24 Eylül 2013 Salı

Richard Brautigan - Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek

Kaybolmayan anı istiyoruz. Biz öldükten sonra bunlar bir şekilde varlığını sürdürse, bu dünyada kalan bilinç kırıntılarımızla birlikte yaşasalar. Bencilce bir şey ama en doğal hakkımız; aklımıza kazınmış, istediğimiz an bütün canlılığıyla gözümüzün önüne getirebildiğimiz anılarımız korunsun. Geride bir şeyler kalmalı. Bu cümleye kitabın adını alacaktım, üşendim. Almışım gibi düşünün. Bachelard'ın evlere dair bir sözü vardı, tam hatırlamıyorum. Evlerin binlerce anıyı peteklerinde hapsetmesi gibi bir şeydi. Brautigan bir şato. Anlattıklarından daha çok anlatmadıklarını düşünerek tedirgin oluyor insan. Cansever kendi için "hiç kimselerin ilgilenmediği bazı olayların tarihçisi" der ya, Brautigan'ın çabası da benzer bir çaba.

Brautigan'ın okuduğum ilk kitabı. Diğerlerini Kadıköy'de arayıp bulurum artık. Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek, kişisel tarihçiliğin on numara bir örneği. İntiharından iki yıl önce tamamlamış bu kitabı Brautigan, 1981-82 gibi. Beat Kuşağı'nın en kendine özgü, içe dönük ve kendini öldürmeli adamı.

Hamburger yemeye tercih edilen kurşunlarla başlıyoruz. Ağlayan bir çocuk, sonsuz bir suçluluk duygusu ve okurda uyanan büyük bir merak. Kitabın sonunda çember tamamlanacak. Sondan önce çocuğun yaşadıklarını, iç içe geçmiş anıları adım adım izleyeceğiz. Bunları birbirine bağlayan leitmotif şu:

Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek
Toz... Amerikalı... Toz

Anıların ilki, II. Dünya Savaşı'nın ardından çocuğun yaşadığı civardaki gölün kenarına gelen bir çifte ait. Kadınla adam zebellah gibiler, karavanları var ve deli gibi balık tutuyorlar. Çocuk onları izliyor. Günler boyunca. Bu sırada yaşamayı, güneşi, suyu ve yoksulluğu keşfetmeye çalışıyor. Brautigan'dan naif, hassaslık dolu bir bölüm:

"O zamanlar, giymeye zorlandığım o alay edilecek kadar eskimiş tenis ayakkabılarının anlamıyla, Devlet yardımı aldığımız ve Devlet yardımının da, doğası gereği, bir çocuğun gurur duyması için verilmediği gerçeği arasında ilişki kuramayacak kadar naif ve saftım.

Yeni bir çift tenis ayakkabısı aldığımda, dünyaya bakışım birden değişirdi. Yeni bir insan olurdum, dünya üzerinde yeniden gururlu yürümeye başlardım ve dua ederken yeni bir çift tenis ayakkabısı almama yardım ettiği için Tanrı'ya şükrederdim." (s. 13)

Yoksul çocuklar çevrelerine, hayatlarına biraz daha dikkatle yaklaşıyorlar galiba. Evlerindeki uyarıcı eksikliğini çevredekilerle gidermeye çalışıyorlar. İyi bir gözlemci olmalarının temeli bu. Tabii bunun için yoksulluktan önce duyarlılık, merak ve biraz da kolaylıkla özlemek lazım.

Anlatıcının bahsettiği yoksul bir çocuk, kendi çocukluğu. Çiftin gelişini beklerken yakınlardaki bıçkıhanenin bekçisiyle ahbaplık kuruyor. Bu çocuğun farklı bir kişiliğe sahip olduğunu anlıyor insanlar, o yüzden yüzeysel olmayan ilişkiler kuruluyor aralarında. Çocuk, bekçinin boş bira şişelerini toplayıp depozitolarından para kazanıyor.

Bundan sonra ölü çocuğun cenazesi geliyor. Hassas biri demiştik bizim çocuk için, ölü bir çocuk fikrinin ne kadar travmatik olacağını tahmin edin. Jackson C. Frank geliyor aklıma. Naif bir sanatçı, kendi şarkılarını yazıp söylüyor ama çocukken zor kurtulduğu, arkadaşlarının ölmesine yol açan yangını unutamıyor bir türlü, tek bir albüm çıkarıyor ve gerisi gelmiyor, acılarla boğuşuyor hayatı boyunca. Yalnız başına ölüyor. Bazı insanlar kaldıramaz acıyı. "Çok acı var, dayanamıyorum." Dicle Koğacıoğlu'nun intihar notu. Herkesin bir sınırı var, bizimki nerede başlıyor acaba?

Çocuğun naaşı, cenaze levazımatçısının kızının soğuk, bembeyaz elleri, sürekli tütün çiğneyen yaşlı adam ve gelip geçen tatiller, günler, aylar, insanlar, alayı birbirine karışıp anı bulamacı oluyor. Böyle bir anı topağında kronolojik bir ilerleyiş bulamıyorsunuz. Normaldir. Yine de çember kapatılmış; hamburger-mermi mevzusunda çocuğun gittiği okulun jönü başka bir çocuk var. Bu başka çocuk, bizimkiyle arkadaşlık kuruyor ama okul dışında. Okulda bunları birlikte gören yok. Neyse, ava gidiyor bunlar ve bizimki, hamburger yerine tercih ettiği mermilerden biriyle çocuğu vuruyor. Yanlışlıkla. Eleman ölüyor ve gelsin ömür boyu pişmanlık. Gerisi zaten Brautigan. Tütüncü yaşlı adam ve kendisi hakkında söylediği bir şeyle bitiriyorum:

"O zamanlar, bir takvime baktığımda sık sık zamanın coğrafyasında kaybolduğunu ama yine de bunu umursamadığını düşünürdüm. Çok geçmeden kendimi de onun gibi bulacağımdan pek haberim yoktu:

Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek
Toz... Amerikalı... Toz" (s. 66)

Bitti.

1 yorum: