24 Aralık 2013 Salı

Feride Çiçekoğlu - Uçurtmayı Vurmasınlar

Goriot Baba'yı lisedeyken okumuştum, sonuyla ağlatmıştı. 10 yıl sonra Uçurtmayı Vurmasınlar'da yine aynı şey oldu.

Barış'ın İnci'ye mektuplarından oluşuyor. İnci hapisten çıktıktan sonra Barış bir sürü mektup yazıyor, çoğu adresine ulaşamayan mektuplar. Sansür çok sıkı, uçan kuşu bırakmayacak neredeyse. Uçurtmayı bırakmıyor mesela. Çoğu yasak sadece mektupla sınırlı değil. 80 dönemi.

Barış, Piaget'nin Bilişsel Gelişim Dönemleri'ne göre İşlem Öncesi Dönem'de. 4-5 yaşlarında. Bu dönemin çocukları sıklıkla soru sorar, mantık gelişmediği için sihirli nedenler oluşturur. Çocuğun hayal gücünün hayatı anlamlandırma çabasında en etkin olduğu dönemdir. Romanın etkileyiciliği de Barış'ın düşünme şekliyle hapishaneyi, acıları ve mutluluklarıyla insanları, küçücük bir dünyayı algılama çabası yoluyla ortaya çıkıyor. "Miki'nin işemesi" çok küçük bir örnek. Bir de şu var:

"'Nişanlın neden kafeste?' diye sordum. Halkını sevdiği içinmiş.
'Sen niye buradasın?' diye sordum Nevin'e.
O da halkını sevdiği için buradaymış. Ben büyüyünce halkımı hiç sevmeyeceğim. Halkını sevenler hep kafese giriyor." (s. 23)

Böyle örnekler bir dünya. Hapishane yöneticilerinin acımasızlığı, koğuşlardaki çekişmeler, dışarısı, içerisi, Barış'a ablalık yapanlar, herkes, her şey Barış'ın gözünden kara mizaha bürünerek yansıyor okura. Küçük bir çocuğun gözünden bakıldığında yapılan bütün kötülüklerin ne kadar anlamsız olduğu görülüyor.

Filmini de izlerim ben bunun. Okunmalıdır.

9 Aralık 2013 Pazartesi

Mustafa Kutlu - Kapıları Açmak

Kutlu'nun mevzulu kasabalarından İstanbul'a uzanan bir uzun hikâye yine.

Kasaba Ege'de zannediyorum. Bir başına bırakılmış. Seçimden seçime hatırlayan politikacılar dışında ziyaretçisi yok, bir vakte kadar. Yatırımcılar bölgeyi keşfedince tarlalar bir bir satılıyor, oteller bir bir belirmeye başlıyor. Şehirlinin parasına akıl erdiremiyor kasabalılar, bunca parayı nasıl kazanmışlar, nasıl gözleri kapalı alıveriyorlar ne varsa? Kasaba bir tatil beldesine nasıl dönüşüveriyor, kasabalıların tepkisi ne oluyor, Kutlu'yu sevmek için bu bölümü okumak yeterli.

Zehra'nın büyük şehri, barlarda geçen yılları bırakıp kasabaya dönmeye karar vermesiyle başlıyor olay. Gül var, Zehra'nın arkadaşı. Dönmemesini söylüyor, idare ediyorlar bir şekilde. Zehra dayanamıyor artık, ne olursa olsun dönecek, yüzleşecek. Sıkıntı büyük, ne olduğunu bilmiyoruz, meraklanıyoruz. Namus belası gerçi, o belli. Kemal'i tanıyoruz; müsrif evlat, keyif erbabı. Ahmet, Zehra'nın ağabeyi. Cihan, içine kapanık bir genç. Zehra'yla evlenecekti, olmadı. Sonra kasabanın dönüşümü, sonra Ahmet'in kardeşi Zehra'yı Kemal'e peşkeş çekmesi. Sözde ortak olacaklar, Kemal parayı basacak da Ahmet için otel yapacak. Kızı kaçırmadan bir gün öncesinde Cihan'la konuşuyor Zehra, yazık olacağını söylüyor. Seviyorlar birbirlerini ama Cihan içine kapanık, sinik biri. O sıralarda elde avuçta bir şey de yok. Sonuçta Kemal Zehra'yı İstanbul'a kaçırıyor, orada kadınlara, kumara takılıyor falan. Bir hesaplaşma olayı yüzünden yurt dışına kaçıyor, Zehra Gül'le kalıyor bir süre. Süs bebeği yapmayı öğreniyor, memlekete dönüp Ahmet'ten sopa yiyince bu bebeklerden yapıp satarak kendine bakıyor. Ahmet suçunun farkında ama kabullenemiyor bir türlü hatasını. Sonra Kemal kasabaya dönüyor derken curcuna. Acılı tatlılı Kutlu hikâyesi işte, mis.

Ben Kutlu'nun anlatımını çok seviyorum, hikâyelerin doğallığı bu yalın anlatımdan geliyor. Alengirli olaylar yok, alengirli bir anlatım yok. Yaşam aslında nasılsa öyle. Basit. Kasabayı anlatırken ayrıntıya girdiğinde bir Ahmet Midhat olmadığını, bu yüzden anlattığı şeyi daha fazla anlatmayacağını söyleyen bir anlatıcı/yazar var, iç içe geçmiş bu ikisi.

Kasabanın tarihini anlatırken araya incileri sıkıştırıveriyor Kutlu: "Cumhuriyet tarihimizin en şanlı mücadelesi verem ile sıtmaya karşı verilmiştir." (s. 26) Nazım Hikmet geldi aklıma.

"Vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
Vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,"

Gider böyle. Bir adet de kaypak politikacı var romanda, eğlenerek okuyacaksınız onun olduğu bölümleri.

Anadolu'nun trajedisi de sıcak oluyor, çekiveriyor insanı. Hele Kutlu anlatmışsa. Belki yazarın en sevdiğim metinlerinden değil ama sırf o hikâyeci dedeyi dinlemek için bile okunur, kendi sesi var bu metinlerin.

8 Aralık 2013 Pazar

H. P. Lovecraft - Deliliğin Dağlarında

Zamanında sözlüğe yazdığım bir şey:

"bizim tayfa gelmemiş, kafede max payne oynuyorum. gelecekler, klan maçına hazırlanacağız. neyse, max payne.
o zamanlar nebula uo shard'ın sitesinde ctulhu diye bir mod var, onda görüyorum. bu ne lan diyorum, rastgele tuşlara bassam daha güzel bir nick çıkar. neyse, max payne'de görüyorum ki cthulhu diye bir şey var. bir de eser abi var kafede çalışan. gençten bir abi. cd'ye şarkı çektiririm, bir paket sigara parası veririm. bilgisayar donar, eser abi'yi çağırırım. iyi bir abimizdi. neyse, eser abi arkamdan geçiyor.

+ abi bunlar ne böyle yav, bir sürü acayip acayip isimler? kutulu ne yav?
- kitaplarda var oğlum onlar.

metallica'dan biraz biliyorum, bir de kazaa'dan cradle of filth şarkısı indirmiştim cthulhu dawn diye. kapamıştım hemen. o kadar yani.
bende kendince de bir ışık görmüştü galiba eser abi, arada müzik gibi şeyler konuşurduk, bana bir dünya grup önerirdi falan. 10-11 sene öncesinden bahsediyorum, internet kafeler çok güzel yerlerdi o zamanlar. bence. yaşım 13.

- ben sana bir kitap getireyim, oku onu.

tağam mağam bir şeyler diyorum, bizimkiler geliyor. oynuyoruz. ertesi gün geliyor, ben olayı unutmuşum çoktan. eser abi harbiden de getiriyor kitabı, cthulhu'nun çağrısı diye bir şey. allah allah diyorum, kapakta uçan bir yaratık var, elinde yaba. teşekkür ediyorum, eve gidip üniformamı çıkarıyorum, yemeğimi yiyorum, ertesi gün yine göte girecek ingilizce çalışma kağıtlarını bir kenara koyuyorum ve kitabı açıyorum.

ve inanır mısınız, 10 seneyi aşkındır kapatamıyorum. şimdi eser abi ne oldu, ne yaptı, askere gidip geldi mi, gözlükçü olan babasının yanında işe girdi mi, hiç bilmiyorum. en son 7-8 yıl önce gördüm. küçükyalı'nın auseil sokağı gibi davrandığı zamanlar oluyor, bir sokağı başka bir zaman yerinde bulamıyorum. her şey çok çabuk değişiyor. lise bitiyor, üniversite bitiyor, akademik kariyer derdi, kpss derdi, iş derdi birbirini kovalıyor. lakin o kitap, sonra cthulhu mitosu öyküleri, sonra dost'tan çıkan lovecraft'ın bütün eserleri bir türlü kapanmıyor. öykülerimi yazarken tıkandığımda, gelecek kaygısının kıskacında, hayatın ucuzluklarıyla, basitlikleriyle karşılaştığımda gözüm gibi baktığım kitaplardan birini çekiyorum, açıp birkaç sayfa veya bir iki öykü okuyup kitabı yerine koyuyorum. ardından kendi yarattığı evren sayesinde bu sonsuz evrenin aslında pek de bir boka yaramayan -ki yaraması da gerekmez ama hiçbir şeyin boşa olmadığını düşünmek istiyor insan- sayısız galaksilerinden birinin alakasız bir noktasında kendi halinde salınan bir gezegendeki minicik, değersiz, toz kadar bir hayatı böylesine etkileyebilen, onca kokuşmuşluğu, tiksintiyi böylesine unutturabilen bir yazara zamanının çok ötesinden minnet duyuyorum.

boyu kilometrelerle ifade edilen bir tanrıyı çük kadar bir gemiye parçalatmış, olsun. bir numaradır lovecraft."

Tabii zaman geçiyor, okumalar ayrı seyirler izlemeye başlıyor, zevkler değişir gibi olmuyor da çeşitleniyor. Büyüyoruz falan. Nesnelerle olduğu kadar sanatla etkileşimimiz de artık takip edemeyeceğimiz bir boyuta ulaşıyor. Uzadı, kesiyorum. Ara ara rastgele bir hikâye okuyordum, şimdi külliyata tekrar başladım. Ayrı bir keyif alıyorum, bir yandan da 10 senedir gözüme batmayan şeyler çıkıyor ortaya. Sonuçta mutluyum; evimde tek başıma geçirdiğim onca saatte eski bir dost yanımdaymış gibi hissediyorum.

Lovecraft'ın Cthulhu Mitosu hikâyelerinden biri, en uzunlarından. Eskiler'in dünyaya gelişleri, Mi-Go'lar, Cthulhu'nun müritleri falan derken ortalık curcuna. Malzeme bol; insanoğlundan önce milyarlık bir boşluk var. Karanlık çağlar. Bir belgesel vardı, adını unuttum, insanlar bir anda ortadan kaybolsa dünya insansız zamanlardaki haline kaç yılda döner konulu. Şimdi tam şu kadar diyemiyorum, salladığım belli olacak ama söyleyeyim, 10000 yıl falan. Yani 10000 yıl sonra bir uzay gemisi dünyaya inse bize dair hiçbir şey göremeyecek, bulamayacak. İnsan kozmik sonsuzluktan korkuyor ister istemez. Düşününce. Çok küçüğüz ya. Neyse, fantazyacılar için bu karanlık çağlar altın madeni. R. E. Howard, Clark Ashton Smith, tayfadan kim varsa... dedim ve gözlüğümü kırdım. Göremiyorum. Burada gözlükçü yok, ilçeye gitmem lazım ama yarın da pazar. Çok naif küfürler ediyorum. Evet, iyi ekmeği yenmiş bu olayın yani.

Bende Dost'tan çıkan üç ciltlik külliyat var, oradan okuyorum, İthaki'den değil. İthaki'nin Bosch resimli kapağı olan versiyonunu lise sonda sıra altında unutmuştum, ertesi gün yerinde yeller esiyordu. Umarım hakkını verecek birine gitmiştir. Neyse, ben Dost'tan okuyorum, Hasan Fehmi Nemli çevirisini pek sevdim. Mesela hikâyenin adıyla ilgili şöyle bir dipnot var: "Bu ad, Lord Dunsany'nin bir öyküsünden (The Dreamers Tales'deki Hashish Man'den) alınmış olabilir. 'Ve sonunda Delilik Dağları denilen fildişi tepelere ulaştık.'" İthaki baskısında böyle dipnotlar yok. Kemik okuyucu için çok önemli bunlar, tercih sebebi olabiliyor. Çevirmenin kalitesini gösterir bu. Bir de Lovecraft'ın Lord Dunsany hayranlığını bilenler için güzel bir nokta. Lord Dunsany'yi Babil Kitaplığı içinde yine Dost bastı ama bir tanecik. Onu da dönüp dönüp okurum. Amazon'dan İngilizcesini falan alacağım artık bütün eserlerinin.

Özet geççiler için hikâye şu: Miskatonic Üniversitesi'nden 20 küsur akademisyen, Antarktika'ya araştırma yapmaya gidiyor. Zamanın birinde tropikal iklimin hüküm sürdüğü topraklara ulaşmak, fosil falan çıkarmak amaç. Bazı taşlar bulunuyor, bunun üzerine içlerinden biri üç beş kişiyle tayfadan ayrılıp başka bir yerde kazıya gidiyor. Acayip varlıklar buluyor, bunları telsizle kampa bildiriyor ve bağlantı kesiliyor. Esas adamımız, yanına birini alıp kampa gidiyor ve görüyor ki köpekler, adamlar falan deşilerek öldürülmüş. Sonra öneden de dikkatlerini çeken sıradağları aşıyorlar, kadim bir şehir keşfediyorlar. Dilleri falan tutuluyor; dünyanın en soğuk yerinde eski bir uygarlık. İniyorlar, şehre giriyorlar, yer altında keşfe çıkıyorlar ve sonra bir şeyle karşılaşıp kaçıyorlar. Bu kadar.

William Dyer anlatıcı. Miskatonic'ten bir profesör. Hikâyeyi oluşturan metni neden kaleme aldığıyla başlıyor olay. Korkunç keşiflerinden sonra Starkweather-Moore adlı, daha donanımlı bir keşif gezisini engellemek amacıyla, gazetelerde yer almamış bölümleriyle hikâyeyi bir kez daha anlatıyor. Amacının bazı araştırmacıları gezinin yapılmaması yönünde ikna etmek olduğunu söylüyor ama elinde pek kanıt da yok açıkçası, fotoğraflara inanmadıklarını söylüyor mesela. Bu da metni inandırıcılıktan uzaklaştırıyor açıkçası, Dyer'ın çabaları bu yönde olsa da. Her şeyi denemeden pes etmek istemiyor açıkçası, bir de olayın psikolojik yıkımından kurtulmayı amaçlamış olabilir. Kimseye tam olarak anlatılmamış bir hikâye var elde, bu hikâye Dünya'nın ve evrenin tarihiyle ilgili ve bunu bilen iki kişi var sadece.

Cthulhu Mitosu, birbirinden bağımsız hikâyelerden oluşsa da haliyle ortak bazı mevzular var. Olaylar, karakterler. Buradaki karakterlere başka hikâyelerde tekrar rastlayacağız. Bazen sadece isimleri geçecek. Tam tersi de geçerli; mesela gezinin düzenlenmesini sağlayan bir sponsor var: Nathaniel Derby Pickman Vakfı. Pickman soyadıyla sıkça karşılaşacağız, eğer külliyatı okursak. Neyse, başlarda uzun bir yolculuk safhası var. İncelikle anlatılmış. Kutba ulaşınca kampın kurulumu, uçakların inşası (aslında parça parça uçaklar) ve Lake'in bulunan fosilleri incelemesi geliyor. Lake'e göre bu fosiller ileri derecede evrimleşmiş, bilinen hiçbir sınıfa girmeyen bir canlıya ait. Takımdan ayrılıp araştırmaya yollanmasına yol açan şey bu fosiller. Bir diğer olay da dağların tepelerindeki düzgün geometrik şekiller. Dyer önce serap olduklarını düşünüyor, yakından baktığında kadim bir dünyaya açılan kapılar olduklarını düşünüyor. Şunu da söyleyeyim, metin bir bilim adamının diliyle yazılmamış. Necronomicon'lar falan havalarda uçuşuyor, isteri krizine ramak kalmış sanki. Psikolojisini, fikirlerini şekillendiren bir ortamın getirisini metne döküyor Dyer; bir bilim insanı olarak elinden gelen her şeyi yapmış ve son bir çaba gösteriyor. İnandırıcılığı yok edici bir şekilde.

Kısa keseceğim; Lake, bilinen yaşamdan çok daha öncesinde de dünyada yaşam formları olduğunu belirliyor. Sonra o yolculuk, Eskiler'in bedenlerini bulması ve Eskiler'in çözülmesiyle birlikte ayvayı yemesi. Dyer ve Danforth'ın kadim şehirdeki yolculukları, kabartmalardan Eskiler, Cthulhu'nun müritleri ve Mi-Go'lar hakkında öğrendikleri, kaçış... Tembel olmasam alayına girerim ama cık.

Lovecraft canımızdır. Okuyalım. Evet.

28 Kasım 2013 Perşembe

Heinrich Böll - Trenin Tam Saatiydi

"Yakında ölüyüm. Öleceğim, yakında. Sen kendin söyledin bunu, senin içinde biri, senin dışında biri söyledi bu 'yakındanın' yerine geleceğini. Her neyse, bu yakında, savaş içinde gerçekleşecek. Bu bilinen bir şey, hiç değilse kesin bir şey. Savaş daha ne kadar sürecek?" (s. 10)

Sonrasında çeşitli senaryoları düşünüyor Andreas. Amerika taarruza geçmezse, Rusya geç kalırsa, bir dolu ihtimal. İhtimaller ölümü geciktirebilir mi, bunları düşünüyor. Tren tam saatinde kalkıyor, Andreas ölüme doğru bir yolculuğa çıkıyor ve bu yolculuğun her anı kurşunlar tarafından delik deşik edilme düşüncesiyle sürüyor. Kurşunlar, bombalar da önemli değil aslında, daha yirmilerinin başında olan Andreas'ı korkutan şey ileride öylece duran, devinimsiz bir şekilde bekleyen o koca karanlık.

Öğrencilerime Saving Private Ryan'ın açılış sahnesini izlettim geçenlerde, 29 Ekim'e gelene kadar nelerin atlatıldığını gözlerinde birazcık da olsa canlandırabilmek için. Törenlerde savaşlarla ilgili çok şey söylenir, çok şey anlatılır ama savaşın nasıl bir şey olduğunu kimse bilmez. Çanakkale Savaşı'nı çok okuduk, Mehmet Akif'in dizeleriyle gözümüzde canlandırdık, yine de savaşın yıkıcılığından çok uzağız. Kıyımın sonsuz dehşetini yaşamadık biz, umarım yaşamayız. Neyse, o sahnede sahile yaklaşan çıkarma gemilerindeki genç askerlerin davranışlarına pek dikkat etmemiştim. Sırf o bölümleri iki üç defa izledim sonra. Gemiler sahile yaklaşırken artan bomba sesleri, bombaların etkisiyle yağmur gibi yağan deniz suyu, askerlerin kusmaları, dua etmeleri, bir sürü şey. Birkaç dakika sonra öleceklerini bilen bu gencecik insanların kimlikleri, isimleri yok. Bahsettiğim koca bir boşluk var önlerinde, düşecekler. Başka koşullar altında iyi dost olacak insanlar, farklı üniformaları giydikleri için birbirini öldürecek. Bütün hayaller, umutlar, yaşanmış onca şey tek bir üniformada. Düşman, o zaman öldür ki o seni öldürmesin. İnsanlığı öldürmek açısından savaştan daha başarılı bir şey düşünemiyorum.

Andreas'ın cepheye yolculuğu, D-Day'de sahile ulaşmak için bombaların arasına dalan askerlerin yolculuğuyla temelde aynı. O askerlerin içinde kaç tane Andreas vardır kim bilir? Gerçi orduya katılma biçimleri farklı, üniformaların rengi farklı ama dünyanın her yerinde asker aynı askerdir, ne yazık ki.

Trene binerken bir askerler bir rahibin konuşmalarına kulak misafiri oluyor Andreas. Asker, kendini tekerleklerin altına atmak istediğini, ne de olsa yakında öleceğini söylüyor. Bu da ilginç. İnsanların nasıl öleceklerini bilmek istemeleri gibi bir şey. Bilinen bir ölüm, bilinmeyeninden daha kolay, daha çabuk kabul edilebilir görünüyor. Bu belirsizlik, metnin leitmotiflerinden biri. Saatler, istasyonlar ve daha sonra insanlar, bu belirsizliğin etrafına örülecek. Özellikle istasyonlar.

"(...) Artık hiç, artık hiç göremeyecek Nikopol'u.. Geriye. Jassy.. Hayır, Jassy'yi de göremeyecek hiç. Czernowitz'i hiç göremeyecek artık. Lemberg.. Lemberg'i görecek henüz; Lemberg'e canlı girecek. Aklımı kaçırmışım, diye düşünüyor, delirmişim ben, Lemberg ile Czernowitz arasında ölseydim ya. Ama ne çılgınlık... zorlayarak atıyor düşünceleri kafasından, yeniden sigara içmeye başlayıp gözlerini gecenin suratına dikiyor. İsteri bu bendeki, delirmişim, çok sigara içtim, bütün gece, bütün gün konuştum, konuştum durdum, uyumadım, yemek yemedim, yalnız sigara içtim, aklını kaçırmamalı insan böyle.." (s. 12)

Hınca hınç dolu bir vagonda, kıvrılıp uyumanın imkansız olduğu bir yerde geçmişin zerrelerini silmekten başka bir şey gelmiyor aklına Andreas'ın. Pek de başarılı olamıyor gerçi, bu yüzden savaşla geçmiş, bilinç akışında birleşiyor ve Andreas'ın düşüncelerini ele geçiriyor. Anlatının bir boyutu bu, diğer boyutunu başlı başına yolculuk oluşturuyor; yolculukta tanışılan askerler, sigarasızlık, delirmeme çabaları, açlık, istasyonlar, ölüme biraz daha yaklaşma düşüncesi, saatlerin sayımı... Bilinçaltından ölümle ilgili imgelerin ortaya çıkışı bir yana, ölüme uzanan yolculuğun Andreas'ın varlığının farkındalığını artırması, daha da katlanılmaz bir hal çıkarıyor ortaya. Kurtuluş yok, öyleyse kabullenmeden önce acı çek. Böyle bir şey.

Sarı ile Sakalı Uzamış var, iki asker. Farklı düşünme biçimleriyle onlar da sonun gelişi fikriyle mücadele ediyorlar ve geçmeyen zamanı eritebilmek için savaş, kadınlar ve poker hakkında konuşuyorlar. Bu da savaşa özgü; belki sosyal yaşamda yüzüne bakılmayacak insanlar eğreti bir dostluk kuruyorlar. Savaş hali. Kaçma fikri hiç gelmiyor mu akıllarına, geliyor. Trenden atlayıp kaçabilirler ama nereye kaçacaklar? Yine bilinenin çekiciliği çıkıyor ortaya. Kabul edilmiş bir ölüm, bilinmeyen bir kaçıştan daha makul gözüküyor.

"(...) Büyük bir sabırsızlık içindeyim, korkum yok, garip olan da bu, korkum yok, sadece ne olduğu belirsiz bir merak ve huzursuzluk. Ne olursa olsun, ölmek istemiyorum ben. Yaşamak istiyorum, teorem olarak hayat güzeldir, teorem olarak yaşamak olağanüstü bir şeydir, ama inmek istemiyorum, inebileceğim halde, ne garip. Sadece şu koridordan yürüyüp geçmek, şu gülünç çıkını olduğu yerde bırakmak ve inip gitmem yeter, nereye olursa, ağaçların altında, güz ağaçları altında gezinmeye, ama ben burada kalıyorum bir kurşun parçası gibi, bu trende kalmak istiyorum, Polonya'nın gamlı havasını, ölmek zorunda olduğum Lemberg ile Czernowitz arasındaki şu bilinmez geçidi müthiş özlüyorum." (s. 28-29)

Yazacak çok şey var ama bu kadar yeterli, özü aşağı yukarı anlattım. Olina var bir de. Aktarma sırasında galiba, eğlence mekanına giriyorlar ve Andreas Olina'yla tanışıyor orada. Bundan sonrası birazcık Beyaz Geceler ayarında. Birbirini tanımaya çalışan, korkunç zamanların içinde sıkışmış iki insan. Geçmişle ve şimdiyle dolu bir gecenin ardından Sarı, Sakalı Uzamış, Andreas ve Olina, yolculuğua çıkıyorlar bir arabayla. Sarı veya diğeri, Will. İsmini kazanacak kadar dostluk kurabilmiş Andreas'la. Neyse, giderlerken uçakların saldırısına uğruyorlar ve araba havaya uçuyor, Andreas kurtuluyor. Yanan arabayı ve Olina'nın kanlı kolunu izlerken ilk kez, yolculuğa çıktığından beri gerçekten ağlamaya başlıyor. Nokta. Ani bir son.

Her ne kadar eğitimliyse de eğitimi geçtim, varoluşunun farkında olan bir gencin savaş-ölüm yolculuğu. On numara bir novella mı diyeyim, roman mı diyeyim, bilemedim. Savaşanlar, savaşmak zorunda kalanlar için gelsin:

20 Kasım 2013 Çarşamba

Alacakaranlık Kuşağı

Senaryolar mı acaba diye düşündüm, bilmiyorum. 60'lardaki ilk seriyi izledim, 90'lardaki bölümleri hiç izlemedim. Belki onlardandır bu hikâyeler. Bir de ne kitaplar basılmış ya, bunun varlığından haberim yoktu. Adapazarı'nda bir sahafta rastladım.

The Twilight Zone işte, o ayarda hikâyeler var. Jerome Bixby var mesela, The Man From Earth'ün yazarı. Yazın ölen büyük adam Richard Matheson var, Patricia Highsmith var. Bilmediğim yazarlar var. Kadro güzel.

Gece Yolculuğu: Will F. Jenkins'in. Madge, yolculuğa çıkmadan önce Bay Tabor tarafından aranıyor. Yeğen Eunice de Madge'in gideceği yere gitmek istiyor, acaba beraber giddebilirler miymiş. Madge, Eunice'i arabasına alıyor ama zamanla kızın erkek olduğunu anlıyor. O civarlarda da cinayetler işleniyor falan. Bildiğimiz son geliyor derken ters köşeye yatıyoruz, ben bu hikâyeyi pek sevdim.

Salyangoz Dostu: Patricia Highsmith'in. Peter Knoppert ve salyangoz hayranlığı. Eh, bir şeye aşırı derecede bağlanırsan o da sana bağlanıyor, sonra kurtulamıyorsun falan.

Yok Olma Furyası: Matheson'ın. Auseil Sokağı'nın bir daha bulunamamasını Lovecraft okuyanlar bilir. Onun gibi. Fark şu; adamın hayatı yavaş yavaş kayboluyor. Eşyalar, insanlar, kişilik. Falan.

Küçük Bir Facia: Henry Bemis, dünya havaya uçtuğunda bir bankanın kasasındaydı. Bir anda kendini kaybetti, ayılıp dışarı çıktığında binaların yıkılmış olduğunu gördü. Her yer yıkılmıştı. Tanıdığı herkes ölmüştü. Artık en büyük özlemi olan kitaplara gömülebilirdi. Kütüphaneye gitti, kitaplara dalmışken gözlüğünü kırdı ve çocuk gibi ağlamaya başladı. Gözlüksüz hiçbir şey göremiyordu çünkü.

Sonsuzun Ötesindeki Kardeşler: En sağlam hikâyelerden biri bu. Paul Fairman'ın.

Charles, arkadaşı Conrad'ı son kez gördükten sonra Mars'a yolculuğa çıkar. Marslılarla tanışır, onlarla takılır falan. Marslılar görünürde süper canlılardır, az çok iletişim kurabilirler ve Charles derdini anlatabilecek durum gelir. Ev ister, yaparlar falan. Sonra bir gün kendini parmaklıklarla çevrilmiş olarak bulur. "Doğal ortamında dünyalı" tabelasını kafesin önüne oturtmuşlardır. Conrad'ın sözleri gelir aklına: "İnsanlar her yerde aynıdır." Sonra parmaklıkları tutup bağırmaya başlar.

Daha Güzel Yaşamak: Bu da bir diğer sağlam hikâye. Anthony, hayal gücünün sınırları içinde istediği her şeyi gerçekleştirebilen bir çocuk. Yani birinin toprağa gömülmesini istese olay gerçekleşiyor. İnsanların düşüncelerini de okuyor bu piç, hoşuna gitmeyen şeyleri yakaladığında anında kesiyor cezayı. Dolayısıyla akrabalar, komşular falan yıllardır çocuğu hoş tutabilmek için uğraşıyorlar. Yine bir sonuca varsa da etraftaki insanların ve Anthony'nin psikolojisi derince incelenmiş, fark yaratan bir hikâye bu.

Tina'nın Gecesi: Matheson'ın. Ortadan kaybolan bir bebek var. Sesi geliyor ama sesin geldiği yerde hiçbir şey yok. Başka bir boyuta geçmiş falan. Onu geri getirme çabaları.

İnsan Koltuk: Edogawa Rampo'nun. Rampo, "Japonya'nın Stephen King'i" olarak bilinen bir yazarmış. Hiç bilmiyordum, memnun oldum.

Ünlü bir yazara bir hayran mektubu geliyor. Mektubu yazan adam marangozdu galiba, bir koltuk siparişi alıyor ve koltuğun içine kendisinin de oturabileceği bir bölüm yapıyor. Koltukta yaşıyor herif yani. Koltuk el falan değiştiriyor, son durakta evin hanımına aşık olduğunu yazıyor adam. O kadın da yazarmış işte falan. Ama meğerse böyle bir şey yokmuş, yazarı etkilemek için uydurulmuş hikâye. Değişik.

İki hikâye daha var, onlar da güzel. Valla güzel kitap, türün hayranlarını keser en azından.

Şöyle müzikler yapıyoruz, ilgilenirsiniz belki:

Sahtegi

12 Ekim 2013 Cumartesi

Adnan Özyalçıner - Yağma

Yağma bir gelenek. Ele geçirilen şehirler yağmalanır, yenilgiye uğratılan ordunun karargahı yağmalanır. Pahada ağır ne varsa götürülür, bunun yanında kadınlar da götürülür. Ve dahi şehirler fethedildikten sonra da yağmalanır. "Her gün hepimizin bir şeyler yağmaladığı ve her gün hepimizin bir şeylerinin yağmalandığı bir şehrin öyküsüdür bu. İşte bu temel çelişki, kitaba bu adı vermemin başlıca nedenidir. Kitaptaki bütün öyküleri genel çizgileriyle kapsadığına inandığım yağma düzeninin çelişkileri, trajikomik durumlar yaratarak öykülere bir kara mizah havası da katmış oldu. Yoksa öyküleri bu yöne, özellikle ben sürüklemiş değilim." (s. 112)

1972 Türk Dil Kurumu Hikâye Ödülü'nü kazanan Yağma, Han-ı Yağma'yı anımsatıyor. Zaten bu şiirin bir bölümü hikâyelerden birinin epigrafı olarak kullanılmış. Sis de var tabii epigraf olarak, Tevfik Fikret'in ve İstanbul'un olduğu yerde Sis de olur.

Sur Kapılarında, balatayı hafiften yakmış bir dayının şehrin kuruluşuyla başlayan uzun bir hikâyeyi dile getirmesi. Bu anlatıcı dayıya şehrin ruhu da diyebiliriz.

Şehir kurulduktan sonra soylular sınıfının başa geçmesiyle insanların koyunlar gibi güdülmesi başlıyor. Duvarlar örülüyor; bilinmeyen, korkunç düşmanlardan korunmak için onca insanın karşılıksız, içten çabası. Duvarlar örülünce belki güvende hissediyor insan kendini ama bazı şeyleri de kaybetmiş oluyor.

"Şimdi ne denizden en küçük bir esinti alıyorduk, ne de ilkyazları ovada açan çiçeklerin kokuları, duvarların içine sıkıştırdığımız şehre ulaşabiliyordu. Soyluların ovadaki çiçeklerden ezdirdikleri kokuları, her özgür vatandaş, şişeler içinde satın alabilirdi. Koku dükkanları almış yürümüştü şehirde. Engin denizi görmek, esintisini duymak isteyenler de, soyluların işlettikleri, denize bakan yüksek kulelerin tepelerindeki çayevlerinde çay içerek bu isteklerini gerçekleştirebilirlerdi." (s. 119)

Aslında kendi özgürlüklerini engellemişlerdi, anlatıcıya göre. İliklerine kadar acı çektikleri düzenden kurtuluş umudu ortaya çıkıncaya kadar böyle gitmişti bu. Bir sabah on binlerce atlıyı gördüler kapılarında ve dayının dediğine göre kapıları açarak bu savaşçıları şehre aldılar. Efendilerinin yerini yeni efendiler almıştı böylece, her şey daha güzel olacaktı belki. Olmadı. Daha özgürlerdi belki, kendi hesapları için çalışıyorlardı ama kölesi oldukları sistem farklı bir şekilde tekrar ortaya çıktı. Kazandıkları hiçbir şeye yetmiyordu, temel ihtiyaçlarını giderdikten sonra ellerinde bir şey kalmıyordu. Böyle bir hikâye.

Yağma'da da benzer bir olay anlatılıyor. Bacağı sakat bir adamın bir akşam gezintisi. Bezmiş, umudunu kaybetmiş bir adam bu. Karısıyla birlikte tutunmaya çalışsa da beceremiyor pek. İş bulmak için çıktığı evine aylak aylak dolaştıktan sonra geri dönüyor her gün. Etrafına bakınca tek gördüğü şu, ya da anlatıcının gördüğü: "Herkes gücünün yettiğince bir şeyler çalıp çırpıyor, bir şeyler kaçırıyordu. Bir talan, bir yağmaydı bu. Kapanın elinde kalıyordu. Işık da, yiyecek de, ev de, otomobil de, iş de, kaldırım da..." (s. 130)

Gökyüzünde Ayaklanma, bir baloncunun çocuklarla, balonlarla ve hayatla imtihanı. Pek dokunaklı olmasının yanında balonların rengarenkliğiyle şehrin karalığı arasındaki çatışmanın anlatımı da on numara.

Pazar Gezintisi, cenaze arabasıyla çıkılan bir hafta sonu gezintisini konu alıyor. Sıcak bir yaz akşamı. Cenaze arabası yenilenmiş, ailenin babası arabayı evin önüne ilk kez çekiyor. Babaanne bir gezinti istiyor, atlıyorlar Kumburgaz'a. Deli bir yağmur, şehre dönüşte üstünden çamurlar damlayan, üstelik o parıl parıl parlayan güneşin altında, tek araba cenaze arabası. Trajikomik işte.

Mis Gibi Anadol'da piyangoluk bir Anadol mevcut. Vapurlardan inen yolculara satılıyor biletler. Kadın daha çok bağırıyor, en sonunda öksürük krizine tutuluyor. Hemen arkasındaki adam babası, o kadar bağırmamasını söylüyor. Bu ikisi, şehrin büyük insanlarından. Kimilerine göre küçük olabilirler ama şehri bu arkadaşlar kadar yoğun yaşamak, onlardan biri olunmadığı sürece çok zor.

Bir bu kadar hikâye daha var. Kara İstanbul'u merak edenler, Özyalçıner'in fotoğrafik ve destancı üslubuyla ele aldığı bu kitaba bodoslamadan dalabilirler.

9 Ekim 2013 Çarşamba

Adnan Özyalçıner - Gözleri Bağlı Adam

Özyalçıner'in 1978 Sait Faik Hikâye Ödülü'nün armağan konuşmasından bir bölüm:

"Sanatıma zaman zaman biçimsel kaygılar da egemen olsa, kimi sanat akımlarından da olumlu, olumsuz etkiler de almış olsam hep onları yazdım. Kendi mahallemin insanlarını. Yoksul İstanbul'u. İstanbul yazıcısı olarak, belki de en çok bu yüzden benzeşir yazdıklarımız Sait Faik'le." (s. 8)

Türk öykücülüğünde Sait Faik'le Sabahattin Ali'nin kendi kuşağı için çok önemli olduğunu belirtiyor Özyalçıner. Özellikle Sait Faik. O zamanlar Nazım Hikmet, Sabahattin Ali yasaklanmış, Sait Faik'se olabildiğince özgür. a tayfası için çok önemli bir yazar Sait Faik. Demir Özlü, Erdal Öz, hepsi söylüyor bunu.

Tutsaklar: İki mevzu bir arada; ABD üslerinin doğayı cortlatması ve faşo baba.

Köy yerinde ağa gibi biri var. Zengin bir adam. Kızı bir kamyoncuyu seviyor, kamyoncu kızı kaçıracak. Ağa haberini alıyor bunun, beraber iş yaptığı ABD askerlerinden birinin evine yerleştiriyor kızı, ev işlerine vs. yardımcı olması için. Kamyoncu dayı bunu öğreniyor, tarlalarında çalışanlara nutuk çekiyor. İşte ABD geldi üs kurdu, suyunuz kesildi, tarlalarınızı sulayamıyorsunuz, şimdi de bizim gönül işleri cortluyor gibi. Anlatıcının üslubu da aynı şekilde, ABD'ye cephe alınmış. Sosyal hayat eleştirisinin yanında siyasi eleştiri de bariz. Gizli olanı biz uyduralım: Tutsak alınan kız Türkiye, ABD yine ABD, kamyoncu da özgürlük mözgürlük.

Baskın: Yoksulluk yüzünden köyünü bırakıp gelen bir amca var, eşiyle birlikte kapıcılık yapıyor büyük şehirde. Bir sabah geç uyanıyorlar, servis için kendilerini çağıran da yok. Uzun süren bir sessizlik. Amca dışarı çıkıyor, dolanıyor biraz. Korku olaylarına bağlayacak sandım bu noktada, gerçi yine oraya bağlıyor. Apartmandaki iki genç öğrenci yaka paça götürülüyorlar, operasyon sırasında çıt çıkmamış, herkes evinden korkuyla izliyor olanları herhalde. Çocuklardan biri öldürülmüş çünkü. Amca özel time doğru hamle yapıyor, tekmeyi yiyip oturuyor. Sonra tası tarağı toplayıp köye dönüyorlar, bu olay onlar için son damla oluyor. Özyalçıner'in çaresizliği bir bütün; kişi üzerinden mekanı, mekan üzerinden olayı tamamlıyor. İnce bir işçilik var, okura tamamlaması için pek bir şey kalmıyor belki ama durum tam olarak, her yönüyle ortaya konuyor.

Buluşma: Grev. Hasan'ıyla buluşmak isteyen dikişçi abla, buluşma yerinde yalnız kalır, kimse gelmez. O sırada Hasan'ın götürüldüğü polis aracı geçer önünden. Hasan fabrikada grev başlatıcısı olmuş ama tuzakmış bu, herkes çekilince ortada bu kalmış. Aşık olduğu adamı son bir kez görmek isteyen kadın, aracı takip etmeye başlıyor falan.

İkinci Arka: Tayyar kardeşimiz mitinglere otobüs kiralayıp adam götürüyor ya, o aklıma geldi. Yevmiye de veriyorlarmış. Teşbihte hata olmaz gerçi, onlar yıkıma gitmiyorlar. Sonuçta 50 kayme varsa işin ucunda, kalabalık yapmak güzel bir şey. Bir hüloğ 50 kağıt.

Hamal Habip, ağrıyan bacağını dinlendirmek için yükünü yere bırakır ve geçmiş aklına gelir. Otobüslerle toplanan adamların arasında, 100 kağıt alacaklar gün sonunda. Sopalar, taşlar, yarılan kafalar, kırılan kemikler... Tam bir kargaşa. Bu sırada bir kurşun yiyor bacağa, o günden beri yarı topallıyor, yarı hatırlıyor. Bazı şeyleri hatırlayamasaydık belki de böylesi utanamayacaktık.

Gözleri Bağlı Adam: Yine bir ABD üssü. Teknik bir problem yüzünden Türk teknikerlerden biri ABD üssüne çağrılır. Üsse girerken gözleri kapatılır, adamımızın hayal gücü de ölümüne çalışır tabii. Dışarıda masal alemiymiş gibi anlatılan bir ortam çünkü. İşi biter, döner ve bire bin katarak gördüklerini anlatır. Böyle bir şey.

Hoş.

5 Ekim 2013 Cumartesi

Eduardo Galeano - Gölgede ve Güneşte Futbol

Futbol savaş çıkardı, futbol bir ülkenin başka bir ülkeden intikam almasını sağladı, futbol yüzünden insanlar öldü, öldürüldü. Bunların hepsini futbol gibi keyifli bir oyun mu yaptı, yoksa insanlar bu sporu yıkım, şiddet gibi doğal davranışlarında araç olarak mı kullandılar. Soru işareti yok, ikincisi. İnsanın doğasında şiddet vardır demiyorum, şiddete ulaşmanın çok kolay olduğunu söylüyorum ve futbol da insanla şiddet arasında ideal bir köprü vazifesi görüyor ne yazık ki. Bu vazife gördürülüyor daha doğrusu.

Galeano, Uruguaylı bir futbol aşığı. Deneme kitapları varmış, Can'dan çıkmış onlar da. Bende bunun ilk baskısı var ama onun kapağını bulamadım, yeni baskılardan birininkini koydum. Bu biraz tırto bir kapak. Ve hatta bu ney lan.

The Devil's Dictionary var Ambrose Bierce'ın. İnsanoğluna giydirmeli bir kitaptır. Mesela şöyle: "Elbise: İnsanların çirkinliklerini gizlemek için giydikleri hede." Tam böyle odunlamasına değil, ince ayarlar da mevcut. Bu sözlüğü alın, giydirmeleri çıkarın, maddelerin yerine dünya kupalarını, futbolcuları ve olayları koyun, bunu da kronolojik bir şekilde yapın. İşte bu kitabın olayı bu. Galeano, doğumundan önceki futbol olaylarını araştırıp incelemiş, ya da belki yaşlılardan dinlemiştir falan, kitabın ilk bölümlerini bunlarla oluşturmuş.

Taraftar, kaleci, oyuncu, top, bu maddelerle başlıyor kitap. Sonra futbolun tarihçesi. Brezilya'ya futbolun gelmesi var, İngilizler getirmiş. Futbolun kurallarının şekillenmesi, Güney Amerika'nın futbolla yatıp kalkmaya başlaması, sefaletten bir çıkış yolu olarak futbolu gören kavruk gençler, Falkland Adaları ve Maradona, Pele ve o dönemlerin bütün yıldızları, Kolombiyalı Escobar'a kadar giden bir yolculuk. Escobar'ın öldürülmesi çok çok üzücü. Bir küçük şanssızlık ve kurşun yağmuruna tutuluyorsunuz. Kalede eski Beşiktaşlı Cordoba var:


Futbolun mucidi İngilizler ve dünyanın geri kalanı arasındaki durum da ilginç. Sınıflar çok farklı olduğu için İngilizlerin şikayeti büyük: Kendileri gayet soylu, kont gibi, dük gibi adamlar ama futbolu başka ülkelerde fakirler, kokmuş adamlar oynuyor. Ühü. Hıyarlığı kes.

Goller, efsane hareketler, bir sürü ayrıntının yanında geniş bir endüstriyel futbol giydirmesi var, bir de faşizmin futbola yansıması elbette. Mussolini ve Franco dönemleri, göğüs reklamları, televizyon gelirleri ve daha fazla para kazanmak için uğraşan sömürücü bir FIFA. Ne pis oyunların döndüğünü görüyorsunuz.

Sadece futbol yok bu kitapta, geçtiğimiz yüzyılın kısa bir tarihçesi mevcut. Galeano'nun esprili üslubu keyif verici. Futbol sevmeyenler bile çok şey bulacak bu kitapta.

4 Ekim 2013 Cuma

Léo Malet - Ecel Terleri

Üçlemenin üçüncü kitabı.

Paul Blondel, düşlerinden tere batmış bir şekilde kurtuldu. Tıknaz, gözlüklü bir adam kabusu olmuştu; ne zaman görünse Paul'ü ölümüne korkutuyordu. Hele o gece, soyguna çıkmadan önceki gece Paul için çok sıkıntılı oldu. Reis'in söylediklerini yapmak zorundaydı, sevgilisini kaybetmişti ve aşağılık kompleksi yüzünden dünyasını zindana rahatlıkla çevirebiliyordu. Otuzlarına yaklaşmıştı ve yaşamak dışında başarabildiği pek bir şey yoktu.

Birinci bölümde her şeyin başladığı zamana dönüyoruz. Paul bir dolandırıcı, mücevher işi yapıyor. Bildiğimiz şey; kıytırık bir takıyı çok değerliymiş gibi gösterip kakalamak. Gözüne güzel bir kadını kestiriyor, yemi yutturuyor ve ödeme için kadının evinin civarına gidiyorlar. Barın birinde muhabbet ilerliyor. Sonrası yine aptal aşıklık. Serinin diğer iki metnindeki karakterlerin en problemlisi burada: Çok güzel, genç bir kadınla sevgili olan, kendine güveni eksilerde bir adam. Üstelik Jeanne, bütün dolandırıcı numaralarını bilen bir kadın, en başından beri dönen katakulliyi biliyordu, yine de Paul'den etkilendiği için renk vermedi.

Jeanne'in takıldığı barın sahibi Robert, yaşlı bir adam. Paul'ü ilk gördüğü an sevmiyor, üstelik Jeanne'i kaptığı için düşmanlık güdüyor. Jeanne ve Robert akraba, Robert'in barı Jeanne sayesinde döndüğü için Paul'ün ortaya çıkması sıkıntı yaratıyor. Yine de Jeanne Paul'e destek veriyor dolandırıcılık işlerinde, o da bu bataktan kurtulmak istiyor çünkü.

Diğer Paul ortaya çıktığı zaman işler karışmaya başlıyor. Reis denen bu zat, Jeanne'in eski sevgilisi. Kanunsuz işlerden servet yapmış, çetesiyle soygunlara devam ediyor. Paul, Reis'in varlığına tahammül edemese de sesini çıkaramıyor, beceriksizliği yüzünden sıkılmaya başlayan Jeanne'i elinde tutmak için Reis'in çetesine katılmayı kabul ediyor. Sonra Jean bunu terk ediyor falan, kitabın başında söz edilen soygunda da rüyalarındaki o gözlüklü adamı karşısında görünce basıyor kurşunu, polislerden kaçmaya başlıyor bu kez.

Adamımız son derece batık, şanssız ve biraz da kafadan cort olduğu için giderek dibe batıyor. Serinin en çaresiz kaçışı, en çaresiz karakteri bu kitapta. Adamımız dibe battıkça garip bir keyif alıyor okur. İşler daha ne kadar kötüleşebilir diye düşünüyor. Yeterince kötüleşiyor.

On numara final. Bulursanız alın bu üçlemeyi.

Léo Malet - Güneş Bize Haram

Üçlemenin ikinci kitabı.

Resim de yok, kitap sitesi reklamlısını koydum artık. Eh.

André Arnal 16 yaşında, serserilikten ıslahevine düşüyor. Serserilik, sokakta yatmak, kötü kişilerle takılmak ve böyle şeyler. André bunların hiçbirini yapmıyor, bir ayyaşın söylediklerini dinlemek zorunda kalıyor ve o sırada polisler bunu alıp atıyorlar kodese. Şanssızlık. 21 yaşına kadar, yani reşitliğine kadar orada kalma tehlikesi var. Gençlerle dolu bir yer ve çoğu sorunlu. Sıkıntı büyük. Neyse ki dayısından mı ne haber geliyor, bir miktar da para göndermiş. Salıveriliyor André.

Demir kapı ardından kapandıktan sonra bir anlığına tekrar açılıyor, Fernand çıkıyor bu sefer. 14 yaşlarında. Bir süre beraber takılıyorlar. Fernand, André'nin parasına sulanıyor. Annesiyle problemli bir kardeşimiz. André, Fernand'a annesini camdan atması gerektiğini söylüyor ve çocuktan kurtulmak için elinden geleni yapıyor. Fernand evine gidiyor, kısa bir süre sonra caddeye bir şey düşüyor. Fernand'ın annesi. Fernand, camdan sırıtıyor. Psikopatlığı kes.

Sefillik büyük problem, işsizlik de öyle. Kapitalizm giydirmesi sırasında şunlar geliyor:

"(...) Sefalet, üzerine yapıştığında adamı kolay kolay bırakmaz... Kurtulmak için bir mucize gerekirdi. İşin beteri de içimizde mucizeye inanan tek kişinin olmaması...

(...)

Söylüyorum sana, sefil düştüğün zaman, hiçbir şeye hakkın yoktur. Onların dediği gibi belini doğrultmaya da hakkın yoktur, güneş de uyku da sana haramdır." (s. 36)

André Milo'yla tanışır, Milo'nun yardımıyla bir iş bulur ve çalışmaya başlar. Kötü şartlarda. Tırışkadan iş kazası numarasıyla hem para alabileceğini, hem de yatabileceğini keşfeder. Öyle de yapar, numaradan bir kazayla yaralanır ve komisyonunu alan bir sigortacının yardımıyla kaza sigortasından para almaya başlar. Malet'nin kendisi de bu numarayla para kazanmış bir süre.

Fredo geliyor sonra. O da bir aylak. André'yle takılıyorlar bir süre. André, Fredo'nun eşcinsel arkadaşlarının ve pezevenklerinin de olduğu bir ortama giriyor. Gina'yla tanışıyor bu sırada, sonu getirecek olan kızla. Fredo'nun kardeşi. İlk görüşte aşk. Gina'nın babası intihar etmiş, anne alkolik. Trajikomik sahnede anne de var; André fark ediyor ki Gina'yla takılmasını istemiyor Fredo. Sonradan Fredo'yla Gina'nın yattığı ortaya çıkıyor, ensest bir ilişki. André, Fredo'yla kavga ediyor, ayyaş annenin önünde. Gina'yı kazanıyor. Bundan sonra işler çığırından çıkıyor zaten.

Eşcinsel arkadaşlar, pezevenklerini öldürüyorlar. André ifadeye çağırılıyor, orada davayı takip eden gazeteciyle tanışıyor ve çizimlerinden bazılarını adama veriyor. André yetenekli bir kardeşimiz. Gazeteci, çizimleri patronuna göstereceğini söylüyor ama bir haber gelmiyor. Çıkış yolu arayan André için ilk darbe. İkinci darbe Gina'nın evine döndüğü zaman. Çığlıkları duyup yukarı koşuyor, Abdullah nam bir zencinin Gina'ya tecavüz etmek üzere olduğunu görüyor. Oracıkta gebertiyor herifi. Fredo ayarlamış mevzuyu, onu da gebertiyor. Kaçış başlıyor sonra. Bundan sonrası trajik, kapkara anlatı.

Yokluktan kurtulmaya çalışan bir çocukla hemen hemen aynı şeyi isteyen bir kızın hikâyesi. Mekan ne kadar değişirse değişsin, her yerde boğuculuğu hissediyorsunuz. İnsanlar karanlık olunca metin de öyle oluyor ister istemez. Mis bir roman.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Léo Malet - Hayat Berbat

Anlam veremediğim bir şekilde memur oldum. İstanbul'dan beş saat uzaktayım. Küçük bir sahil kasabası, demiştim bunları. Her yer çok sessiz. Tenha. Arkamda orman, önümde Karadeniz var. İnsan yok. Unutkanlığımın son raddesi: Pazar günü 5 litrelik su aldım, öteberi aldım, eve dönüyorum. Bir müddet yokuş çıkmam gerekiyor. Yoruldum, yol kenarında durdum. Yağmurluğumu yaslandığım çite astım. Sonra poşetleri yüklenip eve geldim. Dün. Dersim bitti, eve geldim, tütün doldurmak için makaron almaya indim. Çıkıyorum, aynı çite yaslandım. Aa, e benim yağmurluk bu? İki buçuk gündür bıraktığım şekilde duruyor? İstanbul'da olsa anında kaybolur, sanki evimin askılığına asmışım gibi duruyor öyle. Gelen geçen zaten pek yok, geçenler de umursamadılar mı artık ne oldu, bilmiyorum. Neyse, yapacak pek bir şey yok. Breaking Bad bitti zaten, Seinfeld izliyorum, hikâye yazıyorum, kitap okuyorum. Bu kadar. İlk maaşımı elime aldım, ne yapacağıma karar veremedim. Yıllar boyunca o kadar yolsuzdum ki o para elimi yaktı. Aldığım gibi bankaya geri yatırdım. Şimdi de bilmiyorum, ne yapacağım onu. Dursun öyle. Oğlum siz parayla ne yapıyorsunuz lan, bir iki anlatın da önemini falan anlayalım.

Şuraya gelecektim; mayış iyi güzel, çıkıp şunu yapayım bugün diyebiliyor insan ama alışkanlıklar değişmiyor. Hafta sonları İstanbul'a kaçıyorum, eskici eskici, spotçu spotçu geziyorum. Halk ekmekçi var, ona gidiyorum. Tekerleksiz Bisikletler'i 1 TL'ye aldım adamdan. Bir de şu: http://www.nadirkitap.com/kitapara_sonuc.php?kelime=%FEikasta&anasayfaara=ARA Doris Lessing'in iki kitabı var bende, bunu da merak edip aldım. Sapanca'da bir tezgahta buldum. 4 TL. Birinci ve muhtemelen son basım. Şimdi hazine bulmanın keyfi varken neden gidip de fahiş fiyattan birinci el almak? Kazın oğlum, kitap süpermarketlerine kaptırmayın paranızı.

Kara Üçleme'yi yine böyle eşelenirken buldum, Küçükyalı'daki kitapçımda. Hayat Berbat'ı Behzat Ç. izleyenler hatırlayacaktır, bir sahnede Şule okuyordu ve Behzat da saklıyor muydu neydi. Neyse. Metis Polisiye olarak geçiyor bu üçleme ama polisiyeye tür olarak yakın bulamadım ben. Sıkı bir polisiye okuru da değilim, pek ahkam kesmek istemem ama kitaplardan genel olarak anlamadığım için buna hakkım olduğunu düşünüyorum. Kara anlatı işte. Paris'in gettoları, kaybeden insanlar. Gırla. Léo Malet, gençliğinde böyle ortamlarda bulunmuş, hayata tutunmaya çalışmış biri. Breton'la vs. tanışmamış olsaydı kendi metinlerinin kahramanlarından biri haline gelebilirdi belki.

Albert, Paul, Marcel ve Jean, para yüklü bir banka aracını soymak üzere araçlarından fırlıyorlar. Kamyonet diyelim, kamyonetin arka kapısı açılıyor ve Jean, içerideki iki kişiyi tarıyor. paraları alıp tüyüyorlar, bir de yastık bırakıyorlar ki Paul'ün kamburu numaradanmış gibi algılansın. Paul gerçekten kambur.

Anlatıcı Jean, hikâyeyi Jean üstünden öğreniyoruz ama olay bir süre sonra tamamen Jean'a dönüyor. Saldırıdan önce Jean'ın düşündüğü: "(...) Hayat berbattı. Bu her gün kendini gösteriyordu. On yaşında olmak isterdim. Neden bilmem ama on yaşında olmak isterdim. Muazzam bir on yaşında olma arzusu. Hayat berbattı; bu tiksindirici ve korkunç bir çarktı; biz de berbatlığının sürmesine katkıda bulunuyorduk." (s. 9)

Jean, hayatın ve hayatla ilgili hemen her şeyin berbat olduğunu düşünen bir kardeşimiz. Çocukluğu pek parlak değil, sonunda kendini katliam yaparken buluyor. Soygun olayı, bir fabrikanın grevdeki işçilerine destek amaçlı. Jean'ın bağlı olduğu komitenin üyeleri, mücadelelerinin silahlı eylemlere dönüşmesinden rahatsız olsa da çoğu şey gibi bu da Jean'ı etkilemiyor, çünkü Jean bazı fikirlere, ideolojilere yakın olsa da -ya da böyle bir ihtimal var olsa da- düşünceleri hayatın berbat olduğuna çıkıyor her seferinde. Bu yüzden bağlı olduğu hiçbir şey yok. Bu sefilliği sürdürmek istemiyor gibi gözükse de bana kalırsa içten içe bundan keyif alıyor. Grevdeki işçilerin kanlı paraya sırt çevirmelerinin ardından soygunu onlar için yaptığını, sefilliğe razıysalar nesiller boyunca sefil kalmalarının en iyisi olduğunu düşünüyor falan. Başkalarını düşünüp kendi hayatını bok çukuru olarak gören bir adam. Oysa o bok çukurundan baktığında bütün dünyayı bokla sıvalı olarak görmesi lazım. İçten çatışmalı bir adam Jean.

Neyse, kaçıyorlar soygundan sonra. Marcel yaralanıyor, Jean arkadaşlarına Marcel'in işinin bitik olduğunu söylüyor ama aslında öyle değil. Diğerlerini uzaklaştırıyor, Marcel'in yüzüne gülerek yarasının ölümcül olmadığını, ancak bunu diğerlerinin bilmediğini söylüyor ve Marcel'i öldürüyor. Kendince bir mizah anlayışı var adamın. Banka aracını tararken öldürdüğü adamlardan biri de aşık olduğu kadın Gloria'nın babası. Görüştükleri zaman durumu ustalıkla gizliyor.

İşçiler kanlı parayı istemiyor, para da Paul'le Jean'a kalıyor. Şehrin dışında bir villada yaşıyorlar, gazetelerde soygun haberleri çarşaf çarşaf. Bir gün hapisten kaçan bir kız geliyor villaya, Paul'le birlikte oluyorlar. Bir zaman sonra kız anlıyor bunların soyguncular olduğunu, Paul kızı öldürüyor. Soğukkanlılıkla. Banka soygunları planlıyorlar, yaptıkları en iyi işe devam edecekler. Jean'ın isteği bu.

"İnsanoğlunun yokedilmesi dileklerimi hiç yüksek sesle söylememiştim. Sadece garip hayallerle hoş tutardım kendimi... Yeryüzünde evrenin seyredilebileceği noktayı bilseydim, oraya koşar, toprağa bir kazık sokar, ona asılır ve düşerken dünyayı da peşime katarak kendimi boşluğa atardım. Bir de, yeryüzünün karnında bir kutuptan diğerine kazılı ve içi dinamit dolu tünel sistemi vardı..." (s. 48-49)

İşin bir de Gloria'yla olan bölümü var. Gloria, Lautier'yle evli. Lüks içinde yaşayan bir kadın. Jean'la sinemaya gidiyorlar, geziyorlar falan. Lakin Jean'ın hiçbir meyli olmuyor Gloria için, en azından ayan beyan. Lautier bir gün aralarında bir şey olmasından şüphelenip çıngar çıkartıyor, bir tane ekliyor Jean'. Bu olaydan sonra Gloria'yla ayrılıyorlar. Bir gün Jean'le görüşmek istiyor. Yine Jean'la ilgili bir bölüm: "(...) Lautier, kendilerinden emin ve bir o kadar da mühim olan bu gerzekler oyundan geliyordu herhalde. Gloria'yla karşılaşmıştı ve onunla yatmıştı. Ben de Glorria'yla karşılaşmıştım, ama aramızdaki engelin büyümesine ses çıkarmamıştım. Hemen onunla yatmayı düşünmemiştim. Daha derin bir şeyler olmuştu. Yaldızlı parıltılarla dolu gözlerden gelen büyük bir fırtına uçurmuştu beni. Ne sefil bir batık olduğumu ancak daha sonra kavramıştım. Hayatta nasıl hareket edileceğini bilmiyordum. Ben bir nihilisttim. Ancak Browning arkadaşımın kurşundan havlamaları yoluyla kendimi ifade edebiliyordum. Engelleri kaldırırken bunun yol açtığı yeni engeller yaratarak Gloria'ya doğru kanlı bir yol açıyordum kendime. Ve en müthiş engeli ruhumun içinde taşıyordum." (s. 96) Hayatını yönlendirdiğini düşünen, Gloria'yla ilişkisinin kontrolünün elinde olduğunu sanan Jean, hayatta nasıl hareket edeceğini bilmediğini ekliyor. Her şey elinin altından kayıyor, Browning hariç.

Lautier'nin Jean'la son görüşmesinde gebertiyor bunu Jean. Sonrasında Gloria'yla yenen aile yemeğinde aile dostu psikolog giriyor devreye ve sona doğru geliyoruz. İlk görüşmede bir olay çıkmıyor. Burada çok malzeme var, sabrım yettiğince alacağım.

Jean dört yaşındayken annesinin öldüğünü öğreniyoruz. Bu olaydan sonra mezarlıklara seve seve gitmeye başlamış. "Ve kendim de bir mezarlık oldum. Evrensel bir matemi tutuyor gibiyim." (s. 126) Annesi dolayısıyla bütün kadınlar çürüyormuş gibi düşünüyor. Bir yerde onların sadece fahişe olduğunu da söylüyordu. Gloria için tam olarak geçerli değil bu. Bu çürüme duygusu, hayatta kimseye zevk vermediği ve hayattan zevk alamadığı düşüncesiyle paralel. Gloria'yı bundan uzak tutuyor. Olabildiğince.

İkinci görüşmede her şey çöküyor. Gloria da orada, sokaktan geçen bir gazeteciden gazete alıyor. Paul yakalanmış, ötmüş. Her şey ortaya çıkıyor, Jean esir alıyor bunları. Doktor tanıyı koyuyor bu sırada; Jean'ın elindeki silahı gösteriyor, "Sizin cinsel organınız bu!" diyor. Bundan sonra müthiş bir final var, doktorun Jean'ın psikolojisini çözümlemesi. Uzun, hepsini alamıyorum. Sadece iki şey: Gloria'nın Jean için bir ceset olması ve Jean'ın yaşamının uzun, zarif bir intihardan ibaret olması.

Olduğu gibi anlattım kitabı zaten, son da sürpriz olsun ama pek de sürpriz olmayacak.

Yakın bir zamanda Erich Fromm'dan İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri'nin ikinci cildini okumuştum. Onu da yazmam lazım ya buraya, neyse. Bu ciltte "Kıyıcı Saldırganlık: Ölüseverlik" adlı bir bölüm var, burada Hitler inceleniyor. Hitler'in bir iki özelliğini Jean'a benzettim, o yüzden bu konuyla ilgili bir bölümü alıntılayıp bitiriyorum. Durumun temellerini alamadım, sadece genel bir değerlendirme:

"Aşırı ölüsever kişilerin çok tehlikeli olduklarını vurgulamaya pek gerek yoktur. Bunlar, içi nefretle dolu, ırkçı, savaş, kan dökme ve yıkım yanlısı kişilerdir. Bu kişiler, yalnızca siyasal önder olmaları durumunda değil, diktatör bir önderin olası yandaşları olarak da tehlikelidirler. Bunlar ilerde cellat, terörist, işkenceci olurlar; onlar olmaksızın hiçbir terör dizgesi kurulup işletilemez." (s. 159-160)

1 Ekim 2013 Salı

Cem Akaş - Tekerleksiz Bisikletler

Anlatım biçimlerine göre söz konusu olan mevzunun kimlik değiştirmesi güzel. Bunlar edebi işler. Bizde Ferit Edgü'nün böyle bir çalışması var, Gökdemir İhsan'ın Kurmaca Alıştırmaları var, usta Raymond Queneau'nun Biçem Alıştırmaları var. Bir şey anlatırken kimileri bunu oyun oynayarak anlatmak istiyor. Queneau şuna benzer bir şeyler diyordu: "Bütün bilimler tek bir noktaya doğru ilerliyor, edebiyat da bunun bir parçası ve yazar, yazarlığını korumak istiyorsa kendini bu olanlardan soyutlamamalıdır." Aşağı yukarı. Oyunları bu görüşün bir köşesinden çıkarabiliriz. Bunun belli bir sınırı yok; az oyun, çok olay/durum olur, tamamen oyun olur. Edebiyat bu yüzden çok güzel; istediğinizi seçebilirsiniz. Her çeşit yazarımız mevcut. Bütün dünyadan bahsediyorum.

Cem Akaş da bana göre bir oyuncu. Röportajlarında böyle bir çaba gütmediğini, sadece yazdığını söylüyor. Kuralları koyarken oyun oynamak istemediğini söylüyor ama bu da bir oyun. Edebiyatla yaşam iç içe geçmiş, olayı bu.

Tekerleksiz Bisikletler, postişten ek yazımlara kadar geniş bir alan sunuyor okura. Belli bir hikâyenin peşinde koşan bir okur değilseniz değişik anlatım teknikleri hoşunuza gidecek. Bir iki örnek vereyim, gerisi sürpriz. Şimdi gördüm, künyede şu yazıyor: "Bu kitapta yazım kuralları konusunda yazarın isteklerine bağlı kalınmıştır." Neden böyle bir şey ekleme ihtiyacı duydular acaba. Okur için oldukça yabancı bir olay olduğunu mu düşündüler, bilmiyorum. Leyla Erbil'in Karanlığın Günü metninde üç virgülden türetilmiş vs. noktalama işaretleri vardı. Bilge Karasu da yeni anlatım biçimleri denemiştir. Yeni bir şey değil bu yani, belki yayınevinin sadık okurları için bir uyarıdır bu. Öyle düşünmek istiyorum.

Halı Nerde, Dedi: Diyaloglarla ilerleyen bir hikâye. Sayılı durum cümleleri dışında alayı diyalog. Tırnak işareti kullanılmamış.

Bir Gün Hepiniz: İçinden Banksy geçen, fiilsiz bir hikâye. Jilet'in sokak sanatı, Lale'yle tanışması ve bol bol Kadıköy. Dediğim gibi, cümlelerde fiil yok.

Feniks'in Külleri: Bir Borges anlatısı gibi başlayıp Borges'i anarak biten bir metin. Dipnotların pek de dip olmaması var üstelik.

Madame Bovary eklemeleri, Thérèse Raquin çıkması, fotoğraf altı hikâyelemeleri. Üslubun özgürlüğü konusunda ufuk açıcı bir kitap. Tavsiye. 7'yi de tavsiye ederim.

Ek: Röportaj buldum bir tane.

27 Eylül 2013 Cuma

Nick Hornby - Düşerken

İntihar etmek için kurduğunuz alarmla uyandınız. Giyindiniz, makyaj yaptınız. Belki hiç öyle bir niyetiniz yokken, işinizin ortasında bir anda ofisten çıktınız. Belki evinizdeki izmarit dağının ardınızda bıraktığınız tek şey olduğunu düşünerek ayakkabılarınızı giyip sokağa fırladınız. İstikamet bir gökdelen. Hayat boktan, intihar edeceksiniz. Belki hiçbir şey size yetmemeye başladı, hayatınızda radikal bir değişim istiyorsunuz. Belki canınız çok sıkıldığı için. Her neyse, gökdelene çıktınız ve orada üç kişi daha var. İntihar etmek için en popüler gökdeleni seçtiniz. İntiharı biraz ertelemeniz gerekecek.

Martin Sharp, ünlü bir sabah programı sunucusu. 15 yaşında bir kızla cinsel ilişkiye girdiği için eşini, çocuklarını, işini kaybediyor. Çatıya. Maureen, engelli oğluna yıllardır bakan, kiliseyle ev dışında başka bir yere gitmeyen bir kadın. Rutinden bıkmış. Çatıya. Jess, takıntılı bir genç kızımız. Babası bürokrat, kardeşi kayıp. Zor bir çocukluk geçirmiş, kafayı kırmış biraz. Deli gibi. Chas'in kendisini arayıp sormamasına takmış, çocuğu arayıp bulamamış. Çatıya. JJ, ABD'de iki albüm yapıp dağılmış bir grubun elemanı. Sevgilisinin peşinden İngiltere'ye geliyor, kız bunu terk edince kurye olarak çalışmaya başlıyor. Bir siparişi adrese götürürken motoru yol kenarında bırakıyor. Çatıya. Dördünün karşılaşmalarına kadar hikâyeleri böyle. Karşılaştıktan sonra birbirlerinin hayatlarını toparlamaya çalışacaklar, yapacak başka bir şeyleri yok. Sıkı bir grup da değil bu; her biri çok farklı sebeplerle çatıya çıkmış. Çok farklı insanlar. Bu toparlama mevzusu da haliyle oldukça ilginç olacak.

Jess atlamak üzereyken Martin kızı boynundan yakalıyor, Maureen'le birlikte kızın üstüne oturuyor. O sırada ortama JJ geliyor, pizza sipariş edip etmediklerini soruyor. Çalıştığı yerin motosikletini çalışır halde aşağıda bırakmış. Böyle tanışıyorlar. JJ hakkında bir iki şey: Faulkner, Dickens, Vonnegut, Brendan Behan, Dylan Thomas seviyor. Gerisi kendi ağzından:

"Neyse, kısacası bir yılbaşı gecesi Kuzey Londra'da o boktan mopedinizle pizza dağıtıyor, üstelik bütün ay çalışmanın kaarşılığında ala ala asgari ücret alıyorsanız insanlar hemen sizin bir zavallı olduğunuz sonucuna varıyor. Tamam, evet, işin içinde bir zavallılık var tabii. Zavallı adamlara, hiçbir işte dikiş tutturamamış olanlara göre bir iş pizza dağıtmak. Ama bu işi yapanların hepsi de geri zekalı değil. Hatta Faulkner ve Charles Dickens okumuş olmama karşın bu işi yapanlar arasında en aptalı, en azından en eğitimsizi bendim. 

(...)

Benim kuşağımın sorunu şu: Hepimiz kendimizi birer dahi sanıyoruz. Elimizle bir iş yapmak ya da bir şeyler satmak bizi tatmin etmiyor, biz ille de bir şey olmak istiyoruz. 21. Yüzyılda yaşayan insanlar olarak bunun en doğal hakkımız olduğunu düşünüyoruz. Eğer Christina Aguilera, Britney ya da bilmem kaç tane boş kafalı Amerikan pop yıldızı bir şeyler olabiliyorsa, biz niye olmayalım? Biz de istiyoruz, tamam mı? Benim grubum için de geçerliydi bu. Biz de böyle düşünüyorduk işte. Bir barda görebileceğiniz en şahane sahne gösterilerini biz yapıyorduk. İki albüm çıkardık. Müzik eleştirmenleri albümlere bayıldı ama sokaktaki insanlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Yetenekli olduğunu bilmek insanı mutlu etmeye yetmiyor, değil mi? Aslında yetmeli tabii. Yetenek bir armağandır, sana öyle bir armağan bahşedildiği için yatıp kalkıp dua etmelisin. Ama ben öyle yapmadım. Tam tersi, öfkelendim çünkü yeteneğim para etmiyordu, üstelik Rolling Stone'un kapağına bile çıkamamıştım." (s. 35)

Sonrasında yapmak istediği ve yapamadığı onca şey var, anlatıyor bir bir. Yeteneği olan, fakat kendi deyişiyle ayaklarının üstünde duramayan bir adam. Kimsenin yetenekli olmakla yetineceğini sanmam, ego manyakları hariç. Kullanılamayan yetenek adamı içten içe yer. Fırsatı olsa dünyanın en iyi müzisyenlerinden biri olacağını düşünen, hatta bilen bir adamın memur vs. olduğunu düşünebiliyor musunuz? Her gün ayrı bir işkence olur. Bu abimiz için de durum bu. Evet, belki herkes bir şey olmak istiyor ama yeteneğinin olmadığını er geç anlayan biri için rüya çabuk bitiyor. JJ gibiler için o rüya devam ediyor. Boktan bir işte çalışırken bile.

Yarım saat veriyorlar birbirlerine, hikâyelerini anlatmaya başlıyorlar. Martin için kolay bir olay; bir televizyon yıldızının skandalını elbette duymayan yok ama işin öbür boyutunu anlatıyor. Kızın 15 yaşında olduğunu bilmiyormuş, çok alkollüymüş. Böyle şeyler. Jess Chas'i anlatıyor. Maureen oğlunu anlatıyor. Arada intihar sebeplerini tartışıyorlar. Bu dört karakter de sırayla anlatıcı oldukları için olayların her biri açısından nasıl şekillendiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Düşüncelerini de okuyabiliyoruz tabii. Mesela JJ'in intihar sebebi olarak beynindeki CCR hastalığını söylemesi. CCR, Creedence Clearwater Revival. Who'll Stop the Rain. Kendi trajedisini intihar etmek için yeterli görmemesi. Her birinin böyle küçük mevzuları çıkıyor arada.

Önce Jess'in olayı çözülüyor; gökdelenden inip Chas'in olduğu partiye gidip çocuğu buluyorlar. Çocuk, Jess deli gibi bir şey olduğu için onu aramamış falan. Jess müsteşar kızı işte, ailenin durumu iyi olsa da yıllar önce kaybolan bir abla var, aileyi dağıtmış bu. Anne manyak olmuş, Jess'e karşı leş gibi. Jess de tırlatıyor hafiften. Ne diyeceği, ne yapacağı belli olmayan bir kız.

Martin'in evine gidiyorlar sonra. Eşi Martin'den ayrılmış haliyle, çocuklar da yanında. Martin, birlikte program sunduğu Penny ile birlikte yaşıyor. Penny'le hikâyesi için dediği: "(...) Kitapta birbirlerine aşık oldukları halde bir türlü bir araya gelemeyen, nihayet bunu başardıklarındaysa artık yüz yaşına basan bir çiftin hikâyesi anlatılıyordu. (...) İşte Penny'le ilişkimiz de böyleydi." (s. 91) Burası güzel, çünkü kitap Kolera Günlerinde Aşk ve Hornby bundan Ölümüne Sadakat'te de bahsediyordu. Böyle ince izleri bulunca seviniyor insan.

Martin'de Sevgililer Günü'ne kadar intihar etmeyeceklerine dair söz veriyorlar. 14 Şubat'ta buluşacaklar. O arada hayatları daha iyiye gitmiyor tabii, hatta buluşmalarından sonra da işler iyice acayip bir hale geliyor, gazeteciler Martin'den dolayı bu intihar grubuna ilgi göstermeye başlıyor, bunlar da bir meleğin kendilerini intihardan vazgeçirdiğini söylüyorlar, para karşılığı röportaj yapıyorlar falan. Kitabın yarısı böyle, diğer yarısında farklılıklarının ve ettikleri onca kavganın kendilerini iyileştirdiğini görüyorlar. En azından kitabın sonunda kimse ölmüyor. Ha, başka bir buluşma gününde gökdelenin tepesinde bir araya geldikleri zaman beşinci bir kişi görüyorlar, binanın kenarında. Adamı vazgeçirmeye çalışırlarken adam sessizce inleyip bırakıveriyor kendini aşağı. Kendi hayatlarını sona erdirmeye o kadar yaklaşıp başaramadıkları, aslında pek de sorunlu kişiler olmadıklarını düşünerek utanıyorlar diyebiliriz, bu duyguyla birbirlerine sarıyorlar yine. Kim anlatıcıyken düşünüyordu, bilmiyorum ama birinin fikri şuydu: Aslında yaşamayı çok seviyorlar ama hayatları boktan. Yaşamla ilgili bir problemleri yok, sadece bazı şeyleri değiştirecek güce, sabra sahip değiller.

Daha pek çok olay var, tatile çıkıyorlar falan, büyük bir toplaşma oluyor tanıdıklarıyla ama şu kadarını söyleyeyim, Maureen kendi hayatını yaşamayı unuttuğunu anlıyor, bir işe giriyor. JJ, kendisini terk eden kızla konuşuyor ve kızın kendisini müziği bıraktığı için terk ettiğini duyunca sokakta gitar çalmaya başlıyor. Başarısızlıktan değil, onu hayata bağlayan müziği bıraktığı için. Martin ve Jess de bir şekilde devam ediyorlar. Hayat devam ediyor.

Hornby okurları bu romanı pek sevmemişler, çok sinematografikmiş. He, bir de kitabın film haklarını Johnny Depp satın almış, öyle de bir olay var. Öyledir, değildir, bilmiyorum. Beş Hornby kitabı okudum, Ölümüne Sadakat bir yana, diğerlerinden iyi veya kötü diyemem. Hornby işte. Akar gider. Pek tavsiye ederim.


Bunu da tavsiye ederim. 

25 Eylül 2013 Çarşamba

Aslı Tohumcu - Taş Uykusu

Toplu taşıma araçlarındaki tiplerden yola çıkarak bir şeyler yazmaya bizde Halid Ziya başlamış olabilir. Onun zamanında tramvay vardı. Hayat-ı Şikeste hikâyesinde yanlış yöne giden bir tramvaya binen kızla bu kıza yardımcı olan adamı anlatır. Başka bir hikâyede tipten tipe atlayarak kişilerin ruh hallerini, hayatlarını yüzlerinden okur adeta. Bu konuları muhtemelen bir tramvay yolculuğunda, onca yüzü inceleyip nasıl bir mevzu çıkaracağını düşünürken buluyordu. Tam hatırlamıyorum, kaynak da İstanbul'da kaldığı için bakamıyorum ama kendisinin şuna benzer bir sözü vardı: "Bana bir tramvay dolusu insan verin, size bir roman yazayım." Eh, böyle bir şeydi. Aristo söylemiş gibi oldu ama anlayın işte. Aynı sıralarda Hüseyin Rahmi de yazıyordu, Şık'ın girişindeki tramvay sahnesi efsanedir. Vapurlu bir hikâyesi de var, Ada Vapurunda, o da oldukça komikti. Yani o zamanlardan toplu taşımadaki tiplerden yararlanarak üretilen metinler mevcuttu ve gayet başarılıydı bunlar, günümüze kadar daha kaç metin vardır böyle.

Aslı Tohumcu'nun toplu taşıma deneyinde bütün karakterler sırayla anlatıcı oluyor. Her birinin iç dünyasına odaklanabiliyoruz, böylece Türkiye'nin kişisel ve sosyal çöküntüsünü falanını filanını görebiliyoruz. Otobüste vs. insanlara bakıp "bunların hayatları nasıl lan acaba" diye düşünmüşünüzdür illa. Şimdi aynı taşıttayız, aynı manzaraya bakıyoruz ama düşündüklerimiz, düşüneceklerimiz çok farklı. Nereye gidiyorsunuz, ne derdiniz var, kimsiniz? Beş dakika sonra birbirimizi bir daha görmemecesine, görürsek de hatırlamamacasına ayrılacağız. Hayat akıp gidecek. Bu kitapta, yolculuklarda hayatlarını merak ettiğiniz kişilerin bir bölümü, birtakım düşünceleriyle birlikte dondurulmuş, muhafaza edilmiş. Bu açıdan, yani anlatıcının kişi kişi gezmesinden ve karakterler ele alınırken ortaya çıkan üslup değişiminden bahsediyorum, başarılı bir metin bence. Farklı sıkıntıların bir süre sonra birmiş gibi algılanmasını sağlıyor bu anlatıcı değişimi. Korkutucu bir şey; onca farklı yaşamın aynı noktada birleşmesi, bunlardan kurtuluş yokmuş gibi hissettiriyor. Kurtuluşun olmadığı yerde de şiddet doğuyor haliyle. Arka kapakta "Türkiye'nin şiddet yüklü yüzü" deniyor bu çıkmaz için. Şiddet, şartlar uygun olduğunda kolaylıkla ortaya çıkan bir şey. Savaş gibi. El bombasının pimini çekeriz, karşı tarafa sallarız. Elimizdeyken bir nesnedir sadece, bütün olağanlığıyla basit bir eşya gibi. Attığımız zaman sadece sesi gelir bize, öbür tarafıyla karşıdakiler ilgilensin. Şiddet de böyle. Sinirleniyoruz ve olağan hareket ediyoruz. Bize göre. Bu olağanlık tekme olur, yumruk olur. Bunu da bunları yiyen düşünsün. Çok basit. Şunu vermesem olmaz:


Bu insanlar eve ekmek götürmeyi, kocadan yenecek dayakları düşünürken erdemli bir insan olmak bunun neresinde kalacak? Kalmayacak bile.

Şoförle başlıyoruz. Şoför, metni de yolculuğa çıkartan dayımız. Yaşadığı bildiğimiz bir bunaltı: Aynı duraklar, aynı insanlar, her şeyin tekrar etmesi. Üstüne akbil basmadan geçenler, beleşçiler vs. derken kayışı koparmamaya çalışıyor.

Kişilere ayrı ayrı değinsem bu yazı destan olur. Bir iki anlatayım. Polis olmak isteyen, polis olunca istediği kızı elleyebileceğini düşünen bir genç. Karısının sertliğinden bezmiş, evden ayrılmış, oğlunu görmek isteyen bir adam. Kendi çocuğunu öldüren, olaya şahit olan kızını da öldürmeyi düşünen başka bir adam. Kocasının tecavüzüne uğrayan bir kadın. K. adında gizemli bir adam. Beş on kişi daha ekleyin böyle. Kadro sağlam yani, dertler şelale.

Şiddet, Aslı Tohumcu'nun özellikle üzerinde durduğu, başarıyla normalleştirdiği bir olgu. Bütün kişisel facialar için. Trajik değil, yıkıcı değil, su içmek gibi bir şey, basit. Korkunç tabii ama bu normalleşmenin sonu daha da korkunç, belki de bir sonu olmadığı için. İlerleyen bölümlerde şiddetle ilgili bir bölüm var, küçük bir kısmını alıyorum: "Ara sıra karşımızdakini yok etme arzusu duymamız tamamıyla normaldir. Ama bunu eyleme dökmemiz başka faktörlere bağlıdır; sosyal ve ekonomik şartlara." (s. 76)

Final tam bir kaos, malumu ilam. On numara.

Küçükyalı'da halk ekmekçiden almıştım bunu, 3 TL. Bulursanız alın, 500T'ye binip okuyun hatta.


24 Eylül 2013 Salı

Richard Brautigan - Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek

Kaybolmayan anı istiyoruz. Biz öldükten sonra bunlar bir şekilde varlığını sürdürse, bu dünyada kalan bilinç kırıntılarımızla birlikte yaşasalar. Bencilce bir şey ama en doğal hakkımız; aklımıza kazınmış, istediğimiz an bütün canlılığıyla gözümüzün önüne getirebildiğimiz anılarımız korunsun. Geride bir şeyler kalmalı. Bu cümleye kitabın adını alacaktım, üşendim. Almışım gibi düşünün. Bachelard'ın evlere dair bir sözü vardı, tam hatırlamıyorum. Evlerin binlerce anıyı peteklerinde hapsetmesi gibi bir şeydi. Brautigan bir şato. Anlattıklarından daha çok anlatmadıklarını düşünerek tedirgin oluyor insan. Cansever kendi için "hiç kimselerin ilgilenmediği bazı olayların tarihçisi" der ya, Brautigan'ın çabası da benzer bir çaba.

Brautigan'ın okuduğum ilk kitabı. Diğerlerini Kadıköy'de arayıp bulurum artık. Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek, kişisel tarihçiliğin on numara bir örneği. İntiharından iki yıl önce tamamlamış bu kitabı Brautigan, 1981-82 gibi. Beat Kuşağı'nın en kendine özgü, içe dönük ve kendini öldürmeli adamı.

Hamburger yemeye tercih edilen kurşunlarla başlıyoruz. Ağlayan bir çocuk, sonsuz bir suçluluk duygusu ve okurda uyanan büyük bir merak. Kitabın sonunda çember tamamlanacak. Sondan önce çocuğun yaşadıklarını, iç içe geçmiş anıları adım adım izleyeceğiz. Bunları birbirine bağlayan leitmotif şu:

Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek
Toz... Amerikalı... Toz

Anıların ilki, II. Dünya Savaşı'nın ardından çocuğun yaşadığı civardaki gölün kenarına gelen bir çifte ait. Kadınla adam zebellah gibiler, karavanları var ve deli gibi balık tutuyorlar. Çocuk onları izliyor. Günler boyunca. Bu sırada yaşamayı, güneşi, suyu ve yoksulluğu keşfetmeye çalışıyor. Brautigan'dan naif, hassaslık dolu bir bölüm:

"O zamanlar, giymeye zorlandığım o alay edilecek kadar eskimiş tenis ayakkabılarının anlamıyla, Devlet yardımı aldığımız ve Devlet yardımının da, doğası gereği, bir çocuğun gurur duyması için verilmediği gerçeği arasında ilişki kuramayacak kadar naif ve saftım.

Yeni bir çift tenis ayakkabısı aldığımda, dünyaya bakışım birden değişirdi. Yeni bir insan olurdum, dünya üzerinde yeniden gururlu yürümeye başlardım ve dua ederken yeni bir çift tenis ayakkabısı almama yardım ettiği için Tanrı'ya şükrederdim." (s. 13)

Yoksul çocuklar çevrelerine, hayatlarına biraz daha dikkatle yaklaşıyorlar galiba. Evlerindeki uyarıcı eksikliğini çevredekilerle gidermeye çalışıyorlar. İyi bir gözlemci olmalarının temeli bu. Tabii bunun için yoksulluktan önce duyarlılık, merak ve biraz da kolaylıkla özlemek lazım.

Anlatıcının bahsettiği yoksul bir çocuk, kendi çocukluğu. Çiftin gelişini beklerken yakınlardaki bıçkıhanenin bekçisiyle ahbaplık kuruyor. Bu çocuğun farklı bir kişiliğe sahip olduğunu anlıyor insanlar, o yüzden yüzeysel olmayan ilişkiler kuruluyor aralarında. Çocuk, bekçinin boş bira şişelerini toplayıp depozitolarından para kazanıyor.

Bundan sonra ölü çocuğun cenazesi geliyor. Hassas biri demiştik bizim çocuk için, ölü bir çocuk fikrinin ne kadar travmatik olacağını tahmin edin. Jackson C. Frank geliyor aklıma. Naif bir sanatçı, kendi şarkılarını yazıp söylüyor ama çocukken zor kurtulduğu, arkadaşlarının ölmesine yol açan yangını unutamıyor bir türlü, tek bir albüm çıkarıyor ve gerisi gelmiyor, acılarla boğuşuyor hayatı boyunca. Yalnız başına ölüyor. Bazı insanlar kaldıramaz acıyı. "Çok acı var, dayanamıyorum." Dicle Koğacıoğlu'nun intihar notu. Herkesin bir sınırı var, bizimki nerede başlıyor acaba?

Çocuğun naaşı, cenaze levazımatçısının kızının soğuk, bembeyaz elleri, sürekli tütün çiğneyen yaşlı adam ve gelip geçen tatiller, günler, aylar, insanlar, alayı birbirine karışıp anı bulamacı oluyor. Böyle bir anı topağında kronolojik bir ilerleyiş bulamıyorsunuz. Normaldir. Yine de çember kapatılmış; hamburger-mermi mevzusunda çocuğun gittiği okulun jönü başka bir çocuk var. Bu başka çocuk, bizimkiyle arkadaşlık kuruyor ama okul dışında. Okulda bunları birlikte gören yok. Neyse, ava gidiyor bunlar ve bizimki, hamburger yerine tercih ettiği mermilerden biriyle çocuğu vuruyor. Yanlışlıkla. Eleman ölüyor ve gelsin ömür boyu pişmanlık. Gerisi zaten Brautigan. Tütüncü yaşlı adam ve kendisi hakkında söylediği bir şeyle bitiriyorum:

"O zamanlar, bir takvime baktığımda sık sık zamanın coğrafyasında kaybolduğunu ama yine de bunu umursamadığını düşünürdüm. Çok geçmeden kendimi de onun gibi bulacağımdan pek haberim yoktu:

Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek
Toz... Amerikalı... Toz" (s. 66)

Bitti.

23 Eylül 2013 Pazartesi

Nick Hornby - Futbol Ateşi

Çocukken zaman ölçütüm babama gitmek veya babamdan gelmekti. Televizyonda bir film başlayacak, mesela 22:00'da olsun. Babamlardan geldikten iki saat sonra film başlayacak, diye düşünürdüm. Ben çok küçükken annemle ayrılmışlar. Kendine yeni bir aile kurmuştu, Suadiye'de oturuyordu. Orası benim için cennet gibiydi. Geniş, ağaçlıklı sokaklar. Küçükyalı'dan pek bir farkı yoktu gerçi ama çocukken canım çok sıkılırdı, Suadiye değişik bir yer sonuçta. Her neyse, şuraya bağlayacağım; kendimi de takıntılı bir insan sayarak söylüyorum, bizler için zaman çeşitli olaylarla ve kişilerle birlikte akar. Bu mevzu çok küçük yaşlardayken yerleşiyor ve insan bundan kurtulamıyor. Babamla ilişkimiz koptu, yerine apartmanın karşısındaki dükkanın mantı yaptığı günler geldi, ardından başka bir şey. Şimdi Zonguldak'a yerleşmem ve 5 saatlik Zonguldak - İstanbul yolculukları var. Zaman bütün bu insanlarla, bütün bu olaylarla birlikte akmıyor, damlıyor. Bu yüzden ayrıntıları çok iyi hatırlıyoruz belki, sanki bazı şeyleri daha dün yaşamışız gibi. Aslında öyle değil, olayları birçok saçma sapan şeyle eşleştirdiğimiz için hiçbiri aklımızdan çıkmıyor. Sonra bazılarını anlattığımız zaman, "Öyle mi, hiç hatırlamıyorum ya," diyorlar ve ele sopa alasımız geliyor. Nasıl hatırlamazsın ya. Sinirlendim yine. Bir değil, beş değil, on değil.

Ölümüne Sadakat'i lisede okudum, Cthulhu Mitosu Öyküleri'yle takas etmiştim. Filmi de var, John Cusack oynuyor. Ben kendisini çok severim. Başrolü almayı çok istemiş, ondan başkasını düşünemiyorum o rol için. Gerçi kitabı daha iyi, önce onu okumanızı tavsiye ederim. Neyse, adamın takıntılarına hayran kalmıştım. Bir plak dükkanınız var, yıllardır sabit bir şekilde yaşıyorsunuz ve size en çok koyan son ayrılığın ardından başarısızlıkla sonuçlanmış, sizi darmaduman etmiş beş ilişkinizin bitiş sebebini sorguluyorsunuz, bu esnada bu olaylarda rol oynamış bütün kadınlara ulaşıp ilişkinin neden bittiğini soruyorsunuz. Hayat toparlamak için en ideal yol değil belki ama herkes en ideal yolu bulsaydı kimsenin herhangi bir problemi olmazdı, hiçbir konuda. Futbol Ateşi otobiyografik bir metin. Ölümüne Sadakat, İyi de Nasıl?, Çat! gibi Hornby romanlarını bu metin üzerinden değerlendirirsek bunlardaki birçok mevzunun aydınlandığını, takıntıların vs. doğrudan Hornby'den geldiğini görebiliyoruz.

"Bu kitap, kendi saplantımla arama belirli bir mesafe koyma çabasıdır. Liseli bir oğlanın aşkı olarak başlayan bir ilişki, nasıl olur da hayatımda kendi irademle girdiğim diğer tüm ilişkilerden daha uzun, tam yirmi beş yıl sürer? (Aileme çok düşkünüm, ama onlar tam anlamıyla bizzat kendi irademle kurduğum ilişkiye dahil sayılmazlar ve 14 yaşından önce kurduğum arkadaşlıklardan hiçbiri -okuldaki Arsenal taraftarları hariç- sürmüyor.) Peki bütün o, zaman zaman üzerime çöken umursamazlık, keder ve hakiki nefret duygularına rağmen bu ilişki bozulmadan sürmeyi nasıl başardı?" (s. 9)

Çocuklukta edinilmiş bir Arsenal aşkı ve Arsenal maçları üzerinden yazılmaya çalışılan kişisel bir tarihçe. Babayla sürdürülmeye çalışılan bir ilişki, büyüme sıkıntıları, kızlar, aylaklık, öğrencilik, değiştirilen işler, yazar olmak için bırakılan işler. Tabii bu kadarla sınırlı değil, futbol üzerine düşünülmüş onca şey de cabası. 32 kısım tekmili birden.

Ebeveynlerin ayrılmasıyla Arsenal aşkının başlaması aşağı yukarı aynı zamanlara denk geliyor. Babanın çocukla birlikte zaman geçirebilme kaygısı çıkıyor ortaya; çocuk tiyatroya, sinemaya gitmek istemiyor. Baba, maça gitme fikrinin çocuk tarafından geri çevrilemeyeceğini keşfediyor ve Arsenal maçlarına gitmeye başlıyorlar. Arsenal o zamanlar, 60'lı yıllarda sıklıkla kazanan bir takım değil. Arsenal'i takip eden biri değilim ama şimdi daha sık kazandıklarını söyleyebiliriz sanırım. Şampiyonlar Ligi'nde genelde son sekize kalıyorlar ama Barcelona'dan çekiyorlar bayağı. Bu sene Mesut da gitti Arsenal'e, daha iyi şeyler yaparlar umarım. Henry'li, Pires'li, Bergkamp'lı zamanlardaki gibi. Neyse, o zamanlar pek kazanamıyorlar. Bu takıma aşık bir çocuk için yenilginin bir yaşam biçimi olduğunu düşünün. Sıkıntı büyük olur. "Acı çekerek eğlenme benim için yeni bir şeydi ve galiba ben de yıllardır böyle bir şeyi bekliyordum." (s. 19)

Bunlardan sonra futboldaki yenilgilerin Hornby'nin hayatındaki yenilgilere doğru evrilme tehlikesi beliriyor ve Hornby, hayatını bir parça olsun değiştirebilmek için futbolla ilgilenmeyi bırakıyor bir süreliğine. Üniversiteye giriyor, Cambridge'e. Cambridge United'ı desteklemeye başlıyor. Küçük bir takım ama kazanıyor en azından. Küçük takım taraftarlığı, ayrı bir zevk. Sonrası kalsın, bir yerden edinip okumanızı tavsiye ederim.

Taraftar olmakla, bir takımı sevmekle ilgili söylenenler de ilgi çekici. Mesela tuttuğunuz takımın bütün maçlarına gitmek veya takımda yer almış herkesin -20 sene öncekiler dahil- adını bilmek sizi iyi bir taraftar yapar mı? Fanatizm nerede başlar, nerede yıkıma doğru evrilir? İyi bir feministten iyi bir taraftar olur mu? Maçlardaki şiddet olaylarını düşünürsek, o heyecan insanı birkaç dakikalığına da olsa savaş koşullarını mı yaşatıyor, yani insan insanlığını unutup her şeyi yapabilecek bir hale mi geliyor? Endüstriyel futbol, taraftarlığı öldürüyor mu, yoksa şiddetten arınmış bir futbol için lazım bir şey mi?

Müthiş. Sadece futbol kitabı olarak bakmayın buna. Saplantıyla tutulan bir takımın bir hayatla nasıl bütünleştiği, iki tarafın yenilgilerinin birbirine benzemesi ve her şeye rağmen başarılı olmaya çalışırken takımın da başarılı olması. Bazılarımız takıntılardan ibaretmiş gibi duruyor, en azından yazdıklarında. Nick Hornby böyle bir adam. Kaçırmayın.

Biterken Dredg - Catch Without Arms albümünü bitirmiştim, 16 Horsepower dinliyordum. Seneler önce ilk kez Karga'da dinlemiştim. Kadıköy'de. Şimdi oralar çok uzak değil ama uzak. Başka bir şehir çok acayip bir şey kariler. Ben orada yaşamanızı istemem.

27 Ağustos 2013 Salı

Erich Fromm - İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri I

İnsan Yıkıcılığının Anatomisi diye de geçiyor, bunlar hep çeviri yorumları.

Freud'un öğrencisi Fromm, sonradan kendi yolunu bulmuş, almış yürümüş bir filozof. Birey-toplum ilişkileri üzerine çalışmış daha çok. Ben bilmiyorum tabii, meraklı bir okurum, o kadar. Kendimce üç beş bir şey anlatacağım işte.

6 yıllık bir araştırmanın ürünü bu. Nöropsikolojiden antropolojiye, geniş bir çerçevede birçok disiplin ele alınarak çalışılmış. Gayet kapsamlı, öküz gibi bir çalışma. İki cilt, bu birincisi.

Saldırganlığın terimsel olarak anlamı üzerinde duruluyor ilk olarak. Saldırganlık salt yıkıcılık anlamına gelmiyor, savunucu saldırganlık gibi olaylar var, Fromm bunları ayrı ayrı incelemiş. Gelecek oralar.


İçgüdüler ve İnsan Tutkuları

Giriş bölümünde saldırganlığın terimsel boyutları incelendikten sonra psikolojik yaklaşımların konuya açıklık getirme denemeleri ele alınıyor. Bu bölüme Fromm'un bazı şahıslara ve deneylere giydirme bölümü diyebiliriz, ayarlar verilmiş. En başta Fromm, içgüdücülükten veya davranışçılıktan birinin seçilip diğerinin yanlışlanması fikrini doğru bulmuyor. İkisini de içeren, doğacak bir sentezle kendi açıklamasını getirmeye çalışacağını söylüyor, sonra ayarlara geçiyor. Ardı arkası yok, ben bir örnekle geçiştireceğim. Konrad Lorenz, uzmanı olmadığı bir alan olan psikoloji üstünde çalışmış, hayvanları inceleyerek vardığı sonuçları olduğu gibi insanlara mal etmiş bir araştırmacı. Saldırganlığın ve yıkımın insanın biyolojik kodunda bulunduğunu belirtiyor. Fromm da adeta "yav hee he" çekerek ayarlara girişiyor.

Yumuşak-savunucu saldırganlıkla kırıcı-yıkıcı saldırganlığın sadece insanda bulunduğunu söyleyen Fromm, bunu da içgüdü ile kişiliğe bağlıyor, kişilik yerine "organik dürtüler" kavramını kullanıyor. Lorenz'e giydirmesinin temeli de bu; Lorenz'in kişiliğe yer vermemesi. Fromm'a göre içgüdüler ve kişilikle ilgili tutkular, varoluşsal farkındalığa yol açıyor. İnsanı yönlendiren şey de bu. Hangi tutkular ağır basıyorsa oraya yönelim oluyor. Eğer bu tutkulara dış bir etken yüzünden ulaşılamazsa Freud'un "engellenme" hadisesi ortaya çıkıyor, engellenmiş insanın öfkesi de fena olur tabii. Allah esirgeye. Freud'un cinsellik ve şiddet üzerine fikirleri de inceleniyor. Ayrıntılara inemiyorum, inersem bu yazı bitmeyecek. Freud'un içgüdü ve şiddet fikirlerinin incelenmesinden sonra şu var: "Bu inceleme, sevme, özgür olma uğraşları olarak ve yıkma, işkence etme, denetim altına alma ve boyun eğme dürtüsü olarak bu tutkuları içgüdülerle olan zoraki evliliklerinden boşamaktadır. İçgüdüler katıksız bir doğal sınıflamadır; oysa kişilik-kökenli tutkular sosyobiyolojik, tarihsel bir sınıflamadır. Bu tutkular,her ne kadar doğrudan doğruya fiziki varoluşun hizmetinde değilseler de, içgüdüler kadar -hatta sık sık onlardan daha çok- güçlüdürler. İnsanın yaşama duyduğu ilginin, onun coşkusunun, heyecanının temelini bu tutkular oluşturur. Yalnızca insanın düşleri değil, sanat, efsane, tiyatro -yaşamı yaşanmaya değer kılan her şey- bile bu kaynaktan doğar. İnsan, fincanla atılan zar gibi, salt bir nesneymişçesine yaşayamaz. Yiyip içen ya da üreyip çoğalan bir makine düzeyine indirgendiğinde, gereksinme duyduğu bütün güvenceye kavuşmuş olsa bile, çok acı çeker." (s. 31-32) Akla direkt Amerikan Sapığı ve Biz geliyor. Birinde seçim özgürlüğü kisvesi altında sunulan standart bir yaşam var, diğerinde erkin topluma dayattığı bir yaşam stili. İkisinde de fizyolojik ihtiyaçlar, hatta kimi toplumsal ihtiyaçlar karşılanır, fakat sürekli bir huzursuzluk içinde arayışa yönelmiş bir insan için bunlar yeterli değildir. Şurası Amerikan Sapığı'nın çıkış noktasıymış gibi gözüküyor: "İnsan canlı, hareketli bir yaşam ve heyecan arar; daha üst düzeyde bir doyuma ulaşamadığında da yıkmaya dayalı canlı, hareketli yaşamı kendisi için kendi yaratır." (s. 32) Bundan sonrası insanın tutkuları yüzünden intihar edebildiğine, fakat cinsel doyum yoksunluğu yüzünden böyle bir yolu seçmediğine dair birtakım fikirler. Tutkular insanlar için çok önemlidir. Böyle şeyler.


İçgüdücülük, Davranışçılık, Ruhçözümleme

Ya bu kitaplara kolay kolay yaklaşamıyorsun arkadaş işte ya dsfd. Yazar dayı sana diyor ki bak kardeşim, sen zaten bu mevzuyu biliyorsun, o yüzden buna pek yer vermeden asıl anlatmak istediğim şeye geçeceğim ama aklında bu bulunsun. "Bu" da X'in Y Kuramı olsun. Ya bunları tam olarak anlayabilmek için deli birikim gerekiyor ama Freud külliyatı beş senedir yattığı yerden bana bakıyor mesela. Onları okumaya kalksam rahat aylar gider. Zaman Çarkı var, o da üç senedir beni izliyor. 20 küsur kitap. Yani sözün özü, okuyacak çok şey var ve zaman az, ühü.

Anladığım kadarıyla -dsfd- Fromm şunu diyor: Cinsel arzu kuramının bir üst modeli olan yaşam-ölüm içgüdüsü konusunda yer alan saldırganlıkla ilgili mevzular kanıtlarla desteklenememiştir, bu yüzden Freud cortlamıştır. Bu mevzular fizyolojik-mekanik olmaktan ziyade biyolojiktir, Freud katı bir mekanizmden biyolojik bir incelemeye geçmiştir ama ölüm içgüdüsünün getirdiği saldırganlığı insanlarda başarıyla incelemesine rağmen bu olay hayvanlarda yer almamaktadır. Yer almamaktadır değil de, bunu gösteren bir veri yoktur. Ayrıca Freud, saldırganlık terimini bütün saldırganlık çeşitleri için kullanıp mevzuyu bulandırmış. Falan. Oğlum aslında çok zevkli mevzular, vizeye finale çalışır gibi çalışırsın bunları da insan unuttu mu iki saat ne yazacağım diye aranıyor, o kötü.

Lorenz, şiddetin falan insanın hep içinde olduğunu söylüyor. Ortaya çıkabildiği zaman çıkıyormuş. Bu bölümde Fromm'un Lorenz'dan yaptığı alıntılara ayarlar vermesi var. Bir de Freud ve Lorenz'in karşılaştırılması: "Freud, yıkıcı bir içgüdünün varlığını savunuyordu; Lorenz'e göre bu varsayım, biyoloji bilimi açısından savunulamaz nitelikteydi. Onun savunduğu saldırganlık dürtüsü, yaşama hizmet eder; Freud'un ölüm içgüdüsü ise ölümün hizmetçisidir." (s. 49) Bununla birlikte saldırganlığın insanı yönlendirdiği ve ortaya konulmamasının psikolojik hasara yol açacağı fikri ortak.


Çevreciler ve Davranışçılar

Aydınlanma Çağı düşünürleriyle giriyoruz. İyi toplumun iyi insanı yaratacağını, böylece insanın doğal iyiliğinin açığa çıkmasının kolaylaşacağını söylemişler.

Buradan davranışçılara geçiyoruz. Pavlov'un köpekleriyle yaptığı deneyler var, klasik koşullanma diye geçiyor. Zil çalarsınız bir tane, sonra et gösterirsiniz ve köpek salya üretir. Sonraları zili çaldığınız an köpek salya üretir, et aradan çıkmış olur. Tabii eti vermediğiniz sürece zille birlikte salya üretme olayı sönecektir. Neyse, kabaca olay bu. Uyarıcı-tepki bağı.

Skinner'ın edimsel koşullanması da şu: bir davranış ortaya koyarsınız ve sonuç olumluysa davranışınız pekiştirilir, siz de bu davranışı tekrar göstermeye meyilli olursunuz. Mesela odanızı topladınız ve anneniz size pasta yaptı. Odanızı pasta için toplamadınız ama ödül aldınız. Odanızı tekrar, hatta daha sık toplarsınız. Bu. Fromm bu mevzuları anlatıyor önce, sonra ereklere ve değerlere geçip Skinner'ı eleştiriyor. Skinner, kültürel mevzularda konuşurken hala laboratuvardan bahseder gibidir, oysa kültür özgür bir irade sonucu, deneysiz oluşur. Çıkış noktası bu. Bu konuda atom bombasının yapılmasının kültürel değerlerle ilgili olup olmadığı konusunda bir tartışma var, güzel. Skinner'a göre gelişmiş toplumların efendi-köle ilişkisini kullanması düşünülemez bile. Oysa Fromm, gelişmiş toplumların tam da bu düzen üstüne kurulacağını söylüyor. Sonraki bölümlerde avcı-toplayıcı toplumlardan günümüzün üretim toplumlarına kadarki süreci değerlendirirken mevzuyu iyice açacak. Bunun dışında tüm olumlu pekiştirmelere rağmen kafayı yiyen insanlara bir açıklama getirilemediği söyleniyor. Mutsuzluk, huzursuzluk ve tamamlanamamışlık hissi. Fromm için yeni-davranışçılık -Skinner'ın görüşleri- bencilliğin ve öz çıkarın öncelik taşıması üzerine kurulmuş. Skinner'ın çok tutulmasının sebebi de bu; herkesin çıkarı uğruna yapılması gerekeni yapmak, pekiştirece ulaşmak.

Fromm'un Skinner eleştirisi: "Sibernetik çağda birey gitgide yönetilmeye açık hale gelmektedir. Onun çalışması tüketimi ve boş zamanı reklamlar, ideolojiler, Skinner'ın 'olumlu pekiştirmeler' olarak adlandırdığı şeyler tarafından yönetilmektedir. Birey, toplumsal süreçteki etkin, sorumlu rolünü yitirmektedir; bütünüyle 'uyarlanmış' hale gelmekte ve genel düzene uymayan herhangi bir davranış, hareket, düşünce ya da duygunun çıkarlarını fena halde zedeleyeceğini öğrenmektedir; gerçekte o, kendisinden nasıl olması bekleniyorsa öyledir. Eğer kendisi olmakta diretirse, polis devletlerinde özgürlüğünü, hatta yaşamını tehlikeye atar; bazı demokrasilerde işinde ilerleyememe ya da daha seyrek olarak, işini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve belki de en önemlisi, hiç kimseyle iletişimde bulunamama, kendini soyutlanmış hissetme tehlikesine girer." (s. 81)

Okurken şöyle bir ürperdim açıkçası, aklıma, "Yavaş yavaş delirdim, kimse fark etmedi" geldi, "Ne çok acı var" geldi. Birazcık olsun böyle hissetmişseniz ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Son nokta da şu: "Skinner, sibernetik çayın soyutlanmış, yönetilen insanının cehennemini, ilerleme cenneti olarak salık vermektedir." (s. 82) İnsanoğlunun ilerleyebilmesi için insanlığın katledilmesi, süper. Josef Mengele geliyor akla. Deneyleriyle genetiğin babası olarak kabul edilir, tabii deneyler sırasında yaptığı inanılmaz işkenceler olmasa iyiymiş.

Davranışçıların şiddetin kaynağını araştırmalarındaki çıkmazı, bilişsel disipline kapalı olmaları. Fromm'un verdiği örnek şu: İki baba var, ikisi de kendi oğlunu aynı şekilde cezalandırıyor, kıça şaplak atarak ama bir tanesi cezanın haklılığını çocuğa sezdiriyor, çocuk durumu anlıyor. Diğeri anlamıyor, babanın sadistik karakterli olduğunu düşünüyor. İşte davranışçılık için ikisi de aynıdır, çocuklar babalara aynı şekilde tepki gösterecektir. Lakin ki öyle değildir; cezasını kabullenen çocuk için uyarı alınmıştır, herhangi bir kin güdülmeyecektir. Diğeri için öyle değil.

Ruhbilimsel deneyler bölümü var, buradaki deneylerin incelenmesi ve neden geçerli olmadıklarına dair görüşler var. Alamayacağım, çok uzun. Bir deney direkt Das Experiment zaten, izlediyseniz mevzuya vakıfsınızdır. İşte bu tür deneylerin oluşturulmasında ve sürdürülmesinde çok fazla değişken bulunduğu üzerine fikirler öne sürüyor Fromm, bu değişkenler deneylerin geçerliğini düşürüyormuş. Gibi şeyler.


Saldırganlık Anlayışı Konusundaki Ruhçözümsel Yaklaşım

Fromm'un tuttuğu kuram da bu. "Ruhçözümlemeci kuram, hem genel kuramsal kavramları yönünden içgüdücü, hem de tedavi yönelimi açısından çevrecidir." (s. 132) Bu kuramın öncekilerle karşılaştırılması var, sıkıldığım için yazmıyorum dsfd. Ulan daha bayağı da var be. Neyse.

İkinci bölüm nörofizyolojik yaklaşımla başlıyor. Nörofizyolojinin eleştirildiği nokta, saldırgan davranışın sinirsel merkezi bulunurken hayvanların temel alınmış olması. İnsanlarda mevzu biraz daha farklı. Bundan sonra psikolojiyle nörofizyoloji arasındaki ilişkiler, daha çok nörofizyolojinin saldırganlığın incelenmesinde daha yetkin bir şekilde kullanılabileceği görüşü var. Mesela beyindeki değişik sinir bölgelerinin duyguların yaratımında etkin rol oynamaları var, kitap 50 sene önce yazıldığı için bunların incelenmesine büyük bir olasılık gözüyle bakılıyor ama şimdiye kadar çoktan incelenmiştir sanıyorum. Animatrix - Second Renaissance I-II izleyenler hatırlayacaktır; robotlar insanoğlunu yenilgiye uğrattıkları zaman insan vücudunu iyice tanıyabilmek için acayip deneylere girişirler. Kafatasının arka bölümü çıkarılmış birinin beyninin bir bölgesine küçük bir şok verirler, adam kahkaha atmaya başlar. Başka bir bölgeye elektrik verilir, adam kahkahalara boğulmuşken bir anda hüngür hüngür ağlamaya başlar. Korkunç. Her neyse, mevzu bu işte. Bu olay üzerinden Fromm'un anlattığı şu: Savunucu saldırganlığın izleri beyinde bulunabilir. Savunucu saldırganlık, türün devam etmesi için tehlikelere karşı koymada kullanılan bir silahtır. Nefsi müdafaa kabaca. Kaçış içgüdüsü de savunucu saldırganlığın bir önceki aşaması ve Fromm'a göre tarih, saldırganlıktan çok kaçış içgüdüsüne dayalı olarak belirleniyor.

Hayvan saldırganlığının incelendiği bir bölümde şu var: "Bir kitle katliamcısı ve sadist olan tek memeli hayvan insandır." (s. 168) Bu bir yana, hapsedilmiş hayvanların özgür olanlardan farklı olmadığı fikri var. Yanlış. Elbette bir kavram olarak özgürlüğü anlamaları beklenemez ama hayvanat bahçesindeki primatlar, doğal ortamlarında takılan kuzenlerine göre daha saldırgan oluyormuş. İlginç. Bir de dar alana konmuş çok sayıda maymunun yer aldığı bir deney var, bu deney çok farklı olaylara bağlanacak sonra. Yer yetmezliği yüzünden sadistik hareketler görülür olmuş. Tabii yer yetmezliğine besin, su vs. yetmezliği anlamı da verebilirsiniz. Fromm'un primat saldırganlığı konusunda söyledikleri: "Bu ayırım (yaban ortam-hayvanat bahçesi) insan saldırganlığının anlaşılması açısından temel önem taşır; çünkü insan, bu zamana kadarki tarihinde, İ. Ö. 5000 yılına kadar olan avcılarla yiyecek toplayıcılar ve ilk tarımcılar hariç, kendi doğal yaşam çevresi içinde pek yaşamamıştır. 'Uygarlaşmış' insan her zaman 'hayvanat bahçesinde' -yani çeşitli düzeylerde tutsaklık ve özgürlükten yoksunluk altında- yaşamıştır ve bu, en ileri toplumlarda bile hala doğrudur." (s. 169)

Üç gündür yazmaya uğraşıyorum, harbi sıkıldım, Fromm'un gidişatını söyleyip burayı kapıyorum. Bu fikir üzerinden toplayıcı-avcı insanı inceliyor, avcılığın sadistik kökenlerinin olmadığını, tarihin o döneminde insanların mülkiyet kavramı olmadan mutluluk içinde yaşadığını, "uygarlaşmamış" toplumların pek savaş da yapmadığını söylüyor. Teknolojik ilerlemeler, medeniyet kurma çabaları biriktirmeciliğe, güce, yani korkuya dayalı. Bu yüzden sonuç şu: Günümüzün insanı, atalarımızdan çok daha vahşidir ve günümüzün medeniyetleri geçmişteki medeniyetlere göre çok daha yıkıcıdır. Bu görüşte toplumların izlediği kişilerden tutun, dünya nüfusuna kadar pek çok şey bir arada inceleniyor.

Üçüncü bölümde işin pratik yönüne doğru ilerliyoruz, saldırganlık çeşitleri inceleniyor. Falan. Bir bu kadar daha şey yazılır. Süper kitap. Garanti almayın, kütüphaneden falan okuyun. Ya da kafanıza göre. İkinci cildi var bunun, sıra onda.