28 Kasım 2013 Perşembe

Heinrich Böll - Trenin Tam Saatiydi

"Yakında ölüyüm. Öleceğim, yakında. Sen kendin söyledin bunu, senin içinde biri, senin dışında biri söyledi bu 'yakındanın' yerine geleceğini. Her neyse, bu yakında, savaş içinde gerçekleşecek. Bu bilinen bir şey, hiç değilse kesin bir şey. Savaş daha ne kadar sürecek?" (s. 10)

Sonrasında çeşitli senaryoları düşünüyor Andreas. Amerika taarruza geçmezse, Rusya geç kalırsa, bir dolu ihtimal. İhtimaller ölümü geciktirebilir mi, bunları düşünüyor. Tren tam saatinde kalkıyor, Andreas ölüme doğru bir yolculuğa çıkıyor ve bu yolculuğun her anı kurşunlar tarafından delik deşik edilme düşüncesiyle sürüyor. Kurşunlar, bombalar da önemli değil aslında, daha yirmilerinin başında olan Andreas'ı korkutan şey ileride öylece duran, devinimsiz bir şekilde bekleyen o koca karanlık.

Öğrencilerime Saving Private Ryan'ın açılış sahnesini izlettim geçenlerde, 29 Ekim'e gelene kadar nelerin atlatıldığını gözlerinde birazcık da olsa canlandırabilmek için. Törenlerde savaşlarla ilgili çok şey söylenir, çok şey anlatılır ama savaşın nasıl bir şey olduğunu kimse bilmez. Çanakkale Savaşı'nı çok okuduk, Mehmet Akif'in dizeleriyle gözümüzde canlandırdık, yine de savaşın yıkıcılığından çok uzağız. Kıyımın sonsuz dehşetini yaşamadık biz, umarım yaşamayız. Neyse, o sahnede sahile yaklaşan çıkarma gemilerindeki genç askerlerin davranışlarına pek dikkat etmemiştim. Sırf o bölümleri iki üç defa izledim sonra. Gemiler sahile yaklaşırken artan bomba sesleri, bombaların etkisiyle yağmur gibi yağan deniz suyu, askerlerin kusmaları, dua etmeleri, bir sürü şey. Birkaç dakika sonra öleceklerini bilen bu gencecik insanların kimlikleri, isimleri yok. Bahsettiğim koca bir boşluk var önlerinde, düşecekler. Başka koşullar altında iyi dost olacak insanlar, farklı üniformaları giydikleri için birbirini öldürecek. Bütün hayaller, umutlar, yaşanmış onca şey tek bir üniformada. Düşman, o zaman öldür ki o seni öldürmesin. İnsanlığı öldürmek açısından savaştan daha başarılı bir şey düşünemiyorum.

Andreas'ın cepheye yolculuğu, D-Day'de sahile ulaşmak için bombaların arasına dalan askerlerin yolculuğuyla temelde aynı. O askerlerin içinde kaç tane Andreas vardır kim bilir? Gerçi orduya katılma biçimleri farklı, üniformaların rengi farklı ama dünyanın her yerinde asker aynı askerdir, ne yazık ki.

Trene binerken bir askerler bir rahibin konuşmalarına kulak misafiri oluyor Andreas. Asker, kendini tekerleklerin altına atmak istediğini, ne de olsa yakında öleceğini söylüyor. Bu da ilginç. İnsanların nasıl öleceklerini bilmek istemeleri gibi bir şey. Bilinen bir ölüm, bilinmeyeninden daha kolay, daha çabuk kabul edilebilir görünüyor. Bu belirsizlik, metnin leitmotiflerinden biri. Saatler, istasyonlar ve daha sonra insanlar, bu belirsizliğin etrafına örülecek. Özellikle istasyonlar.

"(...) Artık hiç, artık hiç göremeyecek Nikopol'u.. Geriye. Jassy.. Hayır, Jassy'yi de göremeyecek hiç. Czernowitz'i hiç göremeyecek artık. Lemberg.. Lemberg'i görecek henüz; Lemberg'e canlı girecek. Aklımı kaçırmışım, diye düşünüyor, delirmişim ben, Lemberg ile Czernowitz arasında ölseydim ya. Ama ne çılgınlık... zorlayarak atıyor düşünceleri kafasından, yeniden sigara içmeye başlayıp gözlerini gecenin suratına dikiyor. İsteri bu bendeki, delirmişim, çok sigara içtim, bütün gece, bütün gün konuştum, konuştum durdum, uyumadım, yemek yemedim, yalnız sigara içtim, aklını kaçırmamalı insan böyle.." (s. 12)

Hınca hınç dolu bir vagonda, kıvrılıp uyumanın imkansız olduğu bir yerde geçmişin zerrelerini silmekten başka bir şey gelmiyor aklına Andreas'ın. Pek de başarılı olamıyor gerçi, bu yüzden savaşla geçmiş, bilinç akışında birleşiyor ve Andreas'ın düşüncelerini ele geçiriyor. Anlatının bir boyutu bu, diğer boyutunu başlı başına yolculuk oluşturuyor; yolculukta tanışılan askerler, sigarasızlık, delirmeme çabaları, açlık, istasyonlar, ölüme biraz daha yaklaşma düşüncesi, saatlerin sayımı... Bilinçaltından ölümle ilgili imgelerin ortaya çıkışı bir yana, ölüme uzanan yolculuğun Andreas'ın varlığının farkındalığını artırması, daha da katlanılmaz bir hal çıkarıyor ortaya. Kurtuluş yok, öyleyse kabullenmeden önce acı çek. Böyle bir şey.

Sarı ile Sakalı Uzamış var, iki asker. Farklı düşünme biçimleriyle onlar da sonun gelişi fikriyle mücadele ediyorlar ve geçmeyen zamanı eritebilmek için savaş, kadınlar ve poker hakkında konuşuyorlar. Bu da savaşa özgü; belki sosyal yaşamda yüzüne bakılmayacak insanlar eğreti bir dostluk kuruyorlar. Savaş hali. Kaçma fikri hiç gelmiyor mu akıllarına, geliyor. Trenden atlayıp kaçabilirler ama nereye kaçacaklar? Yine bilinenin çekiciliği çıkıyor ortaya. Kabul edilmiş bir ölüm, bilinmeyen bir kaçıştan daha makul gözüküyor.

"(...) Büyük bir sabırsızlık içindeyim, korkum yok, garip olan da bu, korkum yok, sadece ne olduğu belirsiz bir merak ve huzursuzluk. Ne olursa olsun, ölmek istemiyorum ben. Yaşamak istiyorum, teorem olarak hayat güzeldir, teorem olarak yaşamak olağanüstü bir şeydir, ama inmek istemiyorum, inebileceğim halde, ne garip. Sadece şu koridordan yürüyüp geçmek, şu gülünç çıkını olduğu yerde bırakmak ve inip gitmem yeter, nereye olursa, ağaçların altında, güz ağaçları altında gezinmeye, ama ben burada kalıyorum bir kurşun parçası gibi, bu trende kalmak istiyorum, Polonya'nın gamlı havasını, ölmek zorunda olduğum Lemberg ile Czernowitz arasındaki şu bilinmez geçidi müthiş özlüyorum." (s. 28-29)

Yazacak çok şey var ama bu kadar yeterli, özü aşağı yukarı anlattım. Olina var bir de. Aktarma sırasında galiba, eğlence mekanına giriyorlar ve Andreas Olina'yla tanışıyor orada. Bundan sonrası birazcık Beyaz Geceler ayarında. Birbirini tanımaya çalışan, korkunç zamanların içinde sıkışmış iki insan. Geçmişle ve şimdiyle dolu bir gecenin ardından Sarı, Sakalı Uzamış, Andreas ve Olina, yolculuğua çıkıyorlar bir arabayla. Sarı veya diğeri, Will. İsmini kazanacak kadar dostluk kurabilmiş Andreas'la. Neyse, giderlerken uçakların saldırısına uğruyorlar ve araba havaya uçuyor, Andreas kurtuluyor. Yanan arabayı ve Olina'nın kanlı kolunu izlerken ilk kez, yolculuğa çıktığından beri gerçekten ağlamaya başlıyor. Nokta. Ani bir son.

Her ne kadar eğitimliyse de eğitimi geçtim, varoluşunun farkında olan bir gencin savaş-ölüm yolculuğu. On numara bir novella mı diyeyim, roman mı diyeyim, bilemedim. Savaşanlar, savaşmak zorunda kalanlar için gelsin:

20 Kasım 2013 Çarşamba

Alacakaranlık Kuşağı

Senaryolar mı acaba diye düşündüm, bilmiyorum. 60'lardaki ilk seriyi izledim, 90'lardaki bölümleri hiç izlemedim. Belki onlardandır bu hikâyeler. Bir de ne kitaplar basılmış ya, bunun varlığından haberim yoktu. Adapazarı'nda bir sahafta rastladım.

The Twilight Zone işte, o ayarda hikâyeler var. Jerome Bixby var mesela, The Man From Earth'ün yazarı. Yazın ölen büyük adam Richard Matheson var, Patricia Highsmith var. Bilmediğim yazarlar var. Kadro güzel.

Gece Yolculuğu: Will F. Jenkins'in. Madge, yolculuğa çıkmadan önce Bay Tabor tarafından aranıyor. Yeğen Eunice de Madge'in gideceği yere gitmek istiyor, acaba beraber giddebilirler miymiş. Madge, Eunice'i arabasına alıyor ama zamanla kızın erkek olduğunu anlıyor. O civarlarda da cinayetler işleniyor falan. Bildiğimiz son geliyor derken ters köşeye yatıyoruz, ben bu hikâyeyi pek sevdim.

Salyangoz Dostu: Patricia Highsmith'in. Peter Knoppert ve salyangoz hayranlığı. Eh, bir şeye aşırı derecede bağlanırsan o da sana bağlanıyor, sonra kurtulamıyorsun falan.

Yok Olma Furyası: Matheson'ın. Auseil Sokağı'nın bir daha bulunamamasını Lovecraft okuyanlar bilir. Onun gibi. Fark şu; adamın hayatı yavaş yavaş kayboluyor. Eşyalar, insanlar, kişilik. Falan.

Küçük Bir Facia: Henry Bemis, dünya havaya uçtuğunda bir bankanın kasasındaydı. Bir anda kendini kaybetti, ayılıp dışarı çıktığında binaların yıkılmış olduğunu gördü. Her yer yıkılmıştı. Tanıdığı herkes ölmüştü. Artık en büyük özlemi olan kitaplara gömülebilirdi. Kütüphaneye gitti, kitaplara dalmışken gözlüğünü kırdı ve çocuk gibi ağlamaya başladı. Gözlüksüz hiçbir şey göremiyordu çünkü.

Sonsuzun Ötesindeki Kardeşler: En sağlam hikâyelerden biri bu. Paul Fairman'ın.

Charles, arkadaşı Conrad'ı son kez gördükten sonra Mars'a yolculuğa çıkar. Marslılarla tanışır, onlarla takılır falan. Marslılar görünürde süper canlılardır, az çok iletişim kurabilirler ve Charles derdini anlatabilecek durum gelir. Ev ister, yaparlar falan. Sonra bir gün kendini parmaklıklarla çevrilmiş olarak bulur. "Doğal ortamında dünyalı" tabelasını kafesin önüne oturtmuşlardır. Conrad'ın sözleri gelir aklına: "İnsanlar her yerde aynıdır." Sonra parmaklıkları tutup bağırmaya başlar.

Daha Güzel Yaşamak: Bu da bir diğer sağlam hikâye. Anthony, hayal gücünün sınırları içinde istediği her şeyi gerçekleştirebilen bir çocuk. Yani birinin toprağa gömülmesini istese olay gerçekleşiyor. İnsanların düşüncelerini de okuyor bu piç, hoşuna gitmeyen şeyleri yakaladığında anında kesiyor cezayı. Dolayısıyla akrabalar, komşular falan yıllardır çocuğu hoş tutabilmek için uğraşıyorlar. Yine bir sonuca varsa da etraftaki insanların ve Anthony'nin psikolojisi derince incelenmiş, fark yaratan bir hikâye bu.

Tina'nın Gecesi: Matheson'ın. Ortadan kaybolan bir bebek var. Sesi geliyor ama sesin geldiği yerde hiçbir şey yok. Başka bir boyuta geçmiş falan. Onu geri getirme çabaları.

İnsan Koltuk: Edogawa Rampo'nun. Rampo, "Japonya'nın Stephen King'i" olarak bilinen bir yazarmış. Hiç bilmiyordum, memnun oldum.

Ünlü bir yazara bir hayran mektubu geliyor. Mektubu yazan adam marangozdu galiba, bir koltuk siparişi alıyor ve koltuğun içine kendisinin de oturabileceği bir bölüm yapıyor. Koltukta yaşıyor herif yani. Koltuk el falan değiştiriyor, son durakta evin hanımına aşık olduğunu yazıyor adam. O kadın da yazarmış işte falan. Ama meğerse böyle bir şey yokmuş, yazarı etkilemek için uydurulmuş hikâye. Değişik.

İki hikâye daha var, onlar da güzel. Valla güzel kitap, türün hayranlarını keser en azından.

Şöyle müzikler yapıyoruz, ilgilenirsiniz belki:

Sahtegi