmaya çalışır ama o kadar tek tipçidir ki farklı sesleri hemen susturur, sanki her şeyin en doğrusu okulda öğretiliyormuş gibi. Korkunç bir zihin cinayeti. Neyse, akademinin dışı daha iyidir. Şu yüksek lisans tezini yazıp akademiyle ilişkimi bitireceğim.

Başka, Berna Moran'ın "Yeni Eleştiricilik" çerçevesindeki eleştirileri pek tutulmuyor ki Moran gerçekten iyi bir eleştirmendir. Apolitik bir tutum içinde yapılan nesnel eleştiri, Fethi Naci'nin tepkisiyle karşılaşıyor, güncel olandan uzak duran bir eleştiri fikri olumsuz bir fikir olarak değerlendiriliyor. Bunun yanında Hilmi Yavuz'un Moran'ın söylemlerine getirdiği eleştiriler var, Divan edebiyatı ve romans-âşık hikâyeleri ilişkisi konuları üzerine. Asıl olay, Batılı bir bakış açısıyla görülen Türk edebiyatı değerlendirilmemiş, Aytaç'ın Yavuz'un fikirleri hakkında "ilginç" bulduğu konu.

Talât Sait Halman'ın sömürgecilik eleştirisi var. Kendi kavramlarımızı üretmemiz gerektiğinden bahsediyor Halman, düşünce emperyalizminden kurtulmamız gerektiğini, eleştirmenlerimizin kuramcı adı-kuram ikilisiyle yazıya başlamalarının yaratıcılıktan uzak olunduğu için görüldüğünü söylüyor. Bilimsel üretim, kavram üretimi mühim. Deleuze'e göre felsefenin esas olayı.

Eleştirmenliği Meslek Edinenler bölümü. Ataç. Fanatikliğini söyledim, dil konusunda da az megaloman değil. Kendisi hakkında en ufak bir olumsuz eleştiriye tahammül edemiyor, fikirlerini hakarete varan sözlerle savunuyor. Hasan Cihat Örter Sendromu diyeceğim buna. Pamuk'un hafif alaycı yorumu, Kemal Tahir'in daha sert tondaki sözleri Ataç ve eleştirisi hakkında eleştiri niteliği taşır, tabii Selim İleri'nin de söylediği şeyler var. Memet Fuat, "daldan dala atlayarak yazdıklarının tadı" için Ataç'ı över ama bu daldan dala atlama olayı pek de yöntemsel bir iş değil aslında, Safa da benzer bir açıdan yaklaşır ve Ataç'ın Türk edebiyatını küçümsediğini, aykırılığı ve aksiliği orijinallik sanma gafletine düştüğünü söyler.

Fethi Naci, Memet Fuat, Cemil Meriç ve Semih Gümüş de bölümde yer alan diğer isimler.

Orhan Pamuk'un Tutunamayanlar hakkında yapılan eleştirileri eleştirmesi başta olmak üzere benzer örnekler ve edebiyat çetelerinin çıkardıkları yayınlar dışında alternatif seslere yer kalmaması gibi daha dolaylı mevzular da diğer konuları oluşturuyor.

Okunur.

22 Kasım 2017 Çarşamba

Kobo Abe - Kanguru Defteri

Tohumun adını bilmiyorum, şu mor çiçeklerin arasındaki, siyah. Çocukken bir tanesini yutmuştum, midemde kök salan ve gözlerimi çıkarıp dallarını büyüten ağacın kabuslarıyla uyuyamadığım geceler olmuştu.

The Evil Dead, Ash. Yabancı El Sendromu denen naneyle ilk karşılaştığım zaman ödümün kopuşunu hatırlıyorum, sonrasında Dr. Strangelove'da da gördüm. İnsanın kendi vücudu tarafından saldırıya uğraması, kendi vücuduna yabancılaşma kadar korkutan çok az şey vardır. Uykuda elim tarafından boğulmak, bıçaklanmak... Vücudun harekete geçip uyuyan bilinci yok etmesi, mesela.

Anlatıcının bacaklarında beliren turp filizlerini gördüğü an bütün kabuslarım, çocukluk ve yetişkinlik için ayrı ayrı, özenle kurduğum kabuslar geri döndü. Aynanın öbür tarafına iki günlük bir yolculuk; cehennemin katlarında Dante'nin bir parodisi, Kafka'nın çıkmaz sokakları, daha kimlerin neleri, hayır, Abe intiharından önce yazdığı bu son kitabında belki de ansızın beliriveren kanguru defteri fikrinin devamını gösteriyor. Pazarlama çalışanı fikir uydurmada başarılı, belki ilk kez üstlerinden övgü alıyor ve... Buna alışkın olmadığı için kendini kaybediyor olabilir mi? Belki karoşi öncesi muhteşem bir cinnet. Yediği yemek, içtiği bira, vücuduna aldığı herhangi bir şey halüsinojen bir etki yaratmıştır belki, kim bilir. Biz çıktığı yolculukta kendisini yalnız bırakmayacağız, karşılaştığı her abuk duruma hayatın sıradan bir gerçeği muamelesi yaparken kafayı kırmazsak. Olasılıklar olağanlıktan uzaklaştıkça gerçeklikten kopmama çabası zorlayıcı hale geliyor, okur oldukça zorlanacak.

Kutu Adam gibi emek isteyen bir okuma şart. Abe'nin son metni olduğunu söylemiştim, deli gibi yazarken neler olduğuna çokça dikkat ettiğini düşünüyorum. Anlatının random olaylardan oluştuğunu söyleyenler var ama karmaşanın kasıtlı olarak çıkarıldığını düşünüyorum, Abe çeşitli maddelerin etkisi altındayken -su, alkol, kesinlikle keyif verici madde- eklemli bir dünya yaratmış. Pink Floyd'un Marooned'u ve Echoes'u kendine yer bulur mesela, psychedelic ortamlara gidebilecek müthiş bir playlist.

Fikir kutusu, patronların yeni icadı. Anlatıcımız kanguru defteri diye bir şey uydurur, kutuya atar ve fikri en umut vadeden fikir seçilir. Kanguru defterinin açıklanması istenir -anlatıcıya Şimizu diye bir isim uyduruyorum- ama gevelemekten başka bir şey yapamaz Şimizu, hani hayvanat bahçelerindeki en dikkat çeken hayvanlar kangurular, cepleri var, defter vardır cepte, böyle şeyler. Hafta sonuna kadar süre verilir, fikrini geliştirmesi beklenmektedir. Büyük baskı, adamın kafayı kırması veya cehenneme gitmesi veya bacağında yetişen turpları yemesi için yeterli süre. Filizleri fark eder etmez doktora gider, bürokratik hadiselerden illallah etmiş bir şekilde muayene olur. Doktor filizleri görünce kusar, yemekte turp yemiştir. Şimizu kendi bedeninde yetişen turpları yemek zorundadır, tedavi için bağlandığı yatak, takılan sonda, damara yol yapan iğne onu yarı mekanik bir hale sokar. Kendisini yemek zorunda kalan, düşünce gücüyle sedyeyi hareket ettirebilen, yabancılaşmanın dibine vuran bir garip Şimizu. Damar yolu açılırken, "'Kanguru defteri kesenin içerisinde ısınınca dışarı zıplar,'" (s. 20) dediğinde fikrini derinleştirmektedir, cehennemini de.

Doktorunun yüzü yangın söndüren su püskürtücüsüne dönüştüğü an kendi dönüşümünün de farkına varır Şimizu, gerçeklikle hayal dünyası arasında bir yerde olduğunu sezer ama bir şeyin halüsinasyon olduğunun farkına varıldığında aslında öyle bir durum olmadığının anlaşıldığı fikri aklına gelir ve gerçekliğinin içinde olduğunu sanmaya devam eder. Zihninin uyarı çanlarını önemsemez, yaşadığını yaşamaya devam eder. Cehennem Vadisi'ne giderken de gerçek bir cehenneme gittiğini düşünmez hiç, kükürtlü sularda yıkanırsa bacağındaki turplardan kurtulacağını düşünür ve yola koyulur, sedyesiyle. Sedyeyi organıymış gibi düşünür, hatta sedye pazarlama işinde çalıştığını ama her şeyi unutmaya meyilli olduğu için bunu hatırlayamadığını kurgular. "Zavallı bir hastayken birden iğrenç bir canavara dönüşüvermiştim." (s. 26) Yatağını bırakacak bir yer bulamaz, bir noktada yolu kapadığı için görevlilerden azar yer. Yatak hareket etmez ve görevliler hastaneyi mi yoksa polisi mi arayacaklarını bilemezler. Şimizu ve yatağı ontolojik olarak nedir? İşin içinden çıkılamaz, Şimizu'ya belki de kayıp bir eşya olduğu söylenir. Şimizu kimdirden önce, nedir? Kabustan uyanması gerektiğini düşünür ama kabusta değildir, her şeyin hayal olduğunu düşünür ama... Zaten cehennemde yaşadığını düşünüyorsan yaşamı biçimlendiren koşullar ne kadar uç noktalara giderse gitsin şaşırmaz insan, sorgulamaz bile. Daha iyi yenilmek bir yana, gerçeklik yitirilir ve sürükleniş başlar. Şimizu sürüklenir. Vadinin sularında kanguru leşi olduğunu düşündüğü bir ceset görür, arkada Sorrow çalar. Şimizu'nun Pink Floyd hayranı olduğunu öğreniriz, muhtemelen keyif aldığı maddeler de var ama ne olduklarını bilmeyiz, bilmememiz gerekir, yolculuğu ortaya çıkaran etkenler yolculuktan bağımsızdır.

Yeşil Suratlı Şair adında bir yazarın kitabı, Daikokuya Bomba Vakası aklına gelir Şimizu'nun. Babasıyla kurduğu sağlıksız ilişkiden kalan bir anı. Kitabın diğer yarısında Pijamalı Uçan Balık nam bir yazarın eleştiri yazısı bulunmaktadır, aslında ikisi aynı kişi olabilir mi? Distopik bir roman, 1920'lerdeki ağır sansürden yırtmak için sembollere boğulmuş. Şimizu bu ikiliği yaşadığını fark eder, yazdığı bir şey yoksa da yaratıcı fikri kendi kişiliğini ikiye bölmüştür, iki parça arasında kurulan anlık bağlantılar, anı akışı dışında başka bir ilişki yoktur. Serumdaki kalamarlar bir sembol mü, gerçek mi? Şimizu bilemez. Mikkado yazan bir kapının altından geçer ve imparatorun sarayına girer. Cehennem bir saray. İmparator tahta çıkmak üzere, tahtına yaklaşıyor.

Ölü anneyle karşılaşma anı, cinlerin söyledikleri şarkılar, belediyenin cin işçileri, vadiden sonra hastanede geçirilen günler ve edinilen ucube arkadaşlar... Anlatı boyunca yinelenen, "İmdat, imdat, yardım edin / Ne olur ne olur yardım edin"  çığlıkları en sonununda Şimizu'nun girdiği kutuda da duyulur. Ön tarafta bir gözetleme deliği. Şimizu gözlerini deliğe dayar, kendisini arkadan görür. Bir boşluktan dışarı bakmaktadır.

"Çok korkmuş gibiydi.
Ben de en az onun kadar korkuyordum.
Korkunçtu." (s. 187)

Kutu Adam'a dönüşmüş olabilir mi?

Gazete haberiyle bitiyor anlatı, terk edilmiş tren istasyonunda bir ceset bulunmuş. Kaval kemiklerinde jilet kesikleri var. Yine bir kimliksizlik, ölünün kimliği bilinmiyor. Ölüm sebebi kesikler değil. Muhtemelen korkudan kaynaklanan şoktur, Şimizu her şeyin farkına vardığı an ölmüştür. Belki.

Delirmek yirmi pare top atışıyla ve Kobo'yla kutlanmalıdır, bu akış çağında delirmeyenlerin sağlıklı olduğunu düşünmek mümkün değil. Delirmeye övgü diyesim geliyor, şahane bir anlatı.

Ek: Gazete cehennemde de bulunabilir, bu ironik ve haliyle komik. Şimizu'nun dışarıdaki dünyadan rezillik olarak bahsetmesi de güzel. Cinsellik, reddedilme ve havada uçuşan penisler de güzel bir detay.

Alejandro Zambra - Eve Dönmenin Yolları

"In a river of grief I am drowning
And your grip is surrounding my heart
Balancing on the edge of failure
And relieved, should I fall
Scattered dust upon my eyes
A winding road taking you nowhere
A winding road taking me home
And my home is my grave"

Eve farklı yollardan dönüyorum. Bir keresinde çıkmaz sokağa girdim, parkın oralarda. Ağaçlar göğe uzanıyordu. Yolun çıkmaz olduğu doğru değil, göğe yol olduktan sonra.

Eve şuradan da döndüm, dükkanların vitrinlerine bakmaktan bir saat geciktim. Bir saat öncesinin eviyle sonrasının evi aynı değildi, ben hangi eve döndüm?

Eve buradan dönerken Küçükyalı'da indim, Kozyatağı'na yürüdüm. Hava sıcaktı, aslında eve gitmedim de sahile indim. Eve gitseydim bomboş bulacaktım, oradan taşınmışlar gibi. Hayatımın en büyük hayal kırıklığı. Taşınacağını bildiğin bir eve taşınmak. Hangim taşındı? Eşyalarım Küçükyalı'da, ben nerede yaşıyorum, ev?

Her şeyi geri almak isterdim. Üzerine yeni bir şey inşa edilemeyecek, ölü anılar. Bu acıyla bir şey yapmak gerekir. Benden geçtim, Zambra'nın ne yaptığına baktım. Zambra üç katmanlı bir yol bulmuş, olan ve olabilecek olan, kurgu dışındaki olanın içinde. Epigraflara bakıyorum, artık yürümeyi bildiğini ve yürümeyi bir daha asla öğrenemeyeceğini söyleyen Walter Benjamin. Bu iyi. Uluyup durmak yerine kitap yazdığını söyleyen Romain Gary. Kendince bir uluma yolu daha buldu, sonunda. Bir tek kendisine ait olan. Daha iyi.

"Ve acı bitmeyen bir kitapmış
Bir keresinde göz attığımız, olur da
Sonunda isimlerimiz çıkar diye." (s. 136)

İnsan eve nasıl döner? Canı yanarak.

İki anlatı düzlemi. Birinde anlatıcı Eme'den ayrılmıştır, buruğunun kaç katını açar, yazmaya başlar. Adını hatırlamıyorum, X diyeceğim. X yazardır, kitapların üzerinde kendi adını çok görmüştür ama Eme'den sonra hemen hiç görmemiştir, en azından daha önce gördüğü şekilde. Yazmaya başlar, yazdığı hikâye ikinci düzlemi oluşturur. Diktatör belasından çok çekmiş bir ülkenin, Şili'nin 1985'inde, sanki ülkeye musallat olan başka bela yokmuş gibi deprem olur bir der. 3 Mart 1985, büyük yıkım. Çadır kentler kurulur, yaşamlar sokaklara taşar ve anlatıcı çocuğumuz -ona da Y diyeyim- bu ölüm kokan cıvıltılı ortamda Claudia'yla arkadaş olur. Claudia on iki, çocuğumuz dokuz yaşındadır. Başlarına gelecekler var ama çocuğu anlatmam lazım biraz.

Çocuğun büyülü dünyası. Büyük bir ailede yaşadığı için Raúl'un yalnızlığı ona garip gelir, Hıristiyan Demokrat olduğunu düşünür çünkü ancak onlar yalnız yaşar, dışlanmışlardır. Baskıcı rejimin suçu; çocuk aklını olabilecek en yanlış şekilde biçimlendirmek. Dede eski komünistlerdendir, babaya göre. Baba öyle değildir, hatta dedenin olduğu şeylere toptan düşmandır. Sokaklardan toplanan, dayak atan bir babanın sahip çıktığı değerler daha kolay yerle bir edilebilir. Bunun yanında komünistlik rezilliktir, çocuk okuldaki bir öğretmeniyle konuşurken onun da iktidar karşıtı olduğunu öğrenir. Öğretmen bunları konuşmak için iyi bir zaman olmadığını ama o zamanın geleceğini söyleyerek çocuğun saçını okşar ve uzaklaşır. Şimdi de farklı bir dönemi yaşamıyoruz, okullarda böyle şeylerin gerçekleştiğine şahit olduğum için söylüyorum. Siyasi altyapı sağlam, Y'nin dahil olacağı bilinmezlik bu karmaşa ortamında hazırlanır. Claudia, dayısı olduğunu söylediği Raúl'u takip etmesini ister Y'den. Y, Raúl'un evinden çıkan bir kadını görür, onunla birlikte minibüse biner. Kadın Y'yi fark eder ama izini kaybettirmeye çalışmaz, ona dikkatlice bakar sadece. Bir süre sonra Claudia'nın yanında yakışıklı bir eleman belirir, Y kıskanır ve kızla uzunca bir süre görüşmez. Sonunda da Raúl apar topar taşınır, Claudia da. Y ne olduğunu anlamaz, ancak yıllar sonra.

İlk bölüm bitiyor, ikincisi başlıyor. Y'yi yaratan X'in dünyasına geçiyoruz. Kahramanların soyadlarının olmamasının hoşuna gittiğini söylüyor, gerçekten de sadece adlarını biliyoruz. Yeterli, kimi yazarlar onu da vermiyor. Neyse, X'in düzleminde yazmak, yazarlık ve yaratıcılık konusunda pek çok mevzuya rastlayacağız, mesela yazmanın belirli bir zamanda yaşamayı sürdürmeyi sağlaması, anıları derleyip toparlayıcı etkisi, bir sürü şey. Anneler babalar öldürülürken aynı dünyada yer alıp resim çizmekle başlayan bir kırılmanın anlaşılmazlığı önemli; çocuklar roman karakterleri olarak yer alıyorlar, annelerle babalar yazar. Eh, bir anlamda X-Y ilişkisi de buna benzer sanırım, politik olmasa da psikolojik cinayetlere kurban giden bir yazar, kendi çocukluğunu doğurarak yüzleşemedikleriyle hesaplaşıyor bir anlamda. "Okumak yüzünü kapamaktır. Yazmaksa yüzünü göstermek." (s. 60) Yazış aşamasını da anlatıyor, yirmi yıl sonraki Y-Claudia karşılaşmasını X düzleminde görüyoruz önce. Buna benzer kendini ele vermeler, iki düzlemin birbirine karıştığı, aktığı noktalar...

Ailelerin açık edilmesi asıl konulardan biri. Yazarın çocuklaşması hangi sırları açığa dökebilir? Knausgaard ailesindeki hemen herkesle davalık olmuş durumda. Neden? Her şey olduğu gibi yazılabilir, bedel ödenecekse ödenmeli. X bedeli ödüyor, hikâyeden nefret etmesine rağmen yazıyor, yazmak zorunda.

Y düzlemi, yirmi yıl sonrası. Y memleketine döner ve yabancısı olmadığımız bir hale düşer. "Üniversiteyi bitirdikten sonra da türlü çeşit işte çalışmayı sürdürdüm, çünkü edebiyat okudum, sonunda türlü çeşit işte çalışmaya mahkûm olanların okuduğu bölüm." (s. 79) Ximena'yı bulur önce, o gün minibüste takip ettiği kadın. Claudia'nın ablasıdır aslında, Raúl de babalarıdır, rejimin korkunç faili meçhullerinden kurtulmak için baba kimlik değiştirmiştir ve abla dışında babayı görebilen yoktur. Hikâyeyi çok sonraları öğrenen Claudia, ABD'de eğitim görmüştür ve bir süreliğine Şili'ye dönmüştür. Büyüdüğü yerleri görmek ister, Y'yle yaşamaya başlar ve Y terk edemediği, yardım da edemediği, sadece sonsuz bir aşkla sevebildiği bu kadın ortadan kayboluncaya kadar dünyanın en mutlu insanı olur, geçmişin kanlı günlerinin ve kayıp insanlarının üstesinden birlikte gelmeye çalışırlar. Sevişmeleri rüya gibidir ama biter, sonu gelir, Claudia gitmeye meyillidir. Y'nin bunu nasıl savuşturacağını bilemiyoruz, üniversitede ders verirken bir yandan da kendi kitabını yazmaya başlayabilir. "Çünkü geçmiş hep acı verir ama biz ona farklı bir yer bularak yardımı olabiliriz." (s. 100)

Tekrar X düzlemi. Eme bu Y düzleminin taslağını okudu nihayet, X'e fikir verdi. X metni çekip çeviriyor, bir şeyler ekliyor, çıkarıyor ve o sırada ailesini görmek istiyor. Ortalık çok tehlikeli olduğu halde gidip görecek, noktayı koyması için bu şart. Nokta da yolların keskinleşmesi için.

Ev belliyse yollar kurgulanabilir. Bu geçmiş için de böyledir. Bir kurgulama deneyimi, en iyilerinden. Zambra başıma küller yağdırdı. Çok başarılı.

19 Kasım 2017 Pazar

Mario Vargas Llosa & Carlos Fuentes - Edebiyata Övgü

Notos derlemesi, üç deneme. Çevirmen Celâl Üster, Sunu nam bölümde denemelerin alındığı yerleri ve içeriklerini açıklıyor. Cocteau ve Barthes'ın edebiyatla ilgili bir iki sözü mevzuyu derinleştiriyor, biri edebiyatın neden onsuz edilemediğiyle alakalı. Llosa'nın Neden Edebiyat? başlıklı yazısında edebiyatın ne işe yaradığına ucundan dokunulur. John Keating de dokunur, onu da alalım.

Beni de alalım. Tek bir yaşam yetmiyor ve fazlasıyla yetiyor. Edebiyat ikisinin arasında bir yerde. Ölür gibi okuyorum, başka türlü nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum. Ölümüm okumama benzeyecek, bundan eminim. Öte tarafın merakını okuma edimimde hafifletiyorum. Benden bu kadar diyeceğim noktayı bir tık ötelemek için okuyorum, okudukça yaşamım aklımın almayacağı biçimde çeşitleniyor gibi hissediyorum. Başkalarını tanımak, onları bir daha görmeyecekmiş gibi bırakmak, yolculuk, her şey edebiyatın içinde. Korkunç bir açlık çekiyorum, yaşamım bana yetmiyor ve fazlasıyla yetiyor, kaçıyorum. En sevdiğimiz insanlar hayatımızın en acı verici deneyimleri haline geldikçe kaçıyorum, "biz"in içinde herkes var, kurgusal karakterler dahil. Kaçıyorum, kurguya. Aklımı yitirmememi, cinayet işlemememi kurmacaya borçluyum. Çekmecemde bir adet sapan, iki tabanca ve bir cımbız var, tehlikeli bir insanımdır.

Üster güzelce özetliyor mevzuyu; kafasındaki soruların cevaplarının bir kısmı bu denemelerde var ama işin kötüsü/iyisi de şu ki cevaplardan daha fazla soru doğuyor. Onların cevaplarını da diğer arayanlar versin, burada sadece Fuentes ve Llosa'yı dinleyeceğiz. İkisi de büyük yazarlardır, Llosa'ya lisenin son yılında kapılmıştım. Fuentes biraz daha sonra. Neyse, Llosa'nın iki denemesi var, biri Nobel'i aldığı zamanki konuşması.

Neden Edebiyat?: Neden sahi? Llosa, imza günlerinde utana sıkıla yanına gelip eşlerinin kitaplarını imzalatan adamların haline bakıp edebiyatın ne işe yaradığını, okurun neyi neden okuduğunu sorguluyor.

Uzmanlaşmanın bölücülüğü birinci etken. Bilim, ekonomi, pek çok dalga insanları böler, sınıflar, ayırır. Edebiyat bu ayrışmış parçaları bir araya getiren önemli bir sanattır. Din, dil, ırk, sınıf ayrımı dinlemez, dünyanın iki ucunda aynı şeyi okuyan iki insanı aynı konuma getirir, onlara aslında kim olduklarını söyler. Niyetinin bu olup olmaması hiç önemli değil, sanatın ortak dili sağlar bunu. "Zamanın ve mekânın ötesinde, ortaklaşa insan yaşantısının bir parçası olduğunu duyumsamak, kültürün en büyük utkusudur; bu duygunun her kuşakta yenilenerek sürmesine, hiçbir şey edebiyattan daha çok katkıda bulunamaz." (s. 21) Helal be. Edebiyatın ne işe yaradığını soranlara Borges'in de bir cevabı var: "'Kanaryanın ötüşü ya da çok güzel bir günbatımı ne işe yarar diye sormak kimin aklına gelir!'" (s. 21) Sanırım kanaryanın ötüşünü dinlemek çok kolay, okumak zor diye ünlüyor insanlar ama yaşamlarının ne kadar derinleşebileceğini bilmiyorlar. Derinleşmesi şart mı, değil ama derinleşse iyi olur. Biraz daha incelik, duyarlılık, hayatı iliklerde hissetme olayı. "Okuması yazması olmayan bir dünyada, aşk ve cinsel istek, hayvanların doyumunu sağlayan şeylerden farksız olur, temel içgüdülerin kabaca gerçekleştirilmesinden öteye gidemezdi." (s. 23) Edebiyat insana kendini tanıtır, medeniyet dediğimiz hadisenin içinde kendimizi pek tanıyamayız, çünkü çizgilerin içinde yaşarız. Edebiyat insana çizgilerin dışında neler olabileceğini, insanın asıl doğasını gösterebilir. Mesela Golding. Mesela Ballard. Ellis. King. Baricco.

İki noktada Llosa'ya katılmadım; biri edebiyatın elektronik ortamda sürmeyeceği görüşü. Sürecektir, insan her şeye inanılmaz hızlı bir şekilde uyum sağlayabilir. Eldeki kitabın duygusu birkaç yüzyıl öncesinden daha uzağa gitmez, gitse de seçkin tayfanın yaşam alanından çıkmaz. Papirüsleri falan geçiyorum, o değil. Kısacası kitap, formundan kurtulacak ve bu uzun bir zaman içinde de olmayacak. Belki tamamen ortadan kalkmaz ama günümüzdeki biçimin malzemeleri mutlaka değişecek.

İkincisi; edebiyatsız bir dünyanın akılda canlandırılması noktasında Polinezya yerlilerinin hatırlanması. Vahşiler... Kime göre? Kendi şarkıları, kendi kültürleri vardır ve modernlik ayağından çok uzakta olsalar da genel temayülden nasiplerini alamadıkları için "az gelişmiş" olarak tanımlanmaları büyük saçmalık. Lévi-Strauss göreve.

Romana Övgü: Don Quijote edebiyata ne etti? Edebiyatı demokratikleştirdi, okuru metne kattı, yazarı okura kattı, karakteri her ikisine de kattı, kurmacanın doğasını en iyi şekilde yansıttı. Çok iş başardı yani, aferin Cervantes'e ve akıl aldığı Erasmus'a. Deliliğe Övgü'den gerçekliğin sorgulanabileceği ve her şeyin belirsizlik denizinde yüzdüğü fikirlerini alan Cervantes, belirsizliğin gerçeğe yansımasıyla yetinmez ve kurmaca bir belirsizlik yaratır. Modern roman böylece doğar. Öncesindeki sabit zaman kullanımının aksine Don Quijote zamanda atlamalar ve zıplamaların romanıdır. Bunların arasında yukarıda bahsettiğim çizgilerin kaybolduğu bir romandır; din, siyaset ve akıl çizgileri tedavülden kaldırılır, boşluklu bir dünya yaratılır. Her boşluk dolmak isteyeceğine göre bilinçli belirsizliğin serbestçe verilmiş tercihlerle dolması özgür bir dünyayı simgeler. "Romancı bize der ki: Kendi içine gir ve dünyayı keşfet. Ama şöyle de der: Dünyaya açıl ve kendini keşfet." (s. 44) Cervantes zamanında da yozlaşmış bir toplum vardı, Latin Amerika'nın diktatörler kıtası olduğu zamanlarda da. Bu iki yazar kendi ülkelerindeki kaosun çözümlenmesinde edebiyata sığınmışlardır ve bu kurgusal etkenler yaşadıkları çağı anlatmalarında yardımcı olmuştur, arka plan sağlamdır.

Borges'in Don Quijote'u ve yazarı Pierre Menard'ı anlattığı nefis bir öyküsü vardır, Fuentes bu öyküden de bahseder. Don Quijote üzerine oyunlar oynanmıştır, çok sayıda, benim aklıma gelen Papini'ninki. Roman kahramanı olmadan öncesi, kahramanın başından geçen olaylar anlatılır. Müthiş bir alt kurmacadır, okumanızı tavsiye ederim Gog'u.

Llosa'nın Nobel konuşmasını almıyorum, okura bırakıyorum.

Edebiyat nedir, nerelerde bulunur, bunun üzerine güzel bir çalışma.