29 Ocak 2017 Pazar

Lewis Wolpert - Bilim Sağduyuya Karşı: Bilimin "Doğal Olmayan" Doğası

Zonguldak'ta çalıştığım son sene okula yeni bir fizik öğretmeni gelmişti. Parlak bir zeka, değerlendirilememiş bir yetenek. Sohbetlerimizden birinde, "Düşünce yapısını bilimin şekillendirdiği insanların, bilim adamlarının zihinlerini sokaktaki insanlarınkiyle birmiş gibi düşünmemek lazım. Dünyaya daha farklı bir pencereden bakıyorlar; analitik zekaları öyle gelişmiş olabilir ki onlar için her şey sayılardan, verilerden, neden-sonuç ilişkilerinden ibaret olabilir," demişti. Wolpert bu durumu sistemleştirmiş; bir kefeye bilimi, diğerine sağduyuyu koymuş ve olabildiğince hassas bir ölçümle argümanlarını sunmuş. Kendisi de bir bilim insanı, embriyoloji dalında araştırmacı biyolog. Uzmanlığında boğulmadan, okuru da boğmadan güzel bir araştırmaya imza atmış.

Epigraflardan biri Asimov'dan: "Bilimin nasıl çalıştığını anlamayan bir halk son derece kolayca cahillerin pençesine düşebilir... anlamadıklarıyla alay edenler ya da bilimcileri günümüzün paralı askerleri, militarizmin araçları olarak ilan eden slogancılar. Aralarındaki... fark... anlamak ve anlamamaktır... Ayrıca bir yandaki saygı ve hayranlıkla öbür yandaki nefret ve korkunun farkıdır." (s. 9)

Giriş bölümünde BK'nin de katkısıyla bilimin açılmaması gereken bir kutu olarak algılanmasıyla birlikte distopik gelecekten kaçılamayacağı korkusu üzerinden bir başlangıç yapılıyor. Sanatın yaratıcılığıyla bilim birbirinden tamamen kopuk değil aslında; nebulalar, gök cisimleri, zamanın fantastik, günümüzün olabilir yaratıları kaynaklarını sanatta buldular zira insanın hayal etme gücünün bir sınırı yok. Bu noktada bilimsel yaratıyla bilimsel yöntemi ayırmak gerekiyor; Clarke'ın uzay araştırmalarına dayanan romanlarında ilki mevcut ve herkes tarafından anlaşılabilir, ikincisiyse bilimin asıl kimliği: Araştırmak, sonuca ulaşmak, sonucu kanıtlanabilir hale getirmek ve yanlıştan dönebilmek. İkincisi bilimin izlemesi gereken yol ve laboratuvarlardan başka bir yerde uygulanamaz gibi duruyor, en azından sosyal yaşamda. Terminoloji bilgisi, soyut düşünme becerisi, deneyler, halkın anlayamadığı ve haliyle konuşamadığı bir dil haline geliyor. Bu bir anlamda kutsal olandan uzaklaşmak demek, öyle bir misyon taşımamasına rağmen Tanrı'yı öldürdüğü düşünülen bilime karşı reaksiyon gösteriliyor ve sağduyu/sezgi yüceltiliyor. Bilimin belli bir noktaya kadar sezgiyle dirsek teması var ama sonrasında işi bilimsel süreç devralıyor, olması gerektiği gibi. Sağduyu ve sezgi hataya açıktır, bilimsel yöntemin aksine. Doğadışı Düşünceler adlı ilk bölüm bu görüşe ayrılmış. "Bertrand Russell'ın işaret ettiği gibi hepimiz şeylerin gerçekten olduğu gibi göründüklerine kanan 'safdil bir gerçekçilik'le yola çıkarız ve çimenin yeşil, taşın sert ve karın soğuk olduğuna inanırız. Oysa fizik bize çimenin yeşilinin, taşın sertliğinin ve karın soğukluğunun bizim kendi deneyimlerimizle bildiğimiz yeşillik, sertlik ve soğukluk olmadığını, tamamen farklı şeyler olduğunu öğretir. Hatta aynı şey ekonomi için de doğru olabilir. Nobel ödülü sahibi James Meade mezar taşına şu sözlerin yazılmasını istemişti: 'Bütün yaşamı boyunca ekonomiyi anlamaya çalıştı ama sağduyu her zaman onu yolundan alıkoydu.'" (s. 21) Tabii işin buraya kadar olan kısmı gözlemlenebilirlikle ilişkilidir, iş belirsizlik ilkesine doğru kaydıkça su bulanıklaşıyor. Hayal ediyorum; belki de o noktayı da anlayabilecekse insan, bilimsel yöntemin getirdiği belli bir aşamadan itibaren sezgileriyle harekete geçmesi gerekir. Kim bilir?

Sağduyuyla bilimsel düşünceyi çocuklar ve yetişkinler üzerinden değerlendirir Wolpert, çocukların sezgisel dünyasında sebep-sonuç ilişkilerinin varlığından söz edilemez, keza animizmin ortaya çıkması da böyle bir boşluğun ürünüdür ve günümüzde animistik düşünceye rastlanan topluluklar hala vardır, bilimsel düşünceye en uzak olanlar da haliyle onlar. Neyse, bu mevzuya Homo Deus'u anlatırken gireceğim. Hume'un getirdiği nedensellikse her şeyi mantığa oturtmaya çalışan insanoğlu için temel dayanak haline gelmiş durumda. Böyle bir düşünme yapısıyla da kronolojik boyutun ötesine geçemiyoruz, iş Arrival'a geliyor bu noktada da. Bir çizgi üzerinde ilerliyoruz ve arkamızda bıraktıklarımızın yanımızdakiyle ve önümüzdekiyle bir bağlantısı olması gerektiğini düşünüyoruz, bu da yanlış bağdaştırmaya yol açıyor. Dar ve uzun kaptaki su, geniş ve kısa kaptakine göre daha çokmuş gibi geliyor, zira insanoğlunun yükseklik algısı genişliğe göre daha baskın. Sadece tek bir örnek bu, Wolpert birçok örnekle konuyu zenginleştiriyor.

Teknoloji Bilim Değildir başlıklı bölümün temelini anlatıp geçiyorum. Bilimin mantığını yukarıda anlattım, teknolojide olay işlevsellik temelinde yükseldiği için metodoloji farkı var. Temel prensiplerin bulunması bilimin işi, kullanılması ise teknolojinin. Teknoloji bilimsel bir veri yaratmıyor. İşin uygulama safhası gibi düşünebiliriz. "(...) Bir yapıya etki eden güçleri doğru ve kesin olarak hesaplamaksa ancak 18. ve 19. yy.'da mümkün oldu. Ancak bu bilgi yapı sanatlarında ilk kez 19. yy.'da uygulanmaya başlandı. Bundan önce yapılan yapıların hiçbirinde bugünkü modern mühendislikte kullanılan bilimsel prensipler kullanılmamıştı. Onlar muhtemelen '5 dakika' kuramını uyguluyorlardı: Eğer bir yapı payandaları kaldırıldıktan sonra 5 dakika süreyle yıkılmadan durabiliyorsa sonsuza kadar ayakta kalacağı varsayılırdı." (s. 50)

Thales'in Yükselişi: Batı ve Doğu nam bölümde insanı "mitolojinin deli gömleğinden kurtaran" Thales'in bilimsel bakış açısını doğuran başarısı anlatılıyor. İnsan, Thales'le birlikte ilk kez doğayı gözlemlemeye ve çıkarımlarda bulunmaya başladı, genel-geçer kuralları ilk kez bu dönemde keşfetti. Aristo, bilimsel merakını sezgilerinden yola çıkarak dindirmeye çalışıp yanlış sonuçlara ulaşsa da mantığının durmadan cevap arayıcı niteliği bilimsel yönteme yol gösterdi. Tabii uygarlıkların kurdukları kozmolojiler bir müddet daha devam etti, Anlatının Gücü'nde de değinildiği gibi insanları bir arada tutmak için hurafelere, inançlara ihtiyaç vardır ve egemen sınıfın bir enstrümanı olarak inanç günümüzde hala varlığını sürdürmektedir ama tokatlanmadığını da söyleyemeyiz. Yunan düşünürlerin ellerinden öperiz. Tabii bilimin mezar taşları üzerinde yükseldiğini de söylemeden geçmemek lazım, her bir buluş başka bir soruya yol açmakta ve doğru bilinen yanlışlar bilimin ışığında düzeltilmekte, bu durumda Aristo'nun mekaniği de çoktan çöpü boyladı ve fikir üretilmesine katkıda bulunduğu için saygıyla hatırlanıyor.

Şunları anlattım ve kitabın yarısına dahi gelemedim, siz tamamını okuyunuz. Çeviri rezalet, imla kepaze ama bir müddet sonra toparlıyor, sanıyorum kitabın yarısından sonra gerekli çalışma başlamış. Her neyse, aydınlanınız.

28 Ocak 2017 Cumartesi

Rebecca Solnit - Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi

Solnit, yürümenin yarattığı büyüye başka bir kitabında değinmişti, bu kez mevzuyu derinleştirmiş ve yürümenin felsefi, psikolojik, ekonomik vs. pek çok yönüne değinmiş. Oldukça kapsamlı bir araştırma, yürümeyi seven okurlar için eski bir dostu dinlemek gibi olacak bu kitap. Küçükyalı sahilde bir aşağı bir yukarı yürümekten iflah olmadığımdan keyifle okudum.

"Sadece yürümek dünyayı değiştirmiş değildir fakat birlikte yürümek, şiddete, korkuya ve baskıya karşı durabilen sivil toplumun bir töreni, aracı ve güçlendiricisi olmuştur. (...) İzole edilmiş ya da edilgen bir nüfustan pek de yurttaş olmaz." (s. 12)

Giriş bölümünde bir sivil eylem olarak yürümenin kısa tarihini buluyoruz. Yürüyüş, insanların istatistiklerden çıkıp birkaç sayıdan çok daha fazlası olduğunu göstermek için yaptıkları en başarılı ve etkili sivil itaatsizlik işlerinden biri. Bu, belirli bir alan içinde yapılabileceği gibi daha sembolik güzergahlarda da gerçekleştirilebilir; darbe girişimini protesto etmek için yürüyen adam ve 15-16 yıl önce kızıyla oğlunu trafik terörüne kurban verdikten sonra yollara düşen adam, İstanbul'dan Ankara'ya yürüdü. Ülkenin en kalabalık şehrinden idarenin başkentine giden yollarda, sokak aralarında, geniş caddelerde, dik yokuşlarda atılan her adım, kokuşmuşluğa ve insanı onursuzlaştıran her türlü çarpıklığa karşıdır.

Solnit hem dahil olduğu eylemleri, hem de yürüyüşün tarih boyunca nasıl algılandığını, insanları nasıl değiştirdiğini anlatıyor. Kendi hikâyelerini de anlatarak iki ayağı üzerinde doğrulan ilk insandan günümüze nedir, ne olmuştur, sayıp döküyor. Bilgiçlik taslayan adamları da unutmamak lazım, feminizminin okları mantıksızlığa yelken açmış adamları delik deşik edecek.

İlk bölümde yürüyüşün insanı değiştirici etkisi, Romantizm'in hac yolculuklarıyla bağdaştırılarak inceleniyor. Teknolojinin bu ilerlemeciliği baltalaması da arada kendini gösterecek, zira evde oturup bilgisayar başında dünyayı gezmek mümkün, her sokağın fotoğraflandığı, izlenebildiği zamanlarda yaşıyoruz, interaktif kanallar yoluyla dünya hakkında bilgi edinmek mümkün ama yaşamı baltalayan en önemli kalemi gömmeden olmaz. Koşu bantlarının, ev egzersizlerinin ve algı yönetimi sayesinde insana doğadan kopmadığını empoze eden reklamların mutlak bir hayattan/sokaktan koparma, doğadan soyutlama başarısı gösterdiği günümüzde yerinde sayan adımlar atmak yerine ilerlemek, her adımda farklı bir manzaraya şahit olmak ve düşünce zenginliği kazanmak çok daha önemli bir hale gelmiş durumda. Karikatürleşmiş bir yıkım: The Kids From Room 402 adlı çizgi filmi bilirsiniz, çeşit çeşit tipin bir sınıfta toplandığı güzel bir iştir. Bir bölümde Nancy adlı kızımız kurabiye satarak rozet kazanmaya çalışmaktadır. Kurabiyeleri kime satacağını düşünürken bir spor salonunun önünden geçer, içeride camın önünde üç kilolu insan bön bakışlarla yürümektedir. Nancy üç kişiye kurabiyeleri gösterir, bir iki tanesini ağzına atıp yalanır falan. Elemanların mutsuzluktan çökmüş yüzleri aydınlanır, paralar cepten çıkar, kutu kutu kurabiye alırlar. Zannımca her şeyi anlatıyor bu sahne. Kamusal alanlar terk edilmiştir, insanlar salonlara tıkışmıştır ve kendileri için daha iyi olacağı düşünülen düzenlemeler yapıldığı zaman tepki veremeyecek bir hale gelirler. Bomboş duran parklar, yürünmeyen yollar bina olduğu zaman kimsenin sesi çıkmayacaktır, zira parklarda geçirilen zamanın yerini AVM'lerde boşa harcanan onca zaman almıştır, daha bir sürü şey. Klasik hikâye, uzatmıyorum.

Solnit, yürümenin insanoğlu için bir araç olmaktan çıkıp bilinçli bir kültürel faaliyet olarak değerlendirilmesini Rousseau'ya bağlar. Peripatetikler, Stoacıların zamanında yürümeye dayalı kendi felsefi sistemlerini sürdürüyor olsalar da modernizme omuz verildiği zamanların ilk neferi Rousseau'dur. Sonrasında Mill, Hobbes, Wittgenstein ve özellikle Kant, yürüyüş işini sürdüren değerli isimler.

Rousseau, Tanrı'ya hakaretten hapse atılan arkadaşı Diderot'yu ziyaret etmek için altı millik yolu yürümek zorundaydı ve bunu sürekli yapıyordu. İyiliğin kültürel bir olgu olduğu, İnsanın Cennet'ten kovulmasıyla birlikte doğayla olan iletişimini kaybettiği ve Hıristiyan inancının bunu geri getirebilecek olması o zamanların yürüyüşlerinde gizlenmiş yorumlardır. "Felsefi yürüme yazını Rousseau'yla başlamışsa bunun nedeni, içinde derin düşüncelere dalıp gittiği koşulları tüm ayrıntılarıyla belgelemeye değer gören ilk kişi olmasındandır." (s. 45)

Kierkegaard da bir diğer yürüyüşçülerden. Kalabalıklara ihtiyacı olduğunu, onunki kadar gergin bir zihne tahammül edebilmek için yaşamın sürekli değişmesi gerektiğini ve bunu sağlayan en önemli aracın da yürümek olduğunu söylüyor.

Yürümenin postmodern açılımı da dikkat çekici. Aşırı soyutlanmış bir beden algısı, insana bir bedene sahip olmadığını düşündürüp deneyimlerin değersizliğini dikte ediyor. Susan Bordo'nun dediği: Beden, aman ve mekana ait oluşumuzun, insanın sınırlı algısının bir metaforuysa o zaman postmodern beden bir beden bile değildir. Yolculuk, akışkanlık izleği ele alındığında bedenin önemi göz ardı edilmekte, zira uçaklar, arabalar, trenler, aklın ikametini önemsiz kılıyor.

Bilimsel bölüm: İki ayak üzerinde durmaya dair birçok teori mevcut ve Solnit kadınları aşağılayan bir iki teoriyi sıkı bir biçimde eleştiriyor. Eğlenceli... Erkek egemen bilime şamar indirilmiştir.

Şehir planlamasından Wordsworth'e, Woolf'tan Zen'e, dinlerden sembolik yürüyüşlere kadar pek çok konuda döktürüyor Solnit, şiddetle tavsiye edeceğim bir kitap.

26 Ocak 2017 Perşembe

David Peace - Tokyo Sene Sıfır

"'Ben bir kadınım,' diye fısıldıyor. 'Gözyaşlarından yapılmışım.'" (s. 55)

Savaş sonrası toplumlarında kadınların yaşamlarını sürdürebilmek için yapmak zorunda kaldıkları şeyler -sanırım- savaştan çok daha korkunçtur. Ataerkil düzende büyük çocukların kavgalarında milyonlarca küçük kardeş ölür ama asıl geride bıraktıkları kadınlar ölür. Güvenlik ihtiyacı yüzünden istemedikleri birlikteliklere sürüklenirler, o andan itibaren alternatif bir yaşam yaratmak zorunda kalırlar. İstedikleri bu değil ama o koşullarda sağ kalabilmenin başka bir yolu da yok. Savaş sırasında Yahudilerle birlikte olan Almanlar, Almanlarla birlikte olan Yahudiler -ki bu ayrımı yapabilmek bile başlı başına utanç verici bir durumdur- öldürülmüştür. Aynı şey ABD'de beyaz-siyah çatışmasında da görülür, mevzu çok daha gerilere de götürülebilir elbet ama burada önemli olan, yıkılmış bir ülkenin tam kalbinde geçen polisiyenin temelinde yatan şey kadınların savunmasızlığı ve onurlu bir toplumun yenilgiye karşı geliştirdiği tepki. Yiyecek bir şeyler bulmak için erkeklere boyun eğmiş kadınların öldürülmesi, katilin kim olduğunu bulma oyunu orijinal değil elbette, Peace'in yaratıcılığı daha çok derin araştırmalar sonucu tekrar yarattığı enkaz bir ülkenin panoramasında ve manzarayı sunarken kullandığı anlatım tekniklerinde.

Tekrar eden tümceler, kelimeler. Dedektif Minami'nin aklında sürekli aynı sözcükler dönüyor ve bu sözcükler bölümlenmiş anlatıları birbirine bağladığı gibi Minami'nin psikolojisinde bir yamuk olduğunu sezdiriyor. Küçükleri içeren büyük bölümler var, her bir büyük bölümün başında birinci tekilin zamanı bilinmeyen olayları anlattığı kısımlar mevcut. Bölük pörçük hepsi, başta bunalımlı bir zihnin zırvalamaları olarak görülebilir ama sonlara doğru Minami'nin yaşadıkları ortaya çıktıkça anlam kazanıyor.

Tekrarları ülkenin savaştan henüz çıktığı, ABD'nin iç işlere son derece müdahil olduğu ve toplumsal utancın havanın sıcaklığından elbiselere kadar her yere sindiği bir zamanda, binlerce parçaya ayrılmış kente/ulusa/topluma dair bir hafıza kaybı ürünü olarak görmek mümkün. Geçmişin parçalandığı, geleceğin karanlığından hiçbir şeyin görülemediği Japonya'da/Minami'de tek anlamlı olgu, dünyayla bütünleştirildiği halde hiçbir çıkar yol sunmayan sözcüklerde gizlidir. Güneşin batışa geçtiği imparatorluk, yıkılan umutların bulvarı.

Kimse göründüğü gibi değil. Minami'nin dahil olduğu polis teşkilatında kişisel çıkarlar öncelik kazanmış durumda. Adamımızın bağlantı kurduğu mafya babası, Minami gibi pek çok polisin ipini eline almış ve koca teşkilatı istediği gibi yönetecek güce sahip. Cinayet soruşturmasının arka planında eski dünyaya ait, değer verilen kişilerin ölümlerinin gizemi çözülmeyi bekliyor. Minami, katili aradığı kadar patronunun istediği bilgileri de arıyor ve kendine saygısı doğrultusunda -ki bundan pek de kalmadığı söylenebilir- köstebeklik yapıyor, bağımlısı olduğu ilaçlar ve para için. Parayı eşine ve metresine götürüyor, vicdanını rahatlattığını düşünüyor ama soruşturma ilerledikçe akıl sağlığı pek de olumlu sinyaller vermiyor. Çözülmeye hiç girmiyorum, böyle kalsın.

Şerefli mağlubiyet söz konusu değil, zira kendi kurallarıyla oynanmayan bir oyuna dahil oldular. Bombalanan şehirlerde parlak günler enkaz altında kaldı, çürüme ve dağılma herkes gibi Minami'yi de vurdu. Kişisel bir trajediden toplumsal acıya, Peace'in kurduğu dünyada savaştan olabildiğince uzak durmuş kişiler dahil kimse bu utançtan kurtulamayacak.

Cem Akaş - İse (Nadüz Yazılar)

Akaş Bey'in insafsızlığına şerh: Yazılar düzlükten nasibini almıştır ama doğrusal anlatıdan pek de sebeplenmemiştir. Dönüşler yapılmalı, dallardan köklere ulaşılmalı, yaratıcı o[l/k]unmalı. Bunlar yapılır İse, yoksa size göre değil bu. İse, Ki Değil diye genişletilmiş hali de var, o bende yok. Nasıl genişletmiş, bir fikre sahip değilim. Ben Akaş'ı romanlarından, öykülerinden ve Zibaldone uğraşlarından, bir de zamanında sitesine koyduğu şarkılarından biliyorum, o şarkılar hala duruyor mu bilmiyorum. Şimdilerde zenginlerin evlerine kütüphane kurmakla/satmakla iştigal ediyor. Şöyle bir yazısı var, okunması faydalı olur: Kütüphane Kardeşliği. Muhtemelen okunmayacak kitaplarla dolu bir kitaplık, Akaş'ın satıcı kılığından çıkıp yorum yapmasını isterdim bu konuda. Çoktan yapmıştır gerçi, aralardan cımbızla çekip almak gerek.

Başlıklar halinde.

Cogitare başlığında çeşitli akıl yürütmeler, açmalar, kapamalar, kurmalar.

Aşk=f(Karanlık): Karanlığın fonksiyonu aşkı belirler temalı. 7'de ilgili bir bölüm vardır, paralel okunabilir. Fonksiyonun tersini almadan devam ediyorum. Aklım yine başka başka şeylere, filmlere, metinlere gidiyor. Big Night'ı hatırlıyorum. Aldatılan ve aldatan iki kadın konuşuyor, biri erkeklerin karanlıklarının çekici olduğundan, çekildikleri zamansa öyle bir karanlığın var olmadığından/erkeklerin anlattıkları gibi bir karanlık olmadığından yakınıyor. İşin oyuncul kısmı bu. Akaş için karanlık şart. Dürüstlükten ayrı düşünmemek lazım bunu; olabildiğince açık olmak lazım ama gizem unsuru ilişkinin sürmesi açısından mutlaka olmalı. Birlikte yaratılan üçüncü kişinin asıl kişilikleri bozmaması gerektiğinden bahsediyor Akaş, asıl kişilikler her zaman korunmalı, pamuklara sarılmalı. Asıl kişiliğin özgürlük alanını kısıtlamak, aşkın boğuculuğu konusunda güzel bir alıntı var, bir de Knausgaard'un ikinci cildine bakmak yeterli olacaktır sanırım.

"İyi bir şey bu: her aşk, keşfetme ve öğrenme heyecanını yaşatabildiği ölçüde ve sürece yaşıyor." (s. 18)

Marjinal Suç, Sanal Ceza: Kantlı, Hegelli bir suç-ceza sayımdökümü. Spinoza'nın zirvede bıraktığı, Kierkegaard'ın döktürdüğü bir yoldan ilerliyor, madde içinde madde içinde madde. Toparlanıyor, sıkıntı yok.

Bireysel Hak, Toplumsal Görev ve Kaçınılmaz Durum Olarak Yalan: Beutler'ın her türlü mektubun açık edilebildiği öyküsünü akılda tutarak konuşuyorum, Akaş'a ve biraz bana göre kişisel özgürlüğü kısıtlayan her türlü yaptırıma karşı yalan en büyük silahtır. "Kendi kurgusunu (yani kendini ve yaşamını) saklamayı başaramayan birey, yapay kurgularla hedef şaşırtmak zorundadır." (s. 32) Yalan bir soluklanma anı yaratıyor, zaten kelimelerin anlamları karşılayamadığı bir yapıda bazen olduğu gibi ortaya çıkan gerçekdışılık -yalan değil- da bunu destekler gibi görünüyor.

Yazarlar için sokak çalgıcısı etiği konulu yazıda çalın, dinleyen dinler, yazın, okuyan okur mantığı güdülmüştür. Metnin kendisi önemlidir, yazar değil, böylece tek başına bir antoloji yaratabilen yazarlar da bir nebze anlaşılabilir sanıyorum.

Vigilia başlığı altında New York yazıları var, edebiyatın makineleşmesi, Türk sanat dünyasının yabancılara anlatılamaması gibi meseleler mevcut. Borges ve Casares üzerine de güzel bir oyunsal çıkarım var, nihayetinde soykırımların yaşanmadığına dair paralel gerçekliğin diğer ucu, yazarların aslında yazar olmadığına dair başka bir noktaya çıkıyor.

Çalmak konusu. Akaş'ın yürütme maceralarını okuyunca kendi hırsızlık maceralarınızla ekmek/kitap çalmak arasında bir mukayeseye girişiyorsunuz. Hala kitap çalanlar için ben söyleyeyim o halde; kütüphaneler ellerinizden öper. Hiçbir şeye sahip olmak zorunda değilsiniz. Açlıktan ölecek haldeyken ekmek çalmayın demiyorum elbette.

Follis nam bölümde anlatım oyunları mevcut, "Saçma"nın Tipolojisine Bir Giriş başlıklı yazıyı her türlü yazara, yazar adayına, aklında muhteşem metinler yazıp gerçekte eli kaleme/klavyeye gitmeyen herkese şiddetle öneriyorum. Akaş'ın kendi biçem alıştırmaları çok geyik, hele alıntılar konusunda uydurduğu isimleri görünce kahkaha atabilirsiniz.

Testler bölümü zayıf halka diyorum, test yapmadan okuyunuz.

Mutlaka okuyunuz.

25 Ocak 2017 Çarşamba

Tennessee Williams - Mrs. Stone'un Roma Baharı

Kitabın çevirmeni Fatih Özgüven, Karanlığın Yüreği, Venedik'te Ölüm ve Williams'ın oyunlarındaki kadın karakterler üzerinden yaptığı değerlendirmede Williams'ın novellasının iskeletini kuruyor. Kolonyal bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde geri dönmek üzere Afrika'ya gidip bilinmeyenin ortasında mahsur kalan karakterle Bayan Stone'un macerasındaki paralellik, sezilen ve sonrasında bilinen ırkçılık son derece aşikar. Sömüren-sömürülen yer değiştiriyor, biri ekonomik olarak sömürürken öbürü kültürel bir bozuma maruz bırakıyor.

Mann'ın karakteriyle Karen Stone arasında da belli bir benzerlik var; ikisi de bilmedikleri bir yere geliyorlar ama motivasyon kaynakları farklı; biri imgelerle dolu bir yaşantı kurarak sonbaharda ölümü aramak için geliyor, diğeri baharın yeni başlayacağı Roma'da yeni bir başlangıç ve kendinden kurtulma çabasına girişmek için.

Özgüven, Williams'ın diğer kadın karakterleriyle bir kıyaslama yapınca ortaya bıçak sırtında yaşamaya çalışan, yaşamdaki onlarca etkeni dengede tutmaya çalışan karakterler ortaya çıkıyor. Mücadele içinde geçen yaşamlar, ince hesaplar, anın kaçırılışı onulmaz yaralar açıyor ve zaman içinde biriken yaralardan kurtuluş, kaçıştan öteye geçmiyor. Karen Stone'un yaşamı böyle.

Bende Adam'dan çıkmış baskısı var. Bu Helikopter çok güzel kitaplar basıyor ama fiyatlar biraz yüksek. İndirseler azıcık, deli abanırım.

Kronolojik anlatmayayım da meselelere değineyim, zaten kurguda geri dönüşler çok. Ben ortaya karışık sunuyorum.

Önce şehir. Her zaman bir yerlerden su sesinin gelmesi, sırtüstü uzanmış yatan dev kadınların memeleri gibi kabararak evlerin köşeli çatıları üzerinde yükselen eski kubbelerin altın rengi bir ışıkla yıkanması, Roma'nın akışkanlığını, akar gönüllüler için aşkın çağlayıp dinme döngüsünü çok iyi anlatıyor. Roma kadim bir şehir, binlerce yıllık tarihinde çok aşk, çok yıkım, çok ölüm görmüş, insanlığın aynası olmuş bir yerleşim. Bu durumda taş çatlasın 300 yıllık tarihe sahip bir ülkenin karşısında birikimsel avantajı büyük. Karen'dan para sızdırmaya çalışan Paolo'nun oyunun kurallarına uymayışında, daha doğrusu bu kadim şehrin kurallarıyla oynayıp Stone'u yerle bir etmesinde bu birikimin rolü var. Paolo kendisi de ara ara söyleyecek, Stone gibiler çok gelip geçti Roma'dan, fethetmeye geldikleri topraklarda bir kilit daha takıp boyunları bükük olarak ayrıldılar. Kadim bir kültürün içinde yetişmemiş, en azından kendisini bu şekilde kandırmamış insanlar için hayatta kalmak zor. Paolo'nun durumu biraz daha komplike; genç dostumuz Roma'nın köylerinden gelip aç kaldığı günlerden sonra yaşlı bir kontesin yaşlı kadınları ayartıp paralarını yemek için kullandığı bir silaha dönüşür. Kontes'in Stone'a önerdiği üçüncü adamdır Paolo, sonuncudur aynı zamanda.

Karen Stone'un okul arkadaşı Meg Bishop, Roma'da karşılaştığı arkadaşını yaptıklarından dolayı uyarır, Stone'un herkesin dilinde olduğunu söyler ama kendini dinletemez. Aralarındaki cinsel gerginlik bu iletişim kanalını kapatmıştır, okul yatakhanesinde Bishop'ın Stone'a yakınlaşma çabalarının gölgesi yıllar sonrasına dek uzanır ve Stone'un gerçeği görmesini engeller. Gerçi sadece bu değildir gözüne set çeken, kadının geçmişindeki sayısız gerilimin sonucunda yol Roma'ya çıkmıştır.

Stone ünlü bir tiyatro oyuncusu. Şaşalı günlerini geride bırakması, eşinin ölmesi ve menopoza girmesi üst üste gelir, yitirdiğini düşündüğü saygıyı bulabilmek için Roma'ya gelir. Hikâyenin bu boyutunda geri dönüşler çok mühim, Paolo'yla kurulan ilişkiye ayna tutacak nitelikte.

Stone, çocukluğundan itibaren mücadelelerle dolu bir yaşamı sürüklüyor. Oyun oynarken ele geçirdiği tepeye yaklaşan diğer kızları tekme tokat dövdüğü günlerden sonra oyunculuk kariyerinde de benzer bir tutum sergiliyor. İyi bir oyuncu değil, bunun farkında ve bu eksikliğini kapatmak için ezber yeteneğini kullanıyor. Kendinden daha alımlı bir oyuncuyla karşılaştığı zaman onu cinselliğiyle kontrol altına alıp içten içe yenik, yıkık haliyle kocasına dönmesinde bir günah çıkarma havası var ama kendine verdiği bir hesap değil bu, kendiyle çözemediği meseleleri kocasında bulduğu baba figürünün sıcaklığıyla perdeliyor. İlginç; zira ilişkileri tam tersi bir istikamette doğmuştu, kendinden daha yaşlı olan eşi için bir anne şefkati taşıyordu, adamsa anne sıcaklığını nihayet bulduğunu düşünüyordu. Gerçek bir tutku yok, sevginin maskeleri takılmış halde.

Kocanın ölümü, Karen'ın sağlık problemlerini umursamayarak tatile çıkmaları yüzünden gerçekleşiyor. Kadının hatası: Her şey kontrol altında illüzyonu yüzünden gerçekleri göremeyecek kadar kör, öngörüsü dumura uğramış durumda. Karen'ın özgürlük algısı son derece çarpık; oyun yazarlarının kuklası olduğunu düşündüğü, yaratıcılığı da oldukça kısır olduğu halde sosyal ilişkilerini iyi tuttuğu, iyi göründüğü zaman bağımsız olabildiğini düşünüyor. Böyle bir paradigmaya sahip, bir yeni dünya bakışı. Paolo'da tutmayacak bu, kendine saygısını, özgürlüğünü yitirecek ve bir zamanlar ne kadar meşhur olduğunu anlatmaya çabalayacak ama bu onun sonunu getirecek, öz saygısını yerle bir edecek yegane şey. Geçmiş hayatıyla şimdi arasında kurduğu anlık köprüler, hatıralarının Paolo'yla birlikteyken beliren görüntüleri, Karen'ı peşi sıra takip eden yenilgilerin yankılarından ibaret.

Karen'ın yaşadığı çatışmalar, Paolo'nun gladyatörlere özgü hayatta kalma yolu, medeniyetler çatışması falan, çok katmanlı güzel bir novella. 

Şu da güzel şarkı, bu haftayı Steven Wilson haftası olarak ilan ediyorum.

24 Ocak 2017 Salı

Ted Chiang - Geliş

Arrival'dan geliyorum elbet ama böylesi bir yaratıcılıkla karşılaşacağımı ummuyordum.

Sadece 15 öykü yazan Ted Chiang, insanoğlu için temel problemleri saptayıp BK'ye şahane yedirmiş. Safi BK demek de haksızlık olur, fantazyadan realist anlatıya pek çok türe sokulabilecek öyküler bunlar. Dokuz tanesi kitapta var, Monokl diğerlerini de basacakmış. Bassınlar efendim, geri kalmasınlar, bu adam ne yazdıysa Türkçeye çevrilmeli.

Öykülerin izleğini çember, kuyruğunu ısıran yılan, bir noktada buluşan iki nokta gibi üfürmeler olarak belirledim. Yola çıktığımız noktadan pek de uzakta değiliz kısacası, spiralin denk gelen noktalarını inceliyor Chiang. Tam bir tur boyunca algıladığımız/çözdüğümüzü sandığımız dünyanın meseleleriyle uğraşıyoruz. Neler bunlar, bakalım:

Babil Kulesi: Yatay bir sonsuzluk, Borges'in düşündüğü buydu. Kule inşaatı için gereken her şey şehri ucu bucağı olmayacak şekilde yapılandırırken inşaat bir türlü bitmiyor. Kafkaesk bir yandan. Kulenin içinde kurulan yerleşimler fraktal geometriyi andırıyor, Mitik yapıda gerçek meskenler türetiliyor. Burada yaşayan insanlar Babil'i hiç görmemiş, sanki kalu beladan beri kule inşaatı devam ediyormuş da şehir sonradan etrafına kurulmuş gibi.

Kozmoloji tamamen o zamanın bilgisiyle sınırlı; yedi kat göğe bloklar döşenecek ve kuleyle gökyüzü birleştirilecek. Tanrı'nın karşı çıktığı bir şey değil, en azından kule yıkılmadan önce böyle düşünüyor dönemin insanları.

Hillalum, Elam'dan bir işçi. Bakır külçeleri arkadaşlarıyla beraber kuleye taşıyacak. Zirvede işleri var. Kule uzaktan görününce mitle gerçeğin kaynaşması, fantastik bir anlatının kapılarını aralıyor. Öykülerin hikâyelerini anlatırken Chiang'ın yapmak istediğinin bu olduğunu anlıyoruz, Kutsal kitaplarda anlatılan facianın diğer yüzü, hikâyeciliğe daha yakın bir versiyon üzerinden yürüyor yazar. Kule öylesi heyula ki düşürülen bir şey bir yıl sonra zemine ulaşıyor, enlemesine yürümesi dört gün alıyor, böyle şeyler var. Hillalum, zeminden göğe baktıkça ayaklarının yerden kesildiğini hissediyor, sanki kulenin tepesine ulaşmaya ihtiyacı yokmuş gibi, ki yok ama bu sürpriz en sonda.

Tırmandıkça bir fenomenle karşılaşıyorlar, karanlığın dünya üzerine çökmesi gözle görülür hale geliyor. Bu olayı karşılayan bir terim vardı ama ne olduğunu hatırlayamadım şimdi, hatta Poe'nun bu olayı merkezine oturttuğu bir öyküsü de var. Neyse Ay'la aynı seviyeye geliyorlar, Güneş'i geçiyorlar, bitkiler ışık almak için yanlara ve aşağıya doğru büyüyor. Göğe ulaşıyorlar, katı bir maddeden yapılmış. Tufan zamanında olduğu gibi bir facia yaratmamak, göğü delmemek için çok dikkatli bir şekilde çalışıyorlar ama olmuyor, deliyorlar bir şekilde. Adamımız tek başına delikten içeri giriyor ve var oluşunun özüne, yaratılışının başladığı noktaya, Tanrı'nın karşısına çıkacağını düşünüyor.

Öyle olmuyor. Şöyle oluyor:


Bu film de deli filmdir, tavsiye ederim. Aynı olay canım Lovecraft'ın The Outsider nam öyküsünde de vardır. Anlatıcımız kuleye tırmanır, kadim bir kapıyı zorlukla açar ve göğe ulaşacağı yerde sert, soğuk toprağa adım atar. Bu başka bir mevzu tabii, burada çölde uyanan adamımız, silindir mührü gördükten sonra dünyayla cennetin birbirine düşünüldüğü kadar uzak olmadığını anlıyor. Doğrusal olarak evet ama iki ucun birleşimiyle, hayır.

İnancın yarattığı gerçeklik, ilahi gücün başladığı yere kadar sürüyor. O zamanlar Yahve olarak bilinen Tanrı'nın inceden mesajı: Beni uzaklarda aramayın.

Anlamak: Lucy, Limitless gibi filmlerdeki kahramanlarımızı düşünün. Onlardan birinin, Greco'nun hikâyesi.

Beyin hasarı, K hormonu yardımıyla tedavi edilen adamımız, beyninin giderek daha çok işlem yapabildiğini keşfeder. Önce iki işi birden yapar, sonra bildiğimiz dünyayı formülize eden bilimleri sezgi yoluyla kavramaya başlar. Hawking'in ıslah olmaz bir şekilde aradığı Her Şeyin Teorisi'ni çözer, aydınlanır. Dil onun için yetersiz kalır, telepatik yetenekler geliştirir. Tabii devletten kaçması da gerekir, peşine düşerler. Öykünün temeli bu sınırsız potansiyelin işlenmesi, karakterin geçirdiği değişim üzerine kurulu.

Sonuç: Karakter kendinden bir tane daha olduğunu öğrenir ve adamı bulur. Reynolds yeteneklerini insanoğlunun saçma sapan davranmadan, aptal aptal işlere kalkışmadan varlığını sürdürmesi için kullanmak ister. Greco'nun amacı ise güzelliktir; gidebildiği yere kadar gitmek, daha çok hormon alarak daha çok gelişmek, bir nevi Tanrı olmak ister. İnsanlık onun için önemsizdir. Haliyle bu noktada çatışma çıkar, ikisi arasında telepatik bir savaş başlar. Kaybeden zihnini yitirecektir.

İnsanın geldiği yeri unutmaması lazım diyor, bir alıntıyla bitiriyorum: "Pragmatizm, bir kurtarıcıya estetikçilikten çok daha fazla yarar sağlar." (s. 81) Yine çember; başladığınız uçtan çok uzakta olduğunuzu düşünmeyin.

Bu zihinsel savaş sırasında çok ilginç taktikler vardı, bir de adamımızın gelişim aşamaları nefes kesici.

Sıfıra Bölünme: Bildiğiniz "Törless'in bunalımı" aslında ama temel fark şu: İrrasyonel sayılarla birlikte rasyonel sayılar da belli bir örüntüden muafsa, insanoğlunun kaos içinde tutunmaya çalışıp mihenk taşı olarak belirlediği matematiğin sabitliği -geçerliliği diyelim- ortadan kalkarsa hayatını matematiğe adamış kadına ne olur? Birin ikiye eşit olduğunu, farklılıkların ortadan kalktığını keşfeden kadın, düşünüş ve yaşayış biçimini, hayatını şekillendiren analitik zekasını, sayıları, her şeyi bir kenara atabilir mi? Matematik evrenin dilidir, Tanrı'nın dili olduğu da söylenir. Tanrı'dan koparılmaya, O'na inanıldığı halde merhametinden uzak tutulmaya benziyor bu.

Aralara serpiştirilmiş anekdotlardan bu sabitlik konusunda matematiğe pek de bel bağlanamayacağına meylediyoruz. Kadınla eşine de bolca üzülüyoruz; bu noktada Chiang'ın psikoloji yaratımındaki ustalığını da teslim etmek lazım ki iki insan arasındaki duyguların değişiminin böylesi ustalıkla anlatıldığı öykü pek yoktur. Belki vardır da ben bilmiyorum.

"Altı yıllık evliliklerinin ardından kadına duyduğu aşk sona ermişti. Böyle düşündüğü için kendinden nefret ediyordu, fakat gerçek şu ki kadın değişmişti ve artık onu ne anlayabiliyor ne de onun duygularını nasıl paylaşabileceğini biliyordu. Renee'nin entelektüel ve duygusal hayatı birbirlerine ayrılmaz bir biçimde bağlıydı ve ikincisi adamın ulaşabileceğinin ötesine geçmişti." (s. 99)

Çiftlerin yarattığı üçüncü kişiliğin yıkılmasına anbean izliyoruz, mesnet noktalarımızın kaybolmamasını diliyoruz.

Hayatının Hikâyesi: Arrival'ın temelini oluşturan öykü bu.

Yeni bir dilde düşünebilmek o dili öğrendiğinizi gösteren en önemli etken. Dünyanızı o dilde kurabiliyorsanız, algılarınızın çıktılarını o dilde ifade edebiliyorsanız Wittgenstein'a göre ikinci bir dünyanız oldu demektir. Peki öyle bir dil öğrenseniz ki geçmişi ve geleceği sonsuz bir şimdi içinde yaşasanız?


Sezilebilir ama öğrenilemez. Öğrenmek için birkaç uzaylı dostunuzun kendi dillerini öğretmeleri gerekiyor.

Filme Hollywood mahsulü birkaç heyecan unsuru eklenmiş ve bazı önemli noktalar çıkarılmış. Mesela iki uygarlığın evreni yorumladığı matematiksel ilkeler ortak ama bizim kronolojik zaman algımızla onların noktasal zamanının yarattığı fark bilime de yansıyor; adamlar için sezgisel olan şeyler bizim son noktamız. Bizim temel terimlerimiz ise adamların aradıkları şey. Nedenlerin ve sonuçların yarattığı zincirleme reaksiyon sonucu eklemlenen bilim mantığı adamlara çok uzak, öyle bir algıları yok çünkü. Onların mantığını anlatmak için Borges'ten Çağlar Kitabı örneğini veriyor Chiang. Dediğim gibi; sezilebilir ama öğrenilemez. Bunlar niye konmamış filme mesela, koysanıza.

Yetmiş İki Harf: Alternatif bir dünyada Kabala bilim haline gelmiş, isimlendirme ve sayı gizemciliği yoluyla Golem türevi varlıklar yaratılıyor. Bu arkadaşlar insanlığın ilerlemesi için yaratılabilir, gerçi o zaman da insanlar işsiz kalacaktır. Adamımız yeteneğini insanlığın iyiliği için kullanmak ister ama çeşitli dalaverelerle önünü kesmek isteyen güç odakları vardır falan. Güncel bir mesele, iyi öykü.

İnsan Biliminin Evrimi: Metainsan-insan ikiliği üzerinden yürüyor. Metainsan, insanın yarattığı bir üst model. İnsan gibi düşünmüyor, çok daha karmaşık işlemler yapabiliyor ve insanlar onların bilimsel buluşlarını ancak tefsir edebiliyor. Chiang'ın yarattığı bir problem de bu; acaba bazı insanların temel özellikleri farklılaşsa bireysel ve toplumsal yaşam nasıl değişir?

Cehennem, Tanrı'nın Yokluğudur ve Gördüğünüzü Beğenmek: Bir Belgesel adlı öyküler bu farklılaşmanın temelinde yükseliyor, özellikle ilki nefes kesici. Meleklerin, mucizelerin gözler önüne serildiği bir dünya hayal edin. Üç karakterin davranışları, başlarına gelen facialar ve yaşadıkları mucizeler bu bakış açısıyla yaratılmış. Orijinal, hele inancın aklın yolunu izleyip izlemeyeceği konusu akıllara zarardı.

Okuyun, başka bir şey diyemiyorum.

Maja Beutler - Flissingen Haritada Yok

Bir kere basılmış. Sahaflardan ve malum siteden edinebilirsiniz. Yazarın başka kitabı çevrilmemiş, Yıldız Ecevit'in ön sözünden yola çıkarak söyleyebilirim ki büyük kayıp. Sözcüklerin bazı anlamlara gelmemesi, iletişimsizlik gibi meselelerden Pirandello hassasiyetine yakın bir anlatı dünyası kurulduğunu düşünüyorum. Yayınevleri, çevirmenler göreve.

Yine aynı ön sözde yazarın 1968'den sonra ortaya çıkan nispeten özgürlükçü ortamda feminist yazarların da kendilerini gösterdikleri söyleniyor, bunlardan biri Beutler. "Beutler'in yapıtlarında egemen anlatım tutumunu, insanın kendisine ve çevresine karşı geliştirdiği eleştirel bilinç belirliyor." (s. 8) Meselesi bariz bir yazar Beutler; birey-toplum ilişkisinin çıkmaza girdiği noktaları, bireyin toplumsal yapılar karşısında önceden belirlenmiş koşullar altında verdiği tepkileri inceliyor. Kurmacasında iç içe geçmiş anlatılar, bireysel ilişkilerin sözcük yığınları karşısında iletişimin sekteye uğramasının güzel bir yansıması. Pirandello'dan bir bölümle karşılaştırma yapacağım, ilk alıntı Beutler'dan: "'Artık sağlığına kavuştun' diyorsun sürekli; ben de sana, 'Evet, artık sağlığıma kavuştum' diyorum. Ama tümceler bizi taşımıyor, başaramıyoruz. Birbirimizin yanısıra uzanıp susuyoruz. Gerçeği yansıtmayan tümcelerin arkasına sığınıyoruz." (s. 9)

Bu da Pirandello'nun Biri, Hiçbiri, Binlercesi nam kitabından: "Siz o sözcükleri bana söylerken kendi anlamınızla dolduruyorsunuz; ben de kavrayamıyorum onları, kaçınılmaz olarak kendi anlamımla dolduruyorum. Birbirimizi anladığımızı sandık; oysa gerçekte birbirimizi anlamadık." (s. 48)

Beutler iyi bir öykücü, text-context uyumu hoş.

Mahkeme: Kafkaesk. Mahkeme sürerken gençlerin karşısında yerini alan yaşlılar, özel iletişimin varlığını sürdürmesi gerektiğini söyler. Gençler tam tersini iddia eder. Mektupların içerikleri ve kanundaki maddeler araya serpiştirilmiştir, bireyselliği bitiren toplumsal temayül sergilenir. Her şeyin apaçık olduğu bir toplumun daha huzurlu olacağı düşünülür, yaşlıların zamanı geçmiştir. Öykünün sonunda yaşlılar ayağa kalkar, gençlerin karşısında son bir duruş sergilerler. "Hayır" diyebilmenin erdemi varlığını sürdürür.

Resim Yapmasına İzin Veriyorum: İzin ironik bir hadise tabii, memur adamımız Max, Elsa'yı memnun edemediği gibi kişiliğinden de tamamen def edilmiştir. Hikâye anlatamaz, odanın havalandırılması gerektiği konusundaki düşünceleri külfet haline gelir. Bağ öyle onmaz bir şekilde kopmuştur ki Max, Elsa'nın yaşamında neyin önemli olduğunu bilemeyecek hale gelmiştir. Özneliği değersizlikle birlikte yitmiş, nesneliği de beş paralık olmuştur. Muştur da muştur, hayalete dönüşen bir adamın öyküsü.

Sözcük Müzesi: Anlamsız bir sözcüğünü müzeye kaptıran adamla ilgilidir. Sözcüğün bir anlam ifade edip etmemesi önemli değildir, mühim olan sahibin haklarından sonsuza kadar feragat etmesinin acısıdır. İnsanlar sahibe güler, müze görevlisi adamı pışpışlar, kişiliğin bir parçasının herkese sergilenmesinin ve kimse için bir anlam ifade etmemesinin acısı daimdir.

Blues: Ölümün umut olarak algılandığı bir dünyanın biçimlendirilmesiyle ilgilidir. Trafik kazaları haricinde ölüm meleğine pek iş düşmeyecektir, herkes mutlulukla yaşamına devam edecektir, tabii ölümün yaşamın bir parçası olduğuna inanılmayan bir dünyada.

Bekleyiş: Kocası ölümü bekleyen bir kadının kitapçıyla girdiği diyalogla derinden bağlantılıdır. Bilge Karasu bunu üçlü olarak kurgulamıştı, burada ikili. Kadının aklından kocasının pek zamanının kalmadığı geçerken satıcı kitapları sayar, birinin düşünceleriyle diğerinin sözcükleri iç içe geçer ve iki insanın gerçekten birbirini anlayamamasına yol açacak duruma şahit oluruz. Siz ne konuşuyorsunuz ya, öyle bir acım var ki dünya batsın, herkes ölsün sendromu. Hani aşık olduğunuz kişi sizi terk ettiğinde falan olur. Hah, o. Bir de zamanı kitaplarla ölçme meselesini düşündürür ki o da mühim. Acaba okunacak kaç kitaplık ömrümüz kaldı?

Şimdi Adım Irma Kramer: Evet, son derece feminist bir öykü. Yaratılan personalarla ilgilidir. Benim bir tanesinin adı Erbil Yaşmaklı, bir iki dergide şiirlerim basılıyor mesela. Servet Büyükyangöz adıyla bir gazetenin kitap ekinde kitap tanıtımı yazım çıkmıştı. Kendinizi kaç kişiliğe bölmek isterseniz o kadar kişisiniz, Hawthorne'a göre mühim olan asıl kişiliğinizi unutmamanız. Unutmayın. Bu öyküdeki kadın unutmuyor. Bir kişiliği sanatçı, diğeri tutkularından vazgeçmek zorunda kalmış mutsuz bir eş. Hangisi gerçek kişiliği, onu sezmek güç. Arada bir form oluşmuş, anlatıcı o. Üçüncü bir kişi.

İşin bu boyutu zannediyorum çok önemli, azıcık Güzin Abla'lık yapacağım. Lütfen birlikte olduğunuz kişinin tutkularını, zevklerini öldürmeyiniz. O kişiyi lüzumsuz can sıkıntılarıyla darlamayınız. İnsan sosyal bir varlıktır, sosyalleşmenin gereği insan ilerleyecektir, gelişecektir ve dönüşecektir. Lütfen bunlar olurken o insandan geri kalmayınız, yaşamınızı o insanın üzerine kurmayınız. Kimseyi boğmayınız, kendinizi de boğdurmayınız. İlişkinizi kişisel problemleriniz yüzünden öldürmeyiniz. Gölgenin Kadınları'nı ve Şükrü Erbaş'ın Yaşıyoruz Sessizce'sinde yer alan şu dizeleri okuyunuz: "Babanız içerde şiir yazıyor diye/Çocuklarımı sessiz ağlattım ben."

Öykülerin yarısı böyle, diğer yarısı ellerinizden öper. Almanca bilsem oturup çevirmeye başlayacağım, öyle güzel.

23 Ocak 2017 Pazartesi

Johan Huizinga - Homo Ludens: Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme

Deneme olduğunu tekrar tekrar söylemek lazım, bilimsel değeri bu açıdan değerlendirildiğinde daha saptanabilir hale gelir. Bence iyi denemiştir Huizinga; oyunun insani yönünü iyi açar. Kafa da açar, düşündürür.

Huizinga Bey etimolojiden yola çıkarak anlattıklarını bir bağlama oturtur, dil-kültür ilişkisinden oyunun kültürel işlevini irdeler, iddialarını sıralar ve savlarında mitoloji, felsefe, psikoloji gibi pek çok alandan faydalanır. Mevzuyla alakalı olarak çevirmen Mehmet Ali Kılıçbay sunuş yazısında kitabın yazıldığı 1938'de toplumsal bilimlerin kendi küçük vatanlarını oluşturduğunu, disiplinlerarasılığın henüz emekleme dönemlerinde olduğunu ve Huizinga'nın bilimsel sezgisi sayesinde olayı çözdüğünü söylüyor. Gerçekten böyle bir sonuca ulaşılmış mı, yoksa disiplinlerin çorbaya dönüşme tehlikesi mi doğmuş, yorum okura kalıyor. Şurayı da söylemeden geçemem, Kılıçbay okura güzelce giydirmiş. Yazarın dipnot koyma ihtiyacı hissetmediği noktalarda dipnot koymak zorunda kaldığını belirten çevirmen şöyle bir ekleme yapıyor: "(...) Ancak gene de, çevirmenin öğretmen olmadığına ve yazarın bizzat açıklamadıklarını açıklamak hakkının bulunmadığına inanıyorum. Fakat ne var ki, giderek kıtlaşan ve tembelleşen Türk okuyucusu yayıncıyı, yayıncı da çevirmeni bu yönde zorluyor. Bunun geçici olduğunu umuyor ve çeviri kitapların minik birer sözlük ve ansiklopedi olmaktan çıkacakları günü özlemle bekliyorum." (s. 9) Yazı 1993'e ait, o zamanlar Google Amca da yoktu, artık var. Çevirmenin yakındığı konuysa hala güncelliğini koruyor.

Önsöz: Homo faber ve Homo sapiens, gerek türümüzün kapsamını tamamen dile getirmediği, gerek pek o kadar da akıllı olmadığımız ortaya çıktığı için yetersizdir ve bu durumda Homo ludens ortaya çıkacaktır. Oyun oynayan insan. Kitapta bu insanın yarattığı/dahil olduğu kültürle oyun kavramı karşılaştırılmakta. Bunun için yeterli terminoloji üretilmemiş olduğundan yazar kendi terimlerini çeşitli dillerden ödünç alıyor.

Kültür Olgusu Olarak Oyunun Doğası ve Anlamı: Oyun, kültürden daha eskidir ve insana özgü değildir. Hayvanların da oyun oynadığı bilinmekteyse de söz konusu olan insandır, iş içgüdüden çok daha ötelere uzanmaktadır. Huizinga, her oyunun bir anlam taşıdığını ve bütünsel olduğunu söyler. Kültürü doğurmuştur, kültürden bağımsız olarak düşünülemez.

Determinizmin göz ardı edildiği noktada başlayan oyun irrasyoneldir ve bunun kabul edildiği an çemberine girdiniz demektir. Oyun aynı zamanda dilsel bir mevzudur, dilin sınırladığı dünya içinde oynanır ve yazar, arkaik dillerin terimleriyle oyun kavramını açar. Platon'un, Aristoteles'in estetiğe dair fikirlerinden ve terimlerinden yola çıkarak güzellik, erdem, ahlak gibi kavramlarla oyunu karşılaştırır. Bunlar oyunu kapsamaz, modüler parçalar olarak oyuna eklemlenir.

Oyunun mekansal ve zamansal sınırlılığı vardır. Günümüzün hipodromları, stadyumları, binlerce yıl öncesinin benzer yapılarının yansımalarıdır ve kadim geleneğin sürmesine yardımcı olur. Kurallar tarafından sınırlanmış oyunun özünden pek bir şey kaybettiğini söyleyemeyiz, sonuçta farklı bir dünyanın kapılarını açar ve dahil olanlara keyif verir. Bu keyfi tanımlamaz Huizinga, mistik ve algılanamaz bir şeydir bu onun için. Temsile yönelik eylem dediği her türlü ritüelin, inancın temelinde, dinlerin bir parçasını oluşturan kendine özgü her davranışın kaynağında bu bilinmeyen gizlidir. Yazar için insanlar bu bilinmeyeni sezmiş ve her türlü yaratıya oyunculluğu yerleştirmiştir. İşin bu yönü çok derin, Huizinga sonuç olarak şunu söylüyor: "Kozmik bir düzene ilişkin duygunun estetik veya mistik, her halükârda mantıksal olmayan bir durumdan kutsal ibadet oyununa geçtiği yol ise hâlâ karanlıktır." (s. 35)

Oyun kendi etiğini yaratsa da bunun dışına çıkan insanlar olacaktır der Huizinga. Oyuna kaptıranlar koyuna dönüşebilir, iradelerini kaybedip güdülebilirler. Bu tehlike her zaman var, bertaraf edilmesi için kuralların dışına çıkılmaması gerekir.

Oyun Kavramının Dilde Kavranılışı ve İfade Edilişi: Dil ailelerinde bir yolculuk. Kökene inildiğinde oyun, çocuk oyunu, mücadele, savaş, ölüm vs. gibi kavramların aynı kelimelerle karşılandığını görüyoruz. Belirlenebildiği ölçüde ayrışmalar var olsa da bazı kelimeler aynı kalmış ve anlamlarını korumuş.

Kültür Yaratıcı İşlev Olarak Oyun ve Müsabaka: John Keegan'ın Savaş Sanatı Tarihi nam kitabında savaşın da kültürel bir mesele olduğundan bahsedilir. Savaş, müsabaka, spor, hepsi oyundan doğma hadiselerdir. Kazanç ve oyunun aynı anlamda kullanıldığı kelimelerin varlığından ilerleyen Huizinga, iki kavram arasındaki ilişkiyi irdeler. Kimi müsabakaların amacı sadece üstün gelmektir, kiminde oyuncular ortaya canlarını koyarlar. Onur, itibar, prestij, zafer veya hiçbir şey, oyuna başlamadan önce belirlenen/belirlenmeyen ödüllerin etkilerinin haricinde önemli olan oyundur ve oynanmadığı sürece var olmayacaktır. Space Jam, Pawn Sacrifice gibi filmlerde gördük, yarışan bizden çok daha üstün, bir parçası olduğumuz kültür olabilir ve kaybedersek sandığımızdan çok daha fazlasını kaybedeceğiz demektir. Bu hususta borsadan tutun, mani söylemek bile oyunun bir parçası haline gelmektedir. Şu mesela, Kibar Feyzo'da Korolar. Kültürün bir parçası ve oyundan doğmuş. Şakir-Abbas atışması da aynı bağlamda değerlendirilebilir.

Savaşlarda da benzer durumlar var. Düşmanın kapısına gelip kışkırtıcı şeyler yapmaktan tutun, mitolojide de yer alan teke tek mücadelelerden düellolara kadar pek çok şey oyunun kapsamındadır.


Oyunun hukuk, savaş, bilgelik, sanat gibi pek çok alana yansımasını bulmak mümkün. Tavsiye ederim, güzel kitap.

14 Ocak 2017 Cumartesi

Muriel Spark - Sempozyum

On kişilik masada antik çağların geleneği canlandı. Etiğini iyi kötü çatmış, etrafındakilere ahkamını kesmiş adamların soyu tükenmişse de -bar filozofları bu kümenin dışındadır- işin eğlence kısmı bitmiyor, içilecek çok içki, konuşulacak çok sansasyon var. Ev sahipleri, misafirlerini özellikle şamatalı olanlarından seçiyor ki unutulmayacak bir gece için malzeme biriksin. Parlak yaşamların küçük problemleri bizim için devlerin homurdanmasına benzer nitelikte.

Yemekle başlayıp yemekle biten anlatının çevirdiği çemberde problematik, rassallıkta ve az önce uydurduğum bir teknikte; kırık merdivende bulunabilir. 10 kişinin hikâyeleri birbirine bağlıdır, tesadüfi olduğu kadar bilinçli bağlantılar da kurulur ve olaylar anlatıcının basamaklar halinde gölgelerden çekip çıkarmasıyla izlenir. Neydir, yeni evlenen iki karakter hakkında konuşulurken tanışmaları tamamen olasılık dışıymış gibi değerlendirilir. Erkek anneden zengindir, kadın zengin değildir ama markette tanışırlar, normalde durumu iyi olmayanların girmeyi tercih etmeyeceği bir mekan, şansın mabedi haline gelir. Anne Hilda için işin içinde bir bit yeniği vardır, kız oğlanın kalbini çalmak için plan yapmıştır sanki, oysa görünürde böyle bir şey yoktur. Olabilir de. Bu ve bunun gibi birçok mesele, sofraya oturulan iki anın -başlangıç ve bitiş- arasında yer alır. Karakterlerin hikâyeleri açıldıkça bastırılmış tutkuların, öfkenin ve daha pek çok şeyin ne kadar tehlikeli olabileceğini görürüz. Anlatıcı, ortaya bilinmeyeni koyduktan sonra bir basamağı kırar ve diğerine atlar. Kırık olan henüz anlatılmamıştır, anlatı boyunca biriken diğerleriyle birlikte finalde aynı merdiveni oluşturur ve kurgu nihayete erer, mevzu çözülür, köfte çakılır. Güzel teknik.

Kirli dünyada renkli karakterler, işin içine bir parça büyü katılmış haliyle güzel bir karışım çıkarıyor ortaya. Chris Donovan ve Hurley Reed, yemeği düzenleyen karakterler, kırklarının keyfini süren bir çift. Hurley ressam, adı sanı pek duyulmamış olsa da umutsuz vaka da değil. Chris, Hurley'nin menajeri, gurusu, çok şeyi. Margaret ve William, yukarıda bahsi geçen çift. Brian Suzy ve Helen Suzy, biri elektra kompleksinden mustarip, diğeri mal mülk takıntısından dertli çift. Brian'ın evine hırsız giriyor, Bacon'ın duvardaki tablosunu yürütmeden gidiyor. Masadaki sohbete bir müddet bu hırsızlık vakası damga vuruyor.

Luke, üniversitede tarih okuyan hizmetçi. Ernst ve Ella'nın referansıyla o gün misafirlere hizmet ediyor. Yakışıklı, kendine güvenen bir adam. Ernst, Luke'un Ella'yla yatıp yatmadığını merak ediyor, Ella da aynı şeyi Ernst için düşünüyor. Bu düşünce aralarındaki yılların tozunu silkiyor, ilişkilerinin sürmesi için heyecana ihtiyaç var. Tek çocukları evden ayrılmış, ikisi baş başa kalınca macera özlemiyle yaşıyorlar ama pek bir şey olduğu yok.

Aşk hakkında, evlilik hakkında: "'Size şunu söyleyeyim ki,' diyor Hurley, 'aşk tutkusuyla edilen yeminler işkence altında edilen itiraflara benzer. Erotik aşk bir deliliktir. Eşlerin ikisi de yaptıklarını, dediklerini bilmez durumdadırlar. (...) Aşk tutkusuyla edilen yeminlerin hiç değilse yok sayılmak olasılığı bulunmalıdır." (s. 40) Çiftlerin arasında şöyle bir durum var sanki; onları bir arada tutan şey yolun geride kalan kısımlarında devrilmiş ve tekrar kaldırılmamış, taşınmamış. Alışkanlıklar sürüyor, bu ilişkilerde kendileri dışında başka hiçbir şeyin sağ kalması mümkün değil.

Anmadığım çok karakter, anlatmayacağım çok olay var. Bir karakteri/olayı anlatsam yeterli sanırım. Margaret. Margaret gerçekten karanlık bir kadındır, Fransızlardan apardığı diğerkâmlık felsefesiyle hedef şaşırtırken insanların dikkatlerini büyük bir başarıyla başka noktalara çeker. Dedesinin ölümünden sonra sahip olduğu serveti almak istemez ve komünist rüzgarların estiği bir manastıra kapanır. Televizyoncular gelir, kilisenin belgeselini çekerler, bir müddet sonra Margaret manastırdan ayrılır ve eski yaşamına döner.

Görünürde herhangi bir problem yok ama sadece görünürde. Margaret bazı akrabaları tarafından damgalanmıştır, zira çocukluğunda etrafındaki iki insanın garip şekillerde kaybolmaları/ölmeleri, ablalarının kendisinden kıllanmalarına yol açar ama bu işlerin arkasında Margaret'ın olduğuna dair bir kanıt yoktur. Kız büyür, çatlak amcasıyla birlikte çokça zaman geçirmeye başlar. Bu amca zamanının çoğunu tımarhanede geçirse de iyi hissettiği günlerde eve gelebilmektedir. Her neyse, bu amcanın kaldığı tımarhaneden bir hasta kaçar ve zengin dedeyi öldürür, üstelik dedenin mirasına Margaret'ı da dahil etmesinden hemen sonra. Tesadüfü kes. Manastır zamanlarında da böyle gizemli işler olur, sonrasında amcayla yeğen bir plan yapar ve William'a kanca atarlar. Geriye Hilda'nın ölümü kalır ama orada devreye Luke girer.

Luke, hizmet ettiği evlere gelecek misafirlerin ev adreslerini dahil olduğu soygun çetesine uçurmakla görevlidir, Brian'ın evi böyle soyulmuştur. Hilda'nın evi boştur, Luke çeteyi harekete geçirir ve zavallı kadının eve gideceği tutar. Hunharca öldürülür, haber sofraya ulaşır ve Margaret haykırır: "Pazardan önce olmayacaktı."

Tam bir şölen. Cinayet planları, soygunlar, bir köşede oturup ağlayan sevgi, rengârenk kir. Girift metinleri sevenler, bunu alın.

9 Ocak 2017 Pazartesi

Richard Brautigan - Kürtaj: Tarihi Bir Aşk Romanı, 1966

Sevdiğim yazarların kitaplarını okurken işi aceleye getirmiyorum, bir yazarın bütün kitaplarını arka arkaya okumak istemiyorum. O evrende ziyaret edecek yerler kalmalı, tek seferde kuşatmak nedir? Açlıktır. Açlık iyidir ama bitirmek iyi değil. Bitirmemenin iki yolu var; yazarın bütün kitaplarını okumamak veya okunan bir kitabı tekrar okumak. İkincisi pek yaptığım bir şey değil. Kitabın duygusunu yitirmekten korkuyorum, önceden açtığı dünyanın üstüne bir yenisini oturtmak istemiyorum. Tarihimi bölümleyen şeyler içinde kitapların belli bir zamanı imlediği noktalar var, bunlar bozulmamalı. Bu yüzden üzgünüm; Tezer Özlü'yü, Vüs'at O. Bener'i, Truman Capote'yi ve aklıma gelmeyen birçok yazarı geçmişte bıraktım, bir daha kolay kolay yakalayamayacağım onları, ya da onlar beni yakalayamayacak, nasıl yürüyorsa artık. Geriye okunacak kitap bırakmak kalıyor, bırakıyorum ben de. Brautigan'dan pek bir şey kalmadı geriye, kendisini 10 yılda bir okumaya başlasam iyi olacak.

Brautigan ve Fante, iki naif ayna. İşlemelerden olabildiğince uzak durduklarını görürsünüz. Fante'de hemen hemen hiç yoktur, Brautigan'da sıkmayan, yormayan oyunlar şeklinde görülür. Kitaba gelelim, bu kitaptaki kütüphane kadar oyuncul, yaşamın belirsizliğini taşıyan başka bir kurum/kuruluş yoktur. Sanki Tutunamayanlar Ansiklopedisi'nden fırlayan tipler kitaplarını bırakıp ortadan kaybolur.

Yine bodoslamadan girdim, başa alıyorum. Brautigan, naifliğine aşık olduğum üç, beş yazardan biridir ve yazdıkları kadar tetiğini çektiği tüfekten sebep beyin parçalarıyla duvara işlediği son eseriyle de dikkat celbeder. Halil Turhanlı demiş: "Duyarlılığı bu hayatı kaldıramayacak kadar keskinleşmişti." Şu an yağan kara bakıyorum, küçük taneler sonsuz sayıda. Brautigan gündelik yaşamın kaç parçasını/tanesini taşımak zorunda kaldı, inceldiği yerden anlayabilirsiniz. Kürtaj, incelikli bir romandır.

Epigraf olarak Richard'ın Frank'e bıraktığı bir not var; iki saate kadar döneceğini söyleyen yazar, arkadaşından romanı okumasını istiyor. İki saatte okuyabilirsiniz gerçekten, ağırlığıysa hayatınızda kitabın duygusunu yaşadığınız her an hissedilecek.

"Kitapların varlığını, üzerinde durdukları ahşabı onurlandırış biçimlerini seviyorum." (s. 9)

Kütüphane San Fransisco'da. Posta yoluyla kitap kabul edilmiyor, yazarlar kütüphaneye kadar gelip kitaplarını bırakmak zorunda. Belli bir sıralama düzeni yok, zira kitapların talibi de yok. Bildiğimiz kütüphanelerden değil bu, kitaplar depolanıyor, o kadar. 24 saat açık, vaat edilen maaş hiçbir zaman ödenmiyor, ölü doğumların teslim edildiği bir yer. Kitapların sahipleriyle kurulan diyaloglara bakılırsa kitaplarından bir an önce kurtulmaktan başka bir dilekleri yok. Çocuklar, yaşlılar, herkes kitabını bırakıyor ve tarih sahnesinden siliniyor. Kaybedenler Kütüphanesi, kaybettiklerinizin anıtlara dönüşeceği yegane yer.

Kütüphaneci, adı K olsun, 31 yaşında ve geleceğin kendisi için sakladığı bir yığın şeyi bulana kadar kütüphanede çalışacak. ABD'de bu işi yapabilecek tek kişi kendisi, öyle hissediyor. Önceki kütüphanecilerin hayatlarının sayımını yaparken yenilgilerinden başka bir şey anlatmıyor. Kitaplarını kabul ettiği insanları anlatırken sadece o anı inceliyor; birkaç cümle, kitabın teslimi ve puf, her şey bitti. Kitabını teslim edenler arasında Richard Brautigan da var. "AMERİKAN GEYİĞİ, Richard Brautigan. Yazar sarışın, boylu posluydu ve ona yanlış bir zamanda yaşıyormuş gibi bir görünüm kazandıran uzun, sarı bir bıyığı vardı. Başka bir çağda yaşasaymış kendini daha fazla yuvasında hissedecekmiş gibiydi." (s. 22) Diğer kitapların içerikleri: Dostoyevski'nin kitaplarındaki yemek tarifleri, kediler, elbiselerin ölümü, ki ölen elbiselerimi hala giyen biri olarak çok merak ettim,
yazımı yirmi yıl alan bir kitap ve sürüsüyle metin, kavanozlarda yüzen ceninler gibi.

Vida var bir de, kapaktaki hanım oluyor kendisi. Vücudu kendinden önce kadınlığını keşfettiğinden etrafındakilerin bakışlarından tiksiniyor, vücudundan çıkıp saklanmak istiyor. Ablasıyla vücutlarını değiştiklerini rüyasında gördüğünden beri işler yolunda gitmiyor onun için, K karşısına çıkana kadar. Kahveyi çok iyi yapıyor ki bir kadına aşık olmak için yeterli bir sebep. Sutyen kopçasını açamama ata sporunu pek iyi beceren K, Vida'yla birlikte yaşamaya başlıyor. İnceliklerden bir inceliktir bu sutyen olayı, kimileri içinse beceriksizliklerin en büyüğü. Davranışların kişilere göre anlam kazanması... Yaşamın kaotik yapısı en çok burada biçimleniyor sanıyorum.

Kürtaj. "Dünyada çok fazla çocuk var ama yeterince sevgi yok. Kürtaj tek çözüm." (s. 59) Yolculuğa çıkacaklar, kütüphanedeki kitapları dağdaki depolara taşıyan Foster'ın salık verdiği doktora gidecekler, istikamet Tijuana. Foster gibi şenlikli, hayta bir adama kütüphane emanet edilir mi? Etmek zorundalar.

Yolculuğun büyüsünü kaçırmak istemiyorum, uçağın kanadındaki kahve lekesinden daha şiirsel bir şey varsa o da geri geri giden uçaktır, hatta ding dong sesinden ibaret bir bölümdür, diyalogların bir tarafının üç noktayla geçiştirildiği bölümdür, hoş Brautigan oyunculuğudur, anlatım tekniğinin değişmesinin sayısız fırsat taşıyan geleceğin gelmesiyle, kütüphanenin dışındaki hayata adım atılmasıyla gerçekleşmesidir, ABD ve sınırın ötesindeki dünyanın karşılaştırılmasıdır, kısacası her yeni şey şiire özgüdür ve Brautigan bunu anlatırken kürtajı adımladığı dünyanın her yerinde sezdirir. Soğuk neon ışıklar altında ABD dışındaki dünyalar, terk edilen kitaplar, kütüphaneden ayrılış, hemen her şey kürtajın bir yüzünü imler. Daha iyisi -diyemiyorum, daha başkası için eldekinden kurtulmak lazım gelir.

Bir sene boyunca Brautigan okumayacağım, bu güzelliği uzunca yaşamak istiyorum. Başka bir güzellik, Jackson C. Frank'i şuraya bırakıp bitiriyorum. Bana göre ikisi de benzer ruhu paylaşmış adamlar. İkiniz de bu dünyadan geçtiniz, bunu bilmek bile bir adım daha atmak için yeterli.



Gözlerim doldu, şu adamları düşününce... Dünya nasıl sevilmez?

5 Ocak 2017 Perşembe

Richard Gwyn - Koşan Köpeğin Rengi

Anlatılan hikâyelerin yalnızca tek bir versiyonunu duyuyoruz, o da anlatıcı tarafından geliyor. Bu anlatıda şehir de konuşuyor bir yandan. In Bruges gibi; yüzyıllar boyunca kat kat birikmiş yapılar insana dair çok şey söyler. Burada da aynı teknik var, Barselona -yazarın da dediği gibi- kitabın gerçek kahramanı. Pitoresk yapısı, sürprizlere açık oluşuyla insandan geri kalmayan bir karakter.

Dedalus'un popüler işlerine bir örnek. Yayınevinin başındaki wanderlust abimizin yarı kurgusal İrlanda seyahatlerinden kopardığı bir kitap sanıyorum. Ben pek beğenmedim, zira Dedalus'un bastığı diğer kitapların yanında oldukça sönük. Evet, hikâye anlatımı pek hoş ve yaşam-hikâye ilişkisine çok güzel bir noktadan değinmiş ama o kadar. Vasat diyebiliriz.

Çok kısa keseceğim, farklı düzlemlerdeki/zamanlardaki olayların üst-alt-yan-öte-beri kurguları iyi. Ortaçağ menşeli bir mezhebin günümüzde reenkarnasyon vasıtasıyla dirilmesi, esas adamımızın bu örgüte çekilmek istenmesi, elbette onsuz bir Barselona düşünülemeyeceği için Miró içeren bir sergide kurulan katakulli, adamımızın aşık olması, aşık olduğu kadının bu örgütün has insanlarından olması derken hikâye alıp götürüyor okuru zaten. Aslında kötü diyorum, iyi diyorum ama sonuçta bir karara varamıyorum. Barselona'nın çatılarında dolaşan çocuklar, çatıların efsanevi çetesi Yamakasi keyfi veriyor, eşzamanlılığın beyin yakan doğası kafaları bir güzel karıştırıyor, gizemli bir macera başlıyor, ama... Ama bu kadar. fazlası yok. Bu da okumasanız bir şey kaybetmezsiniz anlamına geliyor.

Meh, depo satışı falan olursa, denk gelirseniz çok ucuza alabilirsiniz.

2 Ocak 2017 Pazartesi

Jorge Luis Borges - Yaratan

Borges'in en Borges kitabıdır demeye cüret ediyorum.

İletişim'den çıkan kitaplarında James Woodall'ın önsözü, Borges'in çok yönlü yaşamını pek güzel anlatıyor. Borges'in politik görüşü nispeten troll mantığı üzerinden yürüse de kendisi döneminin diktatörlerine giydirmekten keyif alıyor. Geç tanınıyor, görme yetisini tamamen kaybettikten birkaç yıl sonra adı dünya çapında duyuluyor ve Bloom'un kanonuna yerleşiyor. Kafka'ya Arjantin kanı pompalansa sonuç Borges. Büyülü gerçekçilik tanımlanmadan önce büyü yanı ağır basmakla birlikte bu türe giren yapıtlar ortaya koymuştu, bu açıdan çığır açıcı bir adamdır. Döngülere, sonsuzluğa, mistisizme kapılmış bir yazardır, bunu sıcak toprağının kıvrak diliyle süslemiş, mitolojiyle paketlemiş bir yazardır. Borges bir okuldur deyip Anti Klişe Timi'ni bekleyeyim.

Bu kitapta kısadan daha kısa öyküleri ve birkaç şiiri var, imza metinlerdir bunlar. Borges'in karalamalarıdır ama kalemin en özgür olduğu anlardan fırlamadır aynı zamanda. Üçünü beşini alayım, gerisini okur keşfetsin.

Yaratan: Dünyayı bütün duyguları ve bütün nesneleriyle sezdiği zaman tepedeydi Yaratan, aşağı indi. Anlatacak anıları, hikâyeleri vardı. Kendini mitolojiye sundu, karanlığa yürüdü. Etrafında gerçekleşen olaylar biçimlenip başka mitlere dönüşüyordu, İlyada etrafında biçimlenmişti. O aslında ampirik bir dünyada varlığını koruyordu, sezgiden uzaklaştıkça yarattı, deneyime yaklaştıkça yok oldu.

Dreamtigers: Borges'in öykülerinde çizgili kaplanlara rastlarız, Bengal olanlarına. Onlarla ilgili bir öyküdür. Bu hayvanlar yaratılmıştır, rüyada bozuma uğrar. Rüya, gerçekte var olan bir şeyi olduğu gibi yaratacak kadar kudretli değildir. Gerçi, bu kudret midir? İzdüşüm farklıdır, hiçbir varlık düşlerde aynı olmayacaktır.

Diyalog Üzerine Bir Diyalog: Llosa, Borges'in hayret verici fikirlerinden bahseder, bu da onlardan biri.

Ölümsüzlük üzerine bir konuşma dönerken dinleyicilerin yaptıkları anlatılır, sonunda anlatıcı rahatsız edilmeden tartışabilmek için intiharı teklif eder. Diyalog üzerine konuşan ikinci şahıs, mevzuya karar veremediklerini istihzayla söyler. Diyalog üzerine diyalogdan çıkılmış, direkt diyaloğun sınırlarına girilmiştir. İlk anlatıcı, o gece intihar edilip edilmediğini hatırlayamadığını söyler.

Konuşulan uzam dışında konuşulacak bir şey yoktur. Bağlam vüsattır.

Tırnaklar: Hap Poe. Tırnaklar uzar, tırnaklar her koşulda uzar ve anlatıcının dikkatini çeker. Ölü adam, tabutunda yatarken uzayan sakalını ve tırnaklarını düşünür.

Örtülü Aynalar: Ayna metaforu postmodernizme bulaşmış filozoflarca da incelenmiştir ama öncesinde Borges'in rahlesinden geçmiştir. Sonsuz bir kendini kopyalamadır ayna, her yansımada gerçek biraz daha sapar, yüzün sahibi kendi yüzünü hatırlayamaz hale gelir.

Borges bunu arkadaşlarından birine anlatır ve kadının delirmesine yol açar. Kendisi de delireyazmıştır gerçi; şiirlerinde de aynayı inceler, hatta bütün labirentlerin, bütün söylencelerin yaratanın yüzünü ortaya çıkardığı sonucuna varır. Yaratılanlar yaratanın yüzüdür, aynalar yaratanın yüzünü bozar, sonsuz sayıda alternatif yaratan/yaratılan oluşturur. Her kitap tekrar yazılacaktır, her yaşam tekrar yaşanacaktır, her tanrı tekrar doğacaktır. Farklı zamanlarda, farklı biçimlerde.

Öykülerde mevzu derin, şiirler bir kat daha dipte. Alıntının alıntısını yapıp bitiriyorum; Borges, Julio Platero Haedo'dan almış:

"Verlaine'in bir satırı var ki bir daha hiç hatırlamayacağım,
yakın bir sokak var adımlarıma yasaklanmış,
bir ayna var kendimi son olarak gördüğüm,
bir kapı var dünyanın sonuna dek kapattım.
Kütüphanemdeki kitaplar arasında (onları görüyorum)
kimisi var ki artık hiç açmayacağım.
Bu yaz elli yaşımı dolduracağım;
Ölüm hiç durmadan harcıyor beni." (s. 143)

Kitap bitti, London Grammar da beni bitirdi.

1 Ocak 2017 Pazar

Jorge Luis Borges - 25 Ağustos 1983 ve Diğer Öyküler

Önsöz Enis Batur'dan. Frano Maria Ricci ile Borges'in güçlerini birleştirmesiyle ortaya çıkan Babil Kitaplığı'nda yer alan kitapların önsözleri Borges'e ait, bu kitabınki hariç.

Batur, Ricci'nin kitaba aldığı Borges öykülerinde "temsil" özelliğinin ağır bastığını söylüyor. İki Borges; menşei Arjantin ve dünya vatandaşı. Sözü altına çevirebilen, filolojiyle ilgilenen Borges'in yanında metinlerini tekrar tekrar yazan, Kum Kitabı'nın şahidi bir diğeri var. Sondaki söyleşide Borges'in kesip kesip üzerine yapıştırdığı, kendini kırkyamaya çeviren dünyadan parçalar bulursunuz; edebiyat, dil, müzik, yolculuk, bir insanın yaratabildiği -kendi dahil- her şey.

25 Ağustos 1983: Borges, Borges'le karşılaşır. Bir Borges diğerinin düşü, yaşamı, metni içindedir ve ölecektir. Ölür. Diğeri uyandığında ölenin kendiyle karşılaşmasını yaşamaya yazgılıdır. Bu fantastik bir metindir, yaşamın ta kendisidir. Kaynayıp duran bir göl, akışsız su. Biri, sonsuza kadar diğerinin yaşamını sürdürmek, onun yazdığı kitabı yazmak zorundadır. Bu kitap çoktan yazılmıştır, lakin pek Borgesvari bulunarak yabana atılmıştır.

Bir metin daha kaç kez kendini referans gösterebilir?

Paracelsus'un Gülü: Araştırmalarıma göre Paracelsus'un mezarında şu yazmaktadır: vitam cum morte mutavit. "Yaşamla ölümü takas etti." Felsefe Taşı'nı ararken zannımca bilmeden tasavvufun sınırlarına da girmiş, sevmeden görmenin, bilmeden sevmenin imkansız olduğunu söylemiştir. "Sen seni bil sen seni" der kısaca, öğrencisi olmaya gelen genç adama. Adam bütün hayatını ustanın ilmini öğrenmek için feda edebilir ama karşılığında küçük bir mucize ister; yaktığı gülü tekrar eski haliyle görmeyi arzular.

Bu şeye benzedi, hangi film olduğunu hatırlamıyorum şimdi. "Eğer insanın aşık olup olmadığını nasıl anladığını sorarsan, aşkın ne demek olduğunu bilmediğini söylerim," gibi bir replik vardı. "Hayatın anlamını sorarsan bilmiyorum, sormazsan biliyorum" da benzer bir mantıkla söylenmiştir. Sonuçta öğrenci gönderilir, Paracelsus bir şeyin varlığını ve yokluğunu Kabala'nın temeline, Kelam'a bağlamasıyla birlikte elinde beliriveren gülü okşar, ensesine vurup lokmasını alır falan.

Mavi Kaplanlar: "Eğer üç artı bir, iki ya da on dört olabiliyorsa, o halde mantık denen şey bir deliliktir." (s. 38) Sayıların insan beyninin işleyişini düzenlemeye yönelik doğal bir işlevleri yok, var oluş sebepleri kendiliğinden ortaya çıkmadı. İnsanlar onları bu amaç için icat ettiler. Bir örüntü, mantığa bürüme, bu tarz işler için sayılara güvenildi. Sonra metafizik icat olundu, mertlik bozuldu. Dostoyevski, Musil, Borges, Aronofsky sayılara o kadar da güvenilmemesi gerektiğini söyledi. İnanırım.

Doğu'nun mistik ortamından fırlamış bu öyküde doğuran taşlar, Pakistan ve bir adet Prometheus mevcuttur. Doğuran taşlar, köylüler tarafından kaplan metaforuyla gizlenir, Borges/anlatıcı bunu Blake'in şiirine benzetir, zira yaşamın kendisi kitaplarda mazruftur. Taşlar dört işleme gelmez, aritmetik, cebir, hendese ve sair işlerde kullanılamaz, herhangi bir iz taşımazlar, onlardan kurtulmanın yolu Tanrı'nın yolundan geçer. Anlatıcı caminin önündeyken Tanrı'yı çağırır, tanrı bir fakir kılığında gelir ve kendi yükünü sonsuza dek omuzlamak üzere adamdan alır. Tanrı kendi yaratılarından sorumludur, yazar kendi yazdıklarından.

Yorgun Bir Adamın Ütopyası: Bütün dünya Latince'ye dönmüş, okullarda unutma ve şüphe etme üzerine eğitim veriliyor. Ütopyanın niteliği değişiyor; geçmiş unutulmaya çalışılan bir ütopyaya dönüşüyor. Var olmayan ülke gerçekte var olmadığı için değil, unutulduğu için var.

Geri kalanı Borges röportajı.

Diyecek bir şey yok, baş köşede bulunmalı.