31 Mart 2018 Cumartesi

Jacques Attali - Ölümümden Sonraki İlk Gün

Kişi ölmeden önceki anlarını biliyor, oradan başladığına göre. Belki de ölmüştür, öldüğünü bilmiyordur. Sabaha varmayacak bir gece, yorgunluk, kaygı, babayla ilgili görülen kabuslar, ölünce biteceği düşünülen rüyalar, geçmiş zamanın hayaletleri yakayı bırakmıyor ve kişi kurtulmak istiyor, New York'tan, Sarah'dan, O'na dönmek için. Yakınlık'takine benzer bir kurgu ama orada ölen yoktu, burada da henüz yok. Kişi ölecek, ölmeseydi uyandığı gün Brüksel'e dönüp yeni bir hayata başlayacaktı ama öldü. Ölmeden önce Sarah'nın nerede olduğunu merak ediyordu, yatağın diğer tarafı boştu ve o günden sonra boş kalacaktı.

O kim, kişi kim, neler oluyor, kişinin anlattığı kadarını bilerek ilerliyoruz. Karanlıkları dağıtmak istediği ölçüde görüyoruz, yavaş yavaş.

Kişinin kendisini nasıl kurduğunu görebilmek için düşüncelerinde gerilere gideriz; babasının ölümünü kurgulaması, Sarah'yla yaşadıklarını, pek çok zamana ve yere. New York'un göz boyamaktan ibaret olduğu ve Avrupa'nın ağır köklerinin özlendiği ölüm anına dek. O, kişinin gelmesini bekleyecek, döneceğinden haberi var. Kişi, yazdığı eseri bitirmeye çalışacak, kendine sözü. "Her son, yeni bir başlangıçtır." (s. 11) Kişi elli yaşında ve gücü var, her şeyi değiştirebilir, kesin kararını verdikten sonra önünde hiçbir şey duramaz. Uçağa atlayacak ve yeniden başlayacak.

Sarah'yla uçakta tanışıyorlar, BM'de çalışan kişinin New York yolculuklarından birinde. Babasıyla ilgili yalan söylüyor kişi, II. Dünya Savaşı'nda ölen bir babadan duyulacak gurura ihtiyacı var, bir de her gün ölümü bekleyen kurmacasız babayı yalnız bıraktığını unutmaya. Sarah babasıyla hâlâ görüşüyor, bu da kişi için kendi yalanını yüzüne vuran bir ayrıntı ama vazgeçmiyor, ayrıntıları uyduruyor, belki bir başkasının hikâyesini çalıp kendisinin, babasının yapıyor. Çarpıtılmış gerçeklik dünyayı ve kişiyi biraz daha kirletiyor, yanında olmayı istediği insanlardan uzaklarda bir soluk alıyor. Yetersiz bir tane. Aradaki mesafeyi hatırlatıyor, zamanla ölçülemeyecek bir aralık. Görmek istediğimiz insanları görmeyi engelleyen şeyler ne kadar kuvvetsizdir aslında, eğer gerçekten isteniyorsa bunun önünde durabilecek ne var? Yine her şeyin kolay olması ümidine kaçıyorum ama bu da yaşama çok uçuk. Kişinin yarattığı mesafeler örneğin; sessizliğiyle O ve Sarah arasında boşluk yaratıyor. Böyle bir boşluk bilinçli bir şekilde yaratılmışsa ilişkiyi çürütür. Simmel'i hatırlayalım, ilişkide karanlık noktalar varsa girdaba dönüşürler. Girdabın içinde dönüp duruyor kişi, nihai kararını verene kadar böyleydi. "Kaçtığım kişi aslında Sarah değil. Ben, kendimden kaçıyorum. Her zaman yaptığım gibi. Beni sevenlerden sonunda hep kaçıyorsam, bu onların kendi gerçeğime sızmalarından korkmamdandır." (s. 22) 

Öldü.

Kendini yıllar boyunca kurduktan sonra yaşamı onun elinden çıktı, bir metin gibi. Yayılmasını ve okurda bıraktığı etkiyi görecek artık, kendisini ölü bulan Sarah ve Max, ilk okurları. Panikliyorlar ama kişi kadar değil. Ölümü bir başka yaşamın muğlak başlangıcı olarak görmeye meyilli, yatakta yatan ölünün kendisi olduğunu kabullendikten sonra. Kapıların içinden geçebiliyor ama bedeninden çok da uzaklaşamıyor, başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğünü anlayabileceği bir durum. Kendisinin de düşünmek için bolca zamanı var. Uyku haplarından iki tane almaması gerektiğini düşünüyor önce. Gece kalkıp iki ilacı da ağzına tıkarak uyumuştu, biri yeterliydi ama uykuya çok ihtiyacı vardı. Kalp krizinden sonra dikkatli olmalıydı ama olmadı. Ölünün kendisi olduğuna inanırsa ölüden bir farkı kalmayacağını düşünüyor, ölü bir başkası olduğuna göre bilinç biricik bir şey, bedenden bağımsız, düalist felsefeye gerek yok. Düşünce kendisini kurabilir, bedenden kurtularak. "Yabancı bir şehrin tam ortasında, gönül eğlencesi bir genç kızın yatağında yatan kim olduğu bilinmeyen bu cesetle hiçbir ortak yönüm olamazdı." (s. 37) O'nu bir daha kollarına hiç alamayacağını düşününce ölülüğüne geri döner, bedenine uzaklaşıp yakınlaşmalarla düşünür, geçmişindeki eylemlerini hangisine konduracağını bilemez ve sorgula(n)maya başlar. Zamanın diplerinden gelen pek çok anı, bunlara girmiyorum. Sarah'nın bu ölümdeki rolüne de pek girmeyeceğim ama tek bir şey söyleyeyim, onsuz yaşanamayacağı düşünülen kişinin gitmemesi için her şey yapılabilir. 

Hayal kırıklıkları, gerçekleşmemiş hayaller, öz kurmaca olarak yaşam... Ölen bir kişinin ardından çevrilen son sayfa, iyi bir metin.

30 Mart 2018 Cuma

Ali Teoman - Aşk Yaşama Çok Uçuk

Amor omnia corrumpit

Tersten başlıyorum. Aşk her şeyi mahveder. Bunu bir izlek olarak elde tutalım ve aşkın basitliği nasıl darmaduman ettiğini, dünyaya fırtınalı bir sudan baktırıp her şeyi kırdığını görelim ama öncesinde Ali Teoman'ın bünyemde yarattığı karmaşadan konuşmak isterim. Öyküleri berraktır, sözcükleri parçaladığını pek görmeyiz ama yazına dair hiçbir koda acımaz. Yazar, okur, zaman, mekân, bunları eğip büker, katmanlı metinler ve karakterler oluşturur, okuru sürüklemez de elinden tutup istediği yere götürür. Zorbalık hiç yoktur, usul usul yürünür. Zaman parçalıdır, oradan oraya atlanır. Zaman düzdür, bu kez karakterlerin dünyası parçalıdır. Farklı teknikleri müthiş kullanır Teoman, anlatısını zenginleştirir. Kurmacada ne yapılabiliyorsa yapar. Son öykü, Yitik Bir Yazar İçin Pentimento mesela, Şimşek'in Leopold'un Sabunu adlı uzun metninin kaynağı gibidir ve hoşuma gitmeyen bir biçimde kıyaslama yapmam gerekirse çok daha iyidir. Oyunlar tezgaha konmaz, Cem Akaş'ın sergileyiciliği Teoman'da yoktur. Teoman'da çok özel bir şey vardır; gerçeğe yaklaştığı ölçüde bilincin her şeyi parçalayıcı yapısına bürünen yazın.

Yitik Bir Yazar İçin Pentimento. Gerçekle inancı rahatlıkla birleştirebiliyorumdur ki şu oldukça hoşuma gitmiştir: "İnsan birşeye yeterince güçlü bir inanç besleyebiliyorsa eğer, diye düşündü Cevdet, onun için hakikat de budur." (s. 135) Cevdet birkaç yıl öncesinin iş adamı, şimdinin dümenden müflisi, gençlik ateşini tekrar yakıp yazarlığa soyunmuş bir ruhu yazar. Biraz Selçuk Altun tadında biri sanırım. "Düşlediği ve gördüğü aynı" biri olarak sadece kendi zihninde yaşayabiliyor, dolayısıyla dünyayı da aynı açıdan görüyor. Elinden kitapları düşürmediği yıllardan sonra uzun soluklu bir roman yazmak istiyor, Zerefşan'la tanıştıktan sonra masaya oturuyor nihayet. Zerefşan saraylı bir aileden geliyor, yetmişlerinde. Cevdet de ellilerinde, aralarında tanımlanması zor bir şey doğuyor ve "aralarındaki şey" romanda kendini buluyor ama Cevdet personalarını durduramamaya başlayınca her şey sarpa sarıyor. Romandaki ana karakter Behçet ve Behçet'in yarattığı Ahmet, Cevdet'e musallat oluyorlar ve planlanan çizgiden çok uzağa götürüyorlar romanı. Üçünün arasında bir mücadele başlıyor, yazılan metnin yazarı belirsiz bir hale geliyor, Zerefşan'ın kişiliği değişiyor, Cevdet olanlara inanamıyor, katmanlı metinlerden gerçeğe bir akış başlıyor ve kurmacayla gerçeğin sınırı belirsizleşiyor. Şahane bir öykü.

Yazarın Yaşlı Bir Adam Olarak Portresi. Ses alıcısının düğmesine basıldı, röportaj tekrar dinlendi ve aradan incecik bir cümle çekildi: "Her yinelemeyle birlikte, yetkinliğe biraz daha yaklaşır yorumun." (s. 121) Farktan tekrarlar doğar, küllükte görülen on dokuz adet sigara izmariti yazarın sigaraya abandığını ve anlatıcının ikinci tekil şahıs kipiyle hitap ettiği kişinin on dokuz tekrarda kendisine sigara teklif edilmediğine şaşırır. Senkişi -diyeceğim- sigarayı bırakmıştır ama teklifsizlik kabadır. Yazarın pırıltısını yitirdiği yıllar, kötü bir metinle tekrar ortaya çıktığı son zamanlar, konuşma biçimi, başarısız evliliği, vasat yaşamı ve vasat kurmacaları farklı tekrarlara yol açacaktır, bütün bunlar bir kırılma noktasıdır. Senkişi, içkisini bitirdikten sonra son bir sigara daha yakar ve son günlerde çok sigara içmeye başladığını düşünür. Güzel bir dönüş; farktan tekrarın doğmadığı tek bir an.

Mandalinalı Natürmort. Daktilonun silindirine takılan kâğıt, bir şeyler yazmaya çalışan karakter ve karakterin metne düşen personası. Biri kahve içtiğinde diğerinin dilinde kurmacaya has bir başkalıkla beliren aynı tat. Dünya kurmanın incelikleri anlatıyı böler, zaten anlatının bölünmesi gereklidir ki iki dünya arasındaki benzerlikler ve farklılıklar ortaya dökülsün. Üç katman vardır; yazarın günceli, yazılan metindeki karakterin günceli ve anlatıyı bölümleyen taktikler, kurmacanın incelikleri. Giderek gerçeklikten sapan ve gerçeğin bükülmesi ölçüsünde ona yaklaşan anlatı, başladığı gibi biter. "Kimi öyküler başladıkları yerde biter." (s. 113) İlk cümle bu, belki son.

Teoman, her üç öyküsü için farklı başlıklar oluşturmuş, öyküler bu başlığın altında. Bu bölümün adı Yitik Bir Yazar İçin Pentimento'ydu.

Aşk Yaşama Çok Uçuk dışında bir üçleme ve bir tekli var, onlara girmeyeceğim.

Sevginin Sancılı Süreci. Kesik, kısa cümleler. Telaş, arayış, heyecan. Bir hikâye anlatılıyor, dinleyen Ayşe hakkında daha çok şey istiyor ve durmaz akış başlıyor. Ayşe aşkı arıyor ve her ihtimale açık. Başarılı bir öğrenci, hocalarının gözdesi. Dekoltesi ve vajinasıyla. Çok derin paylaşımların ardında cinsel doyum mutlaka beliriyor ve Ayşe aramaya devam ediyor. Kaybedecek zamanı yok, orgazm özgürlüğü doludizgin yaşanmalı, bütün erkeklerin tadına bakılmalı, hepsi denek olarak emre amade, hele bizimki gibi bir toplumda statüsü, medeni durumu -medeni durum. durumsallık olarak medenilik. medeniyette durmalık yer. barbarlık, durmamak. medenileşmek, duruşmak- önemli değil. Bu ülkede özgürlük vardır arkadaş, erkeklerin hayvanlığı kadınların özgürlüğünü nasıl da kısıtlarmış, Allah belalarını versin. Sevişilecek, seviş! Hocanla seviş, kamyoncuyla seviş, beş dakikalık seviş, yarım saatlik -adam dayanırsa- seviş, durmadan seviş, liberalce seviş, deneyimli veya deneyimsiz olanlarla seviş. "Kadınlığın gururu Ayşe. Dişiliğin yüz akı Ayşe!" (s. 69) Seviştiğini sebepli veya sebepsiz postala, yenisi gelsin. Grupla, unutma. Hepsi hatırlansın, hepsini yenilere taşı, yenileri eskit. Teslimiyeti öğret, güçsüzlüğü öğret. Onların güçlü olmalarını iste ki ele geçirilmeleri zor olsun, ele geçirdiğini at gitsin, kendisine duyduğu saygıyı yitirsin, neye uğradığını şaşırsın, dengesizliğinle şaşırt.

"Aslında böyle biri değildi, neden böyle yaptığını anlamıyorum."
"Onu çok yanlış tanımışım. Belki de doğru tanıdım. Belki de yanlış. Doğru?"

Bacakları ayır, seni ele geçirsinler. Seni parçalasınlar, uysal olmasınlar, uysallık güçsüzlüktür. Zorbalığı özle, tat, sonra yık, silinip gitsin ve yenisini ara.

Ayşe, sen kuşatılacak, ele geçirilecek bir şeysin. Nesnelikten öteye geçemiyorsun, bu yüzden ilişkilerin doyurucu değil, uzun soluklu hiç değil, nicelik olarak belki ama nitelik sallanmakta, herkesi kendi dünyanda boğuyorsun ve buna rağmen özgürlük istiyorsun, istediğin şey veriliyor ama istediğin özgürlük değil, yine de istiyorsun ve, "Erkek bu kanlı meydan muharebesinden ya yenilmiş ve başı önüne eğik, başarısız bir komutan olarak çıkıyor, ya da başarılı, ama Ayşe'nin uşağı olmayı kabul etmiş bir zorba olarak. Erkeği umarsız bir açmaza düşürüyor Ayşe. Erkek cinsinin soysuzluğunun tescil edilmesini sağlıyor. Bütün ipler onun elinde. İnanın ki, onun elinde. Onun o ufacık, bembeyaz ellerinde. Herşey onun tasarladığı gibi yürüyor. Hiçbirşey gözünden kaçmıyor. Çevresindeki herkesi buyruğu altına alıyor. Hiç yorulmuyor. Hiç yenilmiyor. Hiç teslim olmuyor. Hep kazanıyor. Hep üstün geliyor. Bir adım bile geri gitmek yok. Bir adım bile! Aydınlık yarınlara koşuyor. Hüzün yükünü atıyor. Zamanla yarışıyor. Özgürlük savaşçısı. Geleceğin umudu. Gözükara bir kâşif. Ayşe aşkı arıyor." (s. 76)

Tahsin Yücel de kadın dergilerinin pompaladığı özgürlük istenci altındaki tutsaklığı anlattığı güzel bir yazısı vardı, mevzu Teoman'da bu durumda.

Aşk Yaşama Çok Uçuk: Murat, Yunus, Ayla, Yonca, Ferit. Aralarındaki çatışmalar aşkın yaşam karşısında sağ kalıp kalamayacağını irdeliyor ve zamanla katılaşan dünyanın, seksin ve sevginin birbirini nasıl hapsetmeye çalıştığını anlatıyor. Yunus üzerinden anlatacağım. Yonca'ya aşıktır ve Yonca'nın siyahi bir adamla seks yapmasını büyülenmiş gibi izler. En ince ayrıntılarına kadar görürüz; siyahi arkadaş kayganlaştırıcı olarak mayonez kullanır ve vajinadan çıkan "şampanya şişesinden fırlayan mantarın patlamasını" duyarız. Pornografik bir sahne, ardından gelen hayal kırıklığıyla Ayla'yla sevişir Yunus, Ayla'nın, "Sik beni!" haykırışlarını Yonca'nın, "Fuck me!"lerine karıştırır ve buruk bir teselliye kavuşur. Ayla'nın nişanlısı vardır, eli yüzü düzgün bir gençtir, hatta birlikte zaman geçirirler ama o hayal kırıklığı her şeyi yıkar. Yunus'un bütün olup biteni arkadaşına "erkek muhabbeti"nin bayağılığıyla anlatması, aşk acısıyla baş edemeyen insanların genel anlatısıdır. "'Aşk iyidir, hoştur, eyvallah, ama maalesef yaşam çok kirli, çok somut, çok gerçek... Bu boğucu ortamda soluk alamaz, yaşayamaz, varolamaz aşk. Uzun lafın kısası, aşk yaşama çok uçuk.'" (s. 100) Cinsellik üzerine çektiği nutuklara cevap olarak hayatın bu kadar siyah ve beyaz olmadığını söyleyen arkadaşıyla alttan alta dalga geçer Yunus, arkadaşının çok naif olduğunu ve bu yüzden acı çekeceğini söyler. Acı çekmemek için "takıp geçmek" gerekir, çok derinleşmemek, yüzeyde kalmak gerekir. Seks skordan ibaret hale gelir, üzerinde düşünülecek bir şey değildir. Yüzey iyidir.

Diğer öyküler de sıkı. Teoman'ın duyarlılıkla ele aldığı kalas konular günümüzün dünyasında -akarlığında diyeyim- aslında derinleşmeden içinden çıkılamayacak şeyler ama derinleşmek zahmetli iş. Yüzeydeki karakterlerin meseleleri, bu.

28 Mart 2018 Çarşamba

Roger Luckhurst - Zombiler: Kültürel Bir Tarih

Zombi nedir, nerelerde bulunur, önce bunun hakkında konuşmak lazım. Zombi, bilindiği gibi bir oturuşta iki insan yiyebilen, yemek ayırmadan kası kemiği lüpleten bir kişi/kurum/kuruluştur. Koşanı olduğu gibi yürüyeni, hatta oturduğu yerden çelme takarak düşürdüğünün beynini hüpleteni vardır. Kan dolaşımı olmadığı için vücudu çürüyeninden virütik enerjiyle dolup yakışıklılığını koruyanına, muhtelif çeşidi mevcuttur. Huyu suyu belli, dünyayla bir meselesi olan zombiler elbette arketipik bir korkunun ürünüdür, bu açıdan vampirlerle ve sair pek çok mahlukla akrabadır. Lakin geçmişleri Afrika'nın kara inanışlarından doğduğu için biraz karanlıktadır, popüler kültürde ortaya çıkışları yüz yıldan biraz daha öncesine dayanır. Daha da önemlisi, pek çok çeşidi olmasına rağmen tek bir prototipi vardır ve Luckhurst, araştırmasının hemen hemen yarısını bu kaynağın belirmesine ve türetilmesine ayırmıştır. Pek kapsamlı bir araştırma gibi gelmedi bana; daha çok ilk örnekler üzerinden yürüyen ve zombilerin yıllar içinde sembolize ettiği konuları irdeleyen bir çalışma bu. Yine de literatürdeki onca vampir kitabına rağmen geniş bir boşluğu doldurması takdire şayan.

"Zombiler, Hristiyanlıktaki semaya yükselişin çürümüş halidir." (s. 11) Çok şeydir zombi ama hep ötekidir. Siyahidir, köledir, sömürülendir ve içi boşaltılandır. İtkiyle hareket eder, özgür iradesi yoktur. Ölümle yaşam arasında sınır ihlali yapar, terk edilendir, öncesinde sevilen biri olabilir ama artık bir yabancıdır. Dedim de aklıma Daryl'ın abisini öldürdüğü sahne geldi. Bu derdi daha iyi anlatan bir sahne bilmiyorum:


Sophia'nın ölümü de var ama içim kaldırmadı sabah sabah.

Kaybettiklerimiz. Araya mutlak bir ayrılığın girdiği insanları bir daha görmeyiz, paylaştığımız şeyler geçmişin donukluğunda öylece kalır, solmak için. Yaşam bir taraf için durmuş olabilir veya ayrı akışlara sahip olmuştur, zaman içinde başka biri oluruz ve eskiliğimiz giderek soluklaşır, yok olur, insanlar kaybolur, insanlar belirir. Bir demet külse eldeki, ancak ölüme sunulabilir. Ölüm her şeyi temizler, bu anlamda kurtuluştur ama zombilik müessesesi ölümü tedavülden kaldırdığı için kurtulamadığımız acıları her an karşımızda görebiliriz, acıyla anımsanan insanlarla bu yüzden karşılaşmak, iletişmek istemeyiz, bizden koca bir parça koparabilirler. Sol göğsün az altından. Yani yeri gelince herkes öldürür sevdiğini. Meşru müdafaa.

"Zombi"den "zombie"ye geçiş, biçimlendirme işlemi, Batı'nın sömürgeci politikasıyla birlikte başlar. Lafcadio Hearn nam bir gazeteci, Fransız Antilleri hakkında betimleyici yazılar yazması için 1887'de bölgeye gönderiliyor ve zamanında Plivius'un, Heredotos'un yaptığı gibi kitleler tarafından bilinmeyeni -ama aslında çok iyi bilineni- marjinalleştiriyor. Batıl inançlardan yola çıkarak bir "zombi" tanımı yapıyor, nefret ettiği medeniyetten uzaklarda belki iyi niyetle yapıyor bunu ama "Victoria devri antropoloji nosyonları" vasıtasıyla, o zamanlar bilim sanılan bir paradigma. Bu konuda William Seabrook'un No Place to Hide'ı daha etkili. Seabrook birader, devrin entelijansiyasıyla içli dışlı ve çok içiyor, deli gibi içiyor. Gertrude Stein'ın onun hakkında güzel bir değerlendirmesi var; içmeye devam ederse kendi zombilerinden birine dönüşeceğine dair. Adamımız gezmeye devam ediyor, kitaplar yazıyor ve yamyam kabilelerini, Yezidileri, Vodou kültünü anlatıyor. İlginç bir kesişme var burada; Luckhurst de Weird Tales etrafındaki zombi söylencelerinde konuya değinecek ama şu incelemeye göre Lovecraft ve arkadaşları, Seabrook'tan etkilenmiş. Zombi, edebiyatta da bir izlek olarak yavaş yavaş belirmeye başlıyor böylece. Zombilik, Haiti'de sıklıkla gerçekleşen dini ritüellerin sonucu olarak değerlendiriliyor, 1930'lardan itibaren çekilen filmlerde bu folklorun izlerini bulmak mümkün. Şamanik bir ayin sonucu dirilen, akılsız bedenler. Seabrook, bu yürüyen ölülerle ilgili anlatıları derliyor, daha çok Haiti Amerikan Şeker Şirketi HASCO'nun işçileri hakkındaki anlatılar bunlar. Seabrook mevzuyu rasyonelleştirmeye çalışsa bile ateş bir kez yanmıştır, bu akla aykırı söylenceler 1915'te ABD'nin Haiti'ye "uygarlaştırıcı" bir müdahalede bulunmasına yol açar. Kapitalist prangalara Jean-Paul Sartre da dahil olmak üzere pek çok entelektüel karşı çıkar, kontrol altına alınan zombilerin günü gelince emperyalist güçlerin ta kendisi olduğunun görüleceği söylenir.

Fransa Kralı XIV. Louis'nin 1685'te çıkardığı kanundaki maddeler oldukça ilginç: "Zenci Yasası" olarak bilinen bu maddelerde Yahudiler bütün Fransız sömürgelerinden kovuluyor, Afrika'dan gelen kölelerini Katolik yapmadıkları taktirde sahiplerinin ağır cezalara çarptırılacağı söyleniyor ve her türlü dini ayin yasaklanıyor. Tek bir torbaya konan "istenmeyenler" üzerinde uygulanacak soykırıma daha zaman olsa da uygulamaların temeli o yıllarda atılmış oluyor. Yerliler hakkında söylenen yalanları en iyi derleyen Galeano olabilir ama Luckhurst de işin düşünsel planını iyi özetlemiş. İnsan eti yiyen barbarlar, yamyamlar, yabancılar, zenciler, her şey birbirinin içinde eriyor ve hedef tek bir noktaya indiriliyor. Bunda sanatçıların payı büyük, devlet adamları da zaten bunu istediği için problem yok.

İşin pulp kurgu boyutu geniş bir yer kaplıyor. Herbert West'ten Poe'nun öykülerine, oryantalizmden uzak diyarların korkunç dehşetlerine pek çok etken bir araya gelerek tipik bir zombi figürü yaratıyor: Karayipli Zombi. Edebi kaynaklar geniş, dönemin zenofobisinin yardımıyla zombilik giderek önem kazanıyor ve strigoi, yanında dünyanın öbür ucundan bir umacı arkadaşının belirmesine şahit oluyor. İlk filmlere geldiğimizde yerli zombinin nasıl tüketim toplumuna dönüştüğünü elli küsur film üzerinden görürüz. Her şey adım adım gerçekleşir; ritüeller ortadan kalkar, zombilerin yapısı değişir, koşmaya başlarlar, hatta düşünebilenleri ve dahi insana dönüşmek isteyenleri belirir. Naziler de zamanı gelince ötekinin kralı olarak ortaya çıkarlar ve zombi kültüyle birleşirler. İşin gerçekliği de ilginç bir şekilde giderek ikna edici biçimde kurgulanır; "teyit edilmiş hikâyeler" insanlara zombilerin gerçekten var olduğunu söyler ve "güvenilir" insanlar zombilerle karşılaştıklarını söylerler. Aklı başında, nelerin döndüğünü az buçuk tahmin eden bilim insanları kendi araştırmalarını yürütene kadar masallara inanılır.

İsrail'in duvarlarına tırmanan zombilerden bahsetmiyorum, o filmlerin okuması çoktan yapıldı ve kendi okumasını yapmak isteyenler için mesajlar çok açık. George A. Romero'dan bahsedip bitireceğim. Çekimlerinden taşıdıkları kodlara kadar pek çok açıdan ilgi çekici filmlerin yaratıcısı olan Romero, "modern" insanı, tatminsiz ve durmadan tüketen insanı zombilerle karşılaştırarak janra müthiş bir derinlik kazandırdığı için büyük bir adamdır. Alışveriş merkezinde yürüyen zombiler fikri şahane, bu bir. Hemen çağrışsın, Steven Wilson: "We're lost in the mall / Shuffling through the stores like zombies." İki, insanla zombinin karşılaşmasını sağlayan kaosun neferleri, nihiller de çok iyi bir fikir. Direkt çatışmanın katalizörleri, bu adamların yarattığı karmaşanın nedensizliğini seviyorum ki aslında nedenliliğini seviyorum. Bunlardan birine Carsten Jensen'in Türkçeye çevrilen son romanında rastladım, Taliban'ın tarafına geçip kendi askerlerini kendi eliyle kurşuna dizen Danimarkalı bir subay. Dengeleri değiştiren, planları bozan zıpçıktılar. Lazım bunlardan. Neyse, kapsamlı bir Romero incelemesi de var yani, hoşunuza gidecek.

İyidir ya, Luckhurst gayet iyi araştırmış.

27 Mart 2018 Salı

William Saroyan - İnsanlık Komedisi

Bukowski'nin Ruin nam şiiri.

"William Saroyan said, 'I ruined my
life by marrying the same woman
twice.'

there will always be something
to ruin our lives,
William,
it all depends upon
what or which
finds us
first,
we are always
ripe and ready
to be
taken.

ruined lives are
normal
both for the wise
and
others.

it is only when
that life
ruined
becomes ours
we realize
then
that the suicides, the
drunkards, the mad, the
jailed, the dopers
and etc. etc.
are just as common
a part of existence
as the gladiola, the
rainbow
the
hurricane
and nothing
left
on the kitchen
shelf."

Saroyan'ın bu her şeyin bir parçası olan mahvını çok da eğik olmayan bir baş ve dudağının kenarında bir kıvrık gülümsemeyle karşıladığını düşünüyorum, en azından zaman içinde. Hemen bir imge: Dalga kayalarda parçalanıyor ve geri çekiliyor, tekrar parçalanmak için. Bir kezi de mahveder ama iki kadar değil, ömür uzun olsa üçü, dördü de bulurdu, denizi severdi bence Saroyan. Bir yerde biri demişti, denizde bir nevi hakikat var. Saroyan gerçeği olduğu gibi arıyor, basitlikle. Yaşamın çok derinlerinde bir yerde dalgaların basitliği var gibi geliyor bana; eğer her şey gerçekten yaşanıyorsa, insan biliyorsa. Bilmiyorsa yurtsanan, kuyut bir kara su. Ne karanlıktır o, hiçbir şey görülmez. Yüzeyi parıldar, yanıltır. Bir aralanma: Saroyan parmaklarıyla aydırıyor. Kendi adıma, ben benim için olması gerekeni buldum Saroyan'da. Bu berraklığı özlediğimi fark ettim. Kısmen Vonnegut ve Brautigan'da, çokça Fante'de bulduğum bir şey var; Vonnegut her şeye rağmen insana güvenen bir serbest düşünür. Brautigan, hüznün bakır çiçeği. Fante, olduğu gibilik. Saroyan'ı nereye oturtacağımı bilemiyorum ama bu üçlünün yanına dördüncü olarak yerleşecek, kesin. Birbirine karışan akışlar.

Saroyan'ın ailesi Bitlis'ten ABD'ye göçüyor, California'ya. 1908'de Saroyan doğuyor, babasının ölümüyle birlikte yetimhaneye veriliyor ve beş yıldan sonra kardeşleriyle birlikte annesine kavuşuyor. Eğitim sistemine uyum sağlayamıyor ve pek çok işte çalışıyor. Bu hikâyeyi biliyoruz aslında, Carver'a kadar pek çok örneği var. Sabrının sınırındayken bir öyküsü yayımlanıyor, sonra diğerleri. İlginç noktalardan biri, Saroyan'ın 1939'da kazandığı Pulitzer'ı reddetmesi. Eserinin diğerlerinden ne daha iyi, ne daha kötü olduğunu düşünüyormuş. Aziz Gökdemir'in açıklamaları da iyi; MGM, Saroyan'dan bir senaryo istemiş ve Saroyan bu metnin senaryosunu yazıp göndermiş. 1944'ün "En iyi orijinal öykü" Oscar'ını almış Saroyan ama filmin savaş hizmetinde kullanıldığını görünce -senaryo da asıl metnin pek uzağına düşmüş- şirketten aldığı parayı tazminatıyla birlikte geri verip metninin haklarını geri almak istemiş, MGM buna yanaşmamış. Saroyan kendini eleştirmiş sonradan. Filmi izlemek lazım oldu şimdi.

Odağın sürekli değiştiği bir anlatı bu, birkaç karakter üzerine birkaç bölüm. Toplamı savaşın tüm hızıyla sürdüğü ve aklın sürekli uzaklarda olduğu, yine de küçük bir kasabanın tam ortasına yerleşmiş devinimin yalınlığını taşıyan bir dünya ediyor. İsimler sembolik, bu döngünün çağlar öncesinin anlatılarının sürdüğünü anlatmak için belki. California'nın Ithaca kasabasında yaşayan Ulysses Macauley adlı çocuğun gözlerinden bakarız ilk. Dört yaşında bir çocuk Ulysses, bahçesindeki sincaplara bakınca küçük bir mucizeye şahit olduğunu düşünecek kadar sihirli bir dünyası var, hele geçip giden trene el sallarken kendisine küçülüp yok olana kadar el sallayan zenciyi görmesi tam bir büyü. Ait olduğu yere döndüğünü haykırır adam, evine gittiğini söyler, Ulysses için o zamana kadarki yaşamının en büyük hadisesidir bu. Pırıl pırıl bir aklın sadeliğinde gündelik olayların mucizelere dönüşmelerini incelikle anlatabilecek bir yeteneğe sahiptir Saroyan, sırf bu yüzden büyük bir yazardır.

Abi Homer, onlu yaşlarını ortalamaya yakındır ve o da güneşin, toprağın, ağacın ve bulutun etkisi altındadır. Bisikletiyle oradan oraya dolanır, savaştaki abisi Marcus'u özler ve kız kardeşi Bess'in piyano çalmasını sever. O da el sallar, asker dolu kamyonlar önünden geçerken askerler de ona el sallar. Belki çoğu geri dönmeyecek ama bir çocuğa dokunmak, onun tarafından hatırlanmak da bir nevi ölümsüzlüktür. El sallamak, zamanın coşkun ırmağında bir yere tutunmaktır.

Homer gündüzleri okula gider, geceleri telgrafhanede çalışmaya başlar. Saroyan'ın Amerikan toplumunu inceleme biçimidir bu; o günün dünyasını, insanlarını telgraflardan ve sosyal ilişkilerin rahatlıkla kurulduğu yapılarda görürüz. Okuldaki hadiseler, gençlerin vicdanlarını ve sosyal zekalarını gösterir. Telgrafhane daha ilginçtir; hayatını kaybeden askerlerin haberlerini Homer vermek zorundadır ve insanların acı dolu tepkileri sonucunda büyüdüğünü hisseder, kazandığı parayı ailesine vermesi de büyümenin bir başka yoludur. Savaş, çocukları erkenden, olması gerekenden çok önce olgunlaştırır. Kasabanın güzel insanlarının da bunda payı var, "insanlar her yerde bir" diyen telgrafhane müdürü Bay Grogan, ırkçılığı Homer için anlamsızlaştırır, okuldaki bir olayda da ortaya benzer fikirler çıkar. Saroyan, o dönemler için önemli konuları ustalıkla, cesaretle ele alır.

Anne Macauley, çocuklar için yaşamın anlam katmanlarını açan bir kadındır. Eşini kaybetmiştir ve çocukları onun her şeyidir. Homer'a olgunlaşmanın yalnızlığını, Ulysses'e küçük mucizeleri öğreten odur. Eşinin hayalini gördüğü olur, yaşamına devam eder. Marcus'un dönüşünü bekler, yaşamın sunduklarına tamamen açık olduğu için ihtimaller onu yıkmaz, her şeyi ağırbaşlılıkla kabullenir. Ölüm ailenin başına çöktüğü zaman da vakurdur, yaşamaya değer bir şeylerin varlığı her zaman yanı başındadır.

Yaşamın acılığına karşı sadece yaşayarak mücadele edileceğinin anlatısıdır bu. Kırılgan bir incelik, her an sorgulanabilir bir dünya. Kurduğu dünyada yenilgiye yer vermiyor Saroyan, yaşamın belirsiz çizgilerini görünür hale getiriyor, yaşamanın başlı başına bir zafer olduğunu duyumsatarak.

26 Mart 2018 Pazartesi

Eugenio Borgna - Şu Bizim Kırılganlığımız

Patolojik olanı değil, nefes almak gibi bir kırılganlık. Borgna yaşamın pek çok bileşenini başlıklara ayırarak periyodik olarak inceliyor kırılganlığı; yaşlılık ve ergenlik, dostluk ve aşk, melankoli ve sevinç, ne varsa. Girişi de güzel: "Dünyada hâkim olan sloganlar kırılganlığı, gereksiz ve köhne, ham ve hastalıklı, sağlamlıktan ve anlamdan yoksun bir şey olarak görüyor; oysa kırılganlıkta duyarlılık, incelik, haysiyet ve bitkin bir nezaket, dile getirilemeyen ve görülemeyen şeylere dair bir sezgi bulunuyor ve bunlar, başkalarının ruh halleriyle, duygulanımlarıyla, varoluşsal tarzlarıyla daha kolaylıkla ve şevkle özdeşleşmemizi sağlıyor." (s. 7)Kırılganlığın güçsüzlük olarak bilinmesi kırar, bu bir. Kırılganlıkta sezgiler var ve bu sezgiler önemli ölçüde yönlendirici. Birini biçimleriz, kurarız ve o artık bizim imgelemimize aittir, sezgiler olmasa bu ölçüde bir kurmaca ve yakınlık da olmayacaktı. Simmel diyordu, kırılmak diye bir şey olmasa sevgi ölü doğar. Sevginin bir boyutu bizdekidir, kendi oluşturduğumuzdur ama karşı tarafta tahmin edilebilir -ama sezgilerle görmezden gelinen- bir yıkım ortaya çıktığında... Kırılmak tam budur; kurmacaların uyuşmazlığı. Başkalarının kendilerini kurmasıyla bizim onları kurmamız arasındaki korkunç boşluk, sanki orada hiç olmamış gibi silinen kara nokta, ilişkinin bütün geriliminin yüklendiği bilinmeyen alan, kırılmanın doğduğu yer.

Borgna, kırılganlığı hayatın bir parçası olarak görür, ontolojik bir köken. Fenomenolojik olarak kırılganlık pek çok açıdan ortaya çıkabilir; duygulanım, durum ve kırılgan olmaktan başka şansı olmayan şey. Her şey; neşenin çekinceli doğası, gözyaşının gizlenmeye meyli, sessizliğin suçu, sesin gürültüsü. Kırılganlığı bütün açıklığa rağmen anlaşılamamanın orta yerine oturtuyorum. Öyleliğin bir arıza olarak hissettirilmesi, nedeninin sorgulanması, en yakındaki tarafından. Kırılmak budur. "Yardım görme gereksinimimizin tanınmaması" der Borgna, kişiliğimizin aradaki o kara boşluğa çekilmesi, hiç istememize rağmen. Tamamen ortadan kaybolsun istemeyiz, varlığı ilişkinin sürmesi için gereklidir ama bazen oraya sürükleniriz, bazen sürüklenmemek için yalvarırız, bazen ansızın orada buluruz kendimizi. Öbür ucun kendi acıları vardır, sürükler. Yapacak bir şey yoktur, güzel bir manzaraya yürür gibi sürükleniriz ve geriye dönmek için bilinen dünyanın/kendimizin sıcak topraklarına dökülürüz. Boşluk kaybolur, her şeyle birlikte. Gürültülü bir çöküş; sözcüklerin imlediği bir anlaşılırlığı arayış. Sözcükler iyi gelir, bazen. Yarattığı pırıltılar her yerden görülürse. Görülmezse sessizlik. Borgna, dinlemek için susmak gerektiğini söyler. Sanırım beni en çok öfkelendiren şey bu; susulmaması. Sürekli bir saldırı. Birkaç sözcükle bağlanabilecek uçların tek bir yöne doğru, durmadan uzaklaşması yine anlaşılmamanın kırıklığını taşır ama bu kez biraz öfkeyle; bilinçli bir uzaklaşmadır bu, susturmak için. Bu durumda sessizlik de kırılgandır, sözcüklerin oluşmasına izin verilmiyorsa sessizliğin oluşmasına da izin verilmez.

Sanırım tek bir kişiden susmasını istedim şimdiye kadar. Konuştukça boşluğu doğuruyordu ve bunu anlamıyordu. Daha yalnız hissettiğim bir zaman bilmiyorum. Borgna'nın alıntılarını taşımak isterim: "'İçimde gitgide derinleşen bir sessizlik var. Hiçbir şey ifade edemedikleri için yorgunluk veren sözcükler sessizliğime çarpıyor.'" (s. 15) Kendimizi ve başkasını tanımak için gereksiz sözlerden kaçınmamız gerektiğini söylüyor Borgna, çok az sözcükle bir yakınlığı çoğaltabiliriz. Başka bir sessizlik de korunma sessizliği, belki de karşıdakine verilen ikinci kez düşünme şansı. "Sessizliğin nedenlerini sezmeye çalışmalı, sessizlik karşısında asla sabırsızlığa kapılmamalı ve ona acelecilikle saldırmamalıyız." (s. 15) Bazıları bu sessizliğin çok yorucu olduğunu söyler. Kendi yorgunluklarını her şeye sindiren insanlar. Üzülüyorum; o sessizlikteki kırılganlığı ve sessizliği gerektiren tedirginliği görmüyorlar. Çekingenlikte de aynı durum var ve muhteşem bir şekilde anlatılmış: "Yara ve zarar almış çekingenlikten geriye ne kalır? Zaman zaman hiç onarılmayan ve yarası kapanmayan yıldız kalıntıları, kanayan kıymıklar kalır." (s. 17) Borgna, psikanalizci kimliğine başvuruyor yer yer, çekingenlik bölümünde özellikle. Ergen psikolojisi açısından çekingenliği anlatıyor, yaşlılığın kırılganlığını da yalnızlık ve depresyon üzerinden inceliyor.

Sevinç. Rilke'den alıntılar. Mutluluğun tersinin olup sevincin tersinin olmaması. Bilirsiniz; maniye yakın bir duygudur sevinç. Parlar, her şey daha bir renklenir. Müthiş bir duygudur, toplama kamplarında bile duyumsanmıştır, Borgna'nın alıntıladığı mahkumların günlüklerinde görülebilir. Logoterapiyi buna yakın görüyorum, sanırım anlamın olduğu yere yakın bir yerde ikamet ediyor sevinç. Çiçeklere bakınca güzelliğin, doğanın, pek çok şeyin anlamı ortalık yerde geziniyor, anlar içinde bundan daha an olanı yoktur sanırım. Anın yitip gitmesinden doğan hüzün gelebilir ardından, üzülmeye gerek yoktur ama bir o kadar da vardır, ikisi birbirinin etrafında dönerek yaşamı oluşturur. Hüzün, sevinç gibi, insanın çok derinlerinde bir yere aittir ve ruha neyin yittiğini anlatırken fısıldar, sessizdir, çoğu kez anlaşılamaz ama geride bıraktığı dünya en az sevincinki kadar parlaktır, belki biraz daha farklı tonlara kaymıştır ama mavinin de kendi güzelliği vardır. Yaratıcı güzellik, acının güzelliği. Uçları umudunkilere dokunur, her şeyin olabileceği umudu. Acı değişebilir, ortadan kaybolabilir ve tekrar belirebilir. Mutluluk bir an, umut koca bir sonsuzluk. "Yıldızsı arkadaşlıklar" sürmeye dayanıksız olsa da bellekte sonsuza kadar var olacağının umut edilmesi, onların kırılganlığını azaltır. Bu tür arkadaşlıklara inanmak istiyoruz Borgna'ya göre, belki belleğin sürüp gitmesi için temel noktalar oldukları için, belki de sadece bir güzelliği sürdürebilmek için.

Kırılganlıkları çeşitliyor Borgna; hastalıklar, hasta beden, delilik, istemli ölüm, ruh, ergenlik, yaşlılık, mistisizm, kadın kırılganlığı, erkek kırılganlığı... Tek bir şey aklımda: "Ayırt edilmesi kolay olmayan elle tutulmaz, karaltılı ve uçup kaçıcı ışıltılı izleriyle günlük hayatımızda her gün yanımızdan geçen insani kırılganlıklar da vardır." (s. 50) İnsan merak ediyor bu kırıkları, anlamak istiyor ve soruveriyor, öylece. Omuzluyor, başkasının kırığını taşımak istiyor. Sınırını aşıyor, anlayıp bırakıyor veya başka bir biçimde dokunuyor ama mutlaka dokunuyor. Seviyor, aşık oluyor, "o şeyi" bir parçası haline getirmek istiyor. Bütün kırılganlığa rağmen. Bu, ruhumuzun -kara güneşin altında olsa bile- biricik sevinci. 

25 Mart 2018 Pazar

Clive Barker - Lanetlenme Oyunu

Dünyanın En Güzel Arabistanı'nı izlemek için Moda Sahnesi'ne gitmiştim, oyun başlamadan önce girişteki kitapçılardan birinde buldum bunu. Uzun süredir denk gelmeyi bekliyordum, oldu bu iş. Barker'ın ilk romanı olmasına rağmen sıkı. Öykülerindeki gore işler, pornografik cinsellik, ne varsa burada da var. Barker yarattığı dünyaya güzel sıkıştırıyor bunları, atmosferi derinleştiriyor, sanırım böylesi bir açıklık sağlıyor korkunun onca katmanını. Bir de imgesel anlatım giriyor araya, vahşet sahnelerini yazan bir şair olup çıkıveriyor Barker. Denk gelirse alıntılarım.

Bilinmeyen Bölge, ilk bölüm. II. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru, Rusların Varşova'yı işgal ettiği zamanlar. Hırsız, üç aydan sonra kaosun hüküm sürdüğü şehre alışıyor ve yıkıntılar arasında ne bulursa satıyor, tam bir ölü soyucu, akbaba. Dehşetin resmini olduğu gibi çiziyor Barker; "bedenin ve ruhun en derin sırları" açığa çıkıyor. "Bul karayı al parayı" oyunu için üç kova ve bir bebek kafası kullananlar, oğlan kerhaneleri, hayvan ve insan dövüşleri, yıkıntının ortasında Faust oynayan bir deli/aktör, para karşılığı kesilip parçalanan kadınlar, işgalci ordunun tecavüz ettiği kadınlar, acı çeken kadınlar... Tam bir insan sirki, ölümün kol gezdiği topraklarda insana dair ne varsa ortadan kayboluyor ve ortaya çıkıyor. Hırsız böyle bir ortamda cebini doldururken Mamulyan'dan haberdar oluyor, büyük kumarcıdan. Oynadığı her oyunu kazanan bir adam, bulunmamak için esrar perdesiyle örtülü. Hırsız, Vasilyev adlı bir askerden adamın varlığını öğreniyor ve onu bulmak için günler boyunca çabalıyor. Buluyor da. Mamulyan'ın "Hacı" dediği Hırsız, bu efsanevi adamla masaya oturuyor.

Sığınak, ikinci bölüm. Nestroy'dan alınan epigrafta Şeytan'ın var olan en kötü şey olmadığı söyleniyor. Yalnızca bir iş adamı o, olması gerektiği gibi. Düşünüyorum, gerçekten de herifin kuralları belli. Dört yol ağzında yaptığı anlaşmalar adildir, en azından şartlara uymayan hep insanoğlu olmuştur. Yoksa çalışma prensibine sıkı sıkıya bağlı olan Şeytan'ın yamuk yaptığı pek görülmüş şey değildir. İstediğin şey onda varsa ve o şeyi gerçekten istiyorsan, şartlara uyacaksın. Bu mevzu Whitehead'in durumunu özetliyor.

İkinci bölümde Marty Strauss'la tanışırız, esas oğlanla. Altı yıldır hapiste, kumar bağımlılığının sonucu olarak başarısız bir soygun girişiminin sonucu. Hayvan gibi çalışıp vücudunu geliştirmiş ve Charmaine'le boşanmasının ardından işleri yoluna koyup koyamayacağını düşünüyor. Burada biraz durmam lazım, ayrılmaları biraz acı. Marty çok derinlikli bir insan değil ama Charmaine'i gerçekten sevdiği, özlediği anlaşılıyor. Yıllar boyunca hapishanede kendisini ziyaret eden Charmaine'in boşanma teklifiyle geldiği gün: "Hayır, diye düşündü Marty. Seni tanımıyorum. Bir zamanlar belki, ki bundan da emin değilim ama tanıdığım farklı bir sendin ve Tanrım, onu özlüyorum." (s. 47) Elliott Smith'in annesiyle ilgili yazdığı şarkıyı anımsıyorum, Marty'nin acısını anımsıyorum, çok ince bir detay ve herkese bir şey ifade etmeyebilir ama... Vurucuydu.

Bunlar olurken Toy ortaya çıkıyor bir gün, Whitehead'in sağ kolu, yaşlı bir boksör. Marty'ye şartlı tahliye olabileceğini ama yapması gereken şeyler olduğunu söylüyor. Bay Whitehead'in, dünyanın en zengin adamlarından birinin korumalığını yapması karşılığında özgürlüğüne kavuşabilir Marty ama malikaneden hemen hiç ayrılmayacak ve Whitehead ne derse onu yapacak. Aslında biraz American Gods'ı andırıyor mevzu. Neyse, Marty kabul ediyor ve zengin herifin evine gidiyor, işine başlıyor. Ev ahalisiyle tanışmacalar, Whitehead'in adamlarının burun kalkıklığı anlatıyı biraz sulandırıyor, bağları gevşetiyor ama gerçeklik yanılgısına katkı sağlaması açısından iyi.

Avcı köpekler bahçede tehlikeyi bekliyor, bir şeylerin huzursuzluğu ağır. Whitehead bir şeylerden korkuyor ve otuz yıllık yardımcısı Toy'dan yardım istiyor. O sırada Whitehead'in şirketleri dünya çapında değer kaybediyor, sanki şans terse dönmüş gibi. Marty formunu korumak ve olası tehlikelere karşı hazır olmak için malikanenin bahçesinde durmadan koşuyor ve bir gün Carys'i görüyor, Whitehead'in kızı. Psişik bir arkadaş kendisi, diğer karakterlerin bazılarında göreceğimiz özelliklerden biri Carys'te. Babasının yanında, güven içinde yaşıyor ama annesi öldükten sonra babasıyla girdiği ensest durumlar var, bir de babasının sağladığı esrarla -kokain de olabilir- durmadan uçuyor. Garip durumlar var yani, Martys anlamaya başlıyor yavaştan ve bir gece saldırı gerçekleşiyor.

Son Avrupalı/Mamulyan, Anthony Breer'ın yanına geliyor, Breer kendini asmaya teşebbüs ettiği sırada. Aralarında tutulması gereken bir söz var, Breer, Mamulyan'ın emrine giriyor. Yağ tulumu bir herif Breer, sadist ve Jilet-Yiyici. Gerçek anlamda. Onun gücü bu. Whitehead'in malikanesini basıyorlar, köpekleri öldürüyorlar ve köpeklerin yaşama döndüğünü gören Marty, kafayı kıracak gibi oluyor. Toy'un da evini basıyorlar ve Barker, anlatısının eklektik yapısını ortaya koyuyor. Carys'le Marty'nin sevişmeleri ve Mamulyan'ın Carys'in zihnine girdiği anlar oldukça ilginç, konudan konuya atladım ama anlatmam lazım. Seks yaptıkları bölüm tam bir şölen, karakterlerin hiç görülmeyen yüzlerini yansıtmak aslında zor bir iş ama Barker muhteşem bir şekilde kotarmış bunu. Zihne girme bölümleri de oldukça iyi, tam bir cümbüş. Ben aslında Toy'un karısının öldürüldüğü bölümdeki korkuyu anlatacaktım, anlatayım. Toy, karısıyla gayet normal bir şekilde konuşurken yere damlayan bir şey duyar, yatağa uzanmış olduğundan dönüp bakmaz. Karısı yatağa girer, çarşafı üzerine çeker ve yapış yapış bir şeyin sesi gelir. Toy bir şeylerin yanlış olduğunu anlar ve aniden arkasına döner. Karşısındakinin karısıyla ilgisi yoktur, derisi yüzülmüş bir bedendir artık o, kasları ve kemikleri ortadadır. Evden kaçması ve Jilet-Yiyici'den ucu ucuna kurtulması, dehşet dolu atmosferin etkisini uzatır. Barker'ın anlatıcılığı muhteşem, gerçekten korkutucu.

Eh, anlaşıldığı üzere Mamulyan'ın nekromansi özelliği var, zihinlere girebildiğini de söyleyebiliriz. Yüz yetmiş yaşında olduğunu da söyleyeyim, 1811 civarında kurşuna dizilecekken son anda kurtulan bir asker o, keşişin tekiyle karşılaşınca keşişin Antik Yunan yazıtlarından bulduğu bir kadim öğretiyi ele geçirerek yaşamı kontrol etmeyi, yaşam vermeyi ve almayı öğreniyor. Hırsız/Whitehead kendisini bulunca -ya da tam tersi- onunla bir anlaşma yapıyor ve dünyayı birlikte yönetmek için yıllarca birlikte yaşıyorlar ama Whitehead kendi ailesini kurunca yan çiziyor, şutluyor Mamulyan'ı. Mamulyan kendisine ait olanı almak için geri dönüyor falan. Gerisi bir dünya kovalamaca, ölüm, dökülen bağırsakların şiirsel ritmi, nefis bir gerilim.

Barker'ı ilgiyle okuyorum, her seferinde ödümü koparmayı başarıyor.

24 Mart 2018 Cumartesi

W. Scott Poole - Delilik Dağlarının İçinde

Sonsuz saygı. Lovecraft benim için tepede bir yerdedir, ne kadar yüksekte olduğunu bilemiyorum ama kendisinin üzerinde kimse yok, onu biliyorum. Kozmik dehşetlerin mucidi olmasa da en büyük ustasıdır. Pulp dergilerden koca bir anlatı yaratmıştır ve etkisinin sürdüğünü görmek mümkündür; mesela Guillermo Del Toro birader nihayet At the Mountains of Madness'a girişeceğini söyledi. Yıllardır beklenen bir şeydi, Oscar'ı cukkaladıktan sonra opus magnum rüyasını gerçeğe dönüştürecek sanırım. Dönüştürsün, Lovecraft'ı sinemada daha çok görmek isterim. Hatta her yerde görmek isterim.

Lovecraft'in etrafındaki mitik perdenin aralanması lazımdı, Poole harş diye açıvermiş. Lovecraft hakkında doğru bilinen yanlışlar, öykülerinin hikâyeleri, ölümünden sonraki kültleşme süreci, hemen her şey tanıklıklardan ve belgelerden çıkarılmış, HPL hayranları için tatmin edici bir kaynak haline getirilmiş. Huşuyla okudum desem yeri. Altı aydır elim gitmiyordu, anlatmak için yeterince zaman geçtiğini hissediyorum. Karmakarışık bir biçimde anlatacağım, sadece altını çizdiklerimi.

1917'den başlıyor Poole, HPL'nin delirdiğini söylediği zamandan. Sağır olmanın ve kendi iç dünyasına kapanmanın özlemiyle yaşarken dünyayla baş etmeye çalışması oldukça zorlayıcı. Yabancı'da kulesinden çıkıp dış dünyayı tanımak isteyen adamı düşünüyorum, insanlarla ve kendisiyle yüzleştikten sonra kulesine dönüşünden başka bir şansı yoktu. Lovecraft de pek farklı düşünmüyordu sanırım, sadece yazıyordu ve yazdığı zamanlarda kulesindeymiş gibi hissediyordu. Okurlarına bu duyguyu aktardı, yalnızlığının ve hayal gücünün büyüklüğü birçok okurunca öykülerinin kopyalarının çıkarılmasına yol açtı, böylece unutulmayacaktı. Unutulmama çabasını orduya yazılmakla sürdürdü, 1917'de sözde son savaş sürüyordu ve bu hastalıklı genç, askere gitmekten başka bir şey düşünemez hale gelmişti ama annesi Sarah Susan Lovecraft, oğlunun askere gitmesini -çeşitli bağlantılarla- engelledi, böylece HPL'nin yenilgisi bir kat daha artmış oldu, kendisiyle dalga geçme kapasitesi de. İkisinin garip bir karışımında yaşıyordu, öyküleri bu ilginç psikolojinin ürünüdür. Dostu Robert E. Howard'ın intiharından çok etkilendi ama kendini öldürmeyecekti, yavaş yavaş öldüğünü düşünüyordu zaten. Küllerine varmadan önce bir şeyler yazıyordu ve yaşamını sürdürmesini sağlayan buydu sanırım. Kırk yedi yaşında bağırsak kanserinden öldüğünde kendisini hatırlayacak bir avuç insan vardı, sadece o an için. Sonrasında milyonlarca insanın hayatını değiştireceğini bilemezdi. Stephen King, Neil Gaiman, Clive Barker, Ramsey Campbell, Guillermo Del Toro, John Carpenter, D&D, çizgi romanlar, dövmeler, her şey bir şekilde ona bağlanıyor.

Lovecraft, ırkçılığı ve cinsiyetçiliği açısından pek çok eleştirinin odağında. Poole en başta bir Lovecraft hayranı olduğunu söylüyor ama bu büyük yazara yaklaşımında mesafesini koruduğunu ekliyor. Tarihçi kimliği her zaman önde, bu yüzden sadece gerçeklere değinmekle kalıyor, herhangi bir yargıda bulunmuyor. Bu açıdan da iyi bir araştırma bu, HPL'nin fanatik bir hayranının yazdığı metni okumuyoruz.

Poole, Dagon'un Lovecraft dünyasının sıkı bir özetini sunduğunu söylüyor bir yerde. Yaratılan atmosfer, korku ve çürüyen dünya, kabus gibi bir varlıkla bütünleşir, böylece HPL izleklerinin derli bir halini görmüş oluruz. Machen, Dunsany, Poe gibi ustalardan esinlenildiği malum ama kozmik tekinsizlik daha çok Maupassant'dan geliyor, Horla'dan. HPL'nin Edebiyatta Doğaüstü Korku metninde detaylar mevcut. Öncesinde folklor ve mitler var tabii; Lovecraft dedesinin kütüphanesini yalayıp yutarken eski zamanların anlatılarını ve efsanevi canavarlarını hayal dünyasının bir parçası haline getiriyor. Salem gezilerinde gözünün önünde canlanan görüntüler bir diğer kaynak. Margaret Murray'in cadılığın tarihiyle ilgili bir metninden çokça etkilenmesi, cadılık mezhebine inanırken buna ırkçılığı da eklemesi, korku duyulacak bir ötekinin yaratılmasına katkıda bulunmuş. Büyüdüğü ortamın ve edebi yönelimlerin etkisi de mühim; 18. yüzyıla takılıp kalmış bir İngiliz edebiyatı geleneğinin hüküm sürdüğü zamanlarda doğuyor HPL, etkilenimi sadece edebiyatla sınırlı değil, kıyafetlerinden tavırlarına kadar bu büyülü yüzyılın etkisinde. Züppeliği geçmiş zamanın parlak günlerine öykünmesinden kaynaklanıyor, Pope'un ve döneminin sanatçılarının Arap romantizmine eğilmeleri de başka bir kapıyı aralıyor. Kendi zamanının şairlerini takip ettiği söylenemez: "Kendi yüzyılından kaçmak için duyduğu güçlü isteğin T. S. Eliot, Ezra Pound ve Frank Lloyd Wright'ın eserlerinde görülen modernizme, yeni edebi, sanatsal ve mimari atmosfere neden ilgi duymadığını açıkladığını iddia ediyordu." (s. 35) Kendi çağında göçmen dalgalarının ardı arkası kesilmiyordu; dünyanın her yerinden bu yeni dünyaya gelen insanlar, HPL gibilerinin ödünü koparıyordu. Robert E. Howard da bu göçmen dalgasıyla gelen insanların yabancılığından, tekinsizliğinden oldukça çekinen ve yabancılığı öykülere dönüştürebilen bir diğer yazar, Çinli küçük adamlardan çok korkarmış.

Kronolojik bir anlatı değil Poole'unki, zamanlar arasında atlamalar yaparak argümanlarını sağlamlaştırıyor. Takip etmesi oldukça keyifli. Örneğin King'in Diriliş nam kitabını anıyor ki yerinde; romanın sonlarında insanların gittiği yer ve yaratıklar, HPL evreninden fırlamış gibidir, zaten King'in Lovecraft'i birçok yerde övdüğü malum. Pacific Rim'deki boyutsal işler ve yaratıklar keza. Bütün bunlar, varlıklarını biraz da August Derleth'e borçludur, Derleth, "Cthulhu Mitosu" nam bir oluşuma önayak olup HPL'nin bütün eserlerinin basılmasını sağlasa da işi biraz katakulliye getirmiş bir HPL hayranı olduğunu söylemek mümkün. HPL, yasal mirasçısı olarak R. H. Barlow'u belirlemiş ama Derleth, Barlow'u zorla devre dışı bırakıp Lovecraft'in mirasına zorla konmuş. Detayları var, ilginç bir hikâye. S. T. Joshi'yi de bu araştırma sayesinde öğrendim, bu Hindu genç -tabii artık yaşlı- sayesinde Derleth'in Lovecraft'ini okumaktan kurtulup yazarın bütün mektuplarına ulaşabilir hale gelmişiz. Türkçeye çevrilmiş değil bu mektuplar, henüz. Otuz bin mektuptan bahsediyoruz, basması kolay değil. Neyse, Joshi biraderin başardığı işler ve Lovecraft araştırmaları da ayrıntılarıyla anlatılmış. Adamımız edebi bir ikon haline getirilen HPL'nin bütün etiketlerinden kurtulmasını sağlamış, bu bile başlı başına bir olay. "Edebi bir ikondan fazlası olan Lovecraft modernizmin korkularına değinen bir dehşetin üslubunu biçimlendiren ve ileride postmodern diye adlandırılacak şeye gözünü diken bir kültürel antolojidir. (...) Lovecraft fiziksel dünyadan daha az gerçek saymadığı kendi hayal dünyalarında, morfin, afyon ve içkinin yardımına rağmen Poe'nun hiçbir zaman ortaya çıkaramadığı boyutta bir hayal gücü bulmuştur." (s. 50) Aralarında koca bir altmış yıl ve farklı tarihsel olgular var, Lovecraft'in çağı kesinlikle çok daha korkunçtu. Poe'yu sekiz yaşındayken okumuş HPL, korkunç bir havai fişek gösterisinin ortasında kalmış gibi hissetmiştir bence. İlk öykülerini Poe'nun etkisinde kalarak yazdığı söyleniyor, bir yorum yapamıyoruz çünkü bu öyküler bulunamamış. Çocukluğun belirsiz zamanlarından birinde kaybolup gitmiş, üzücü. Bir diğer kaynak da Bierce. HPL'nin dedesi, Bierce okuyup hikâyeleri sözlü bir şekilde HPL'ye aktarmış olabilirmiş, Poole'un varsayımı.

Aile. Whipple Phillips, HPL'nin anne tarafından dedesi. Üç yaşındaki çocuğa kaybolmuş kentlerle, harabelerde musallat olan zebanilerle dolu öyküler anlata anlata çocuğun daha fazla hikâye öğrenmek için deli gibi okumasına yol açmış. Okulla arası pek iyi değil, "Hıristiyan sürüye sempati duymadığı için Pazar Okulu'ndan şutlanması" ilk aykırılığı olarak ortaya çıkıyor. Okula Arap kostümü giyip gitmesi, dedesi gibi annesinin de oğlunun ilginç şeyleri okumasına önayak olması ilginç ayrıntılar olarak öne çıkıyor. Hepsini alamayacağım, değişik bir çocukluğu olmuş HPL'nin. Ailesindeki ölümlerden ve mezarlıklara yaptığı gezilerden, "belli belirsiz bir dehşet ve zebanilerin tuhaf havası" dediği sezgiler çıkarıyor, henüz altı yaşındayken ve Poe'yu okumamışken. Annenin Viktoryen dünyanın yorumu yüzünden çarpıtıldığını söylüyor Poole, yeni bir bakış açısı getiriyor. Belki oğluna sevgiyi öğretmemiştir de istediği her şeyin peşinden koşmasını sağlamıştır, bu da büyük bir şeydir.

Delilikten mustarip babalar ve özgürlüğüne düşkün bir anne, Lovecraft'in psikolojisini oldukça etkilemiş. Babalarından birinin cinsel bir hastalık yüzünden ölümünün üstü aile tarafından kapatılmış, ölüm şekli o devir için büyük bir skandal ve HPL'den de gizlenen bir şey bu, gerçi HPL'nin sonradan bu mevzudan haberdar olduğu söyleniyor ama bilinmezin içinden bir şeyler yaratmak böyle zamanlarda zirveyi görüyor. Koyu bir huzursuzluk bu; hayatımın en belirsiz zamanında en iyi öykülerimi yazdığımı söyleyebilirim. Lovecraft kralını yapıyor tabii bu işin. Neyse, bazı öykülerin izini HPL'nin yaşamındaki önemli dönüm noktalarında bulabiliriz, mesela sekiz yaşındaki HPL'ye hediye edilen kimya seti. Adam, evinin mahzenini "çılgın bir bilim adamının mahzeni"ne çevirecek aygıtlara sahip olmuş ve deneyler yapmaya başlamış. Herbert West sanırım bu zamanlarda kurgulanan bir karakter. Aslında eklektik bir durum var ortada; Hawthorne, Poe, kimya, astronomi ve benzeri pek çok şey, çok yakın zamanlarda HPL'nin hayatına girmiş. Poe'nun Arthur Gordon Pym'iyle deliliğin dağlarına giden araştırmacılarımız aynı zamanlarda ortaya çıkmıştır, sanırım.

Oldukça detaylı bir araştırma, yazacak sekiz milyon şey daha var ama HPL'nin iyi okurları için satır aralarından çıkacak detayları bırakıyorum. Duvarlardaki Fareler'in belirişi, sadece bir örnek. Tekrar tekrar okunur, huşuyla. Büyük yazarın önünde saygıyla eğiliyorum, hay yaşa be Lovecraft, can Lovecraft, dost Lovecraft! On dört yaşımın güzelliği, geri kalan ömrümün de.

21 Mart 2018 Çarşamba

Walter Tevis - Dünyaya Düşen Adam

Bizimkine benzeyen bir dünyadan düştüğü için aslında kendi dünyasının henüz ayvayı yememiş versiyonuna düşen adam olarak değerlendirebiliriz kendisini. Bildiklerimiz şunlar ki onun dünyası yer çekimi bizimkinin üçte biri kadar bir dünya. Adamımız, insana çok benzeyen uzaylı yaşam formumuz bizden üç kat daha hafif. Boyu nasıl oluyor da bizimkine yakın oluyor, kütle çekimi biyomorfolojiyi bizimkinden nasıl farklılaştırmıyor, orasını anlamış değilim. En azından boy olarak, çünkü fark var. Adamımızın memeleri yok, kemiklerinin içi boş, omurgasında birkaç disk eksik falan. David Bowie'nin oynadığı filmini izlediyseniz görmüşsünüzdür bunları. Gözler kedi gözü gibi, demek ki ışığa duyarlılık var ki adamımızın Erhan Güleryüz gibi gezmesinin sebebi bu.

Thomas J. Newton, 1980'lerde Anthea'dan yola çıkıp Dünya'ya geliyor. Gemisini bir çiftçi birkaç papele sergi malzemesi olarak kullanıyor, şehir efsanelerinin etkisiyle çarpıtılmış gerçeklik yavaş yavaş siliniyor. Newton 1.90 boyunda, bembeyaz saçlı, albino benzeri bir dış görünüşü var ve gözleri masmavi. İnsan benzeri bir insan. Genetik uyum, bizim hayvanlarla olan uyumumuzdan çok daha kadim ve benzer. Panspermia dalgası sanırım. Şunu da biliyoruz, Newton'ın gezegeni bizimkine yakın, en fazla elli ışık yılı uzaklıkta. Bizim TV yayınlarımızdan uzaya salınan sinyalleri alıp kendi evlerinde televizyon seyrettiklerine, bu yayınlar da 1930'larda başladığına göre, yıl da 1980 civarı... Eh, pek uzaktan gelmeyen meteor parçaları yaşamı bu iki gezegene taşımış olabilir. Ancak tahminlerde bulunabiliyoruz, Tevis işin bilimsel kısmı hakkında neredeyse hiçbir şey söylemiyor ve anlatıyı öteki/beriki ilişkisine indirgenmiş bir biçimde veriyor. Neyse, adamımız başlarda yüzük satarak para kazanıyor ve bu işte başarılı, insanların hissettiği her duygunun karşılığı kendisinde var ve "biraz garip biri" izlenimi bırakması dışında son derece sıcak, içten, tatmin edici olabiliyor. İnsana dair olmasına rağmen nadiren karşılaşılan bir yetenek aslında; mizaca ve ruh haline göre kurabileceğimiz ilişkileri kuramayız ve kuramayacağımız ilişkileri kurabiliriz, sosyalliğin kaosu her şeye açıktır ama Newton'ın böyle bir olayı yok, o her koşulda bağlantı kurabiliyor. İnsan olmamasından kaynaklı bir kaos yönetimi. En sonda kendisini yıkan da bu olacak, insanlık dışı bir bürokrasinin kurbanı olarak.

Oliver Farnsworth'e ulaşır Newton, patent uzmanı olan bu adamın dikkatini çeker. Newton'ın elindeki birçok icadın potansiyelini gören Farnsworth, Newton'ın dudak uçuklatıcı teklifini duyunca bu garip adam için çalışmaya başlar. Kodak'ı yıkacak bir fotoğraf teknolojisi, GE'yi tahtından edecek buluşlar derken Newton kendi şirketini kurar ve para kazanmaya başlar. Bu sırada Profesör Nathan Bryce'ı da yanına alır. Bryce'ı odasında tek başına otururken görürüz önce, önünde hiçbir zaman bitirilmeyecek bir makale ve darmadağın bir masa vardır, karşısındaki İkarus'un Düşüşü'ne diker gözlerini. Bu bir metafor tabii, şiirle birlikte metnin çoğu yerinde geçiyor ama ben doğuracağı imgeleri okuyacaklara bırakıyorum. Neyse, bu Bryce, Newton'daki başka alemlerden bilim getirme olayını sezer ve birlikte çalışma fırsatı belirince kuşkularını sınayacak bir şansı da olur. Dünyayı değiştirecek bir şirket, başında pek kimseyle görüşmeyen gizemli bir adam. Newton, insanlardan çok hoşlandığını ama onların şempanzelerden daha tehlikeli olduklarını unutmaması gerektiğini hatırlatır kendine. Anthea'nın yok olmasına çok az bir süre kalmışken, geride kalan ailesinin ve diğer üç yüz kişinin kurtuluşu, icatlarından elde ettiği parayla inşasına giriştiği uzay gemisinin tamamlanmasına bağlıyken dünyalılarla girdiği etkileşimin kendisini değiştirmesinden korkar. Buradaki ince nokta şu; Newton bilimsel üstünlüğüne rağmen düşünce yapısının hemen hemen aynı olması yüzünden zaten "Dünya'nın rengine kanacak" bir halde gelir buraya. Atomik silahların kullanılacağı savaşın hazırlık haberleri televizyonlarda gösterilmektedir, insanoğlunun at koşturduğu zamanlar geride kalmak üzeredir ve kimse bunun farkında değildir. Newton, ölen gezegenindeki üç yüz benzerini bu dünyaya getirecek ve Dünya'yı yaşanılır kılacaktır.

Pek naif. Burada işlerin iyilik ve doğrulukla toparlanacağını düşünmenin anlık tatmini. Sadece anlık.

İnsanlar gibi olmamaya çalıştıkça insanlar gibi olur Newton, bütün farklara rağmen. Televizyona gömülür, durmadan cin içer, bindiği bir asansördeki momentten ötürü kemiklerini kırdığında kendisine bakan Betty Jo'nun işsizlik yardımıyla geçinmesini anlamaya çalışır ve meşhur rüyayı çözümlerken kendisi de onun içine batar. Birileri çalışır, diğerleri sosyal yardım alır ve bu düzen böylece sürer. Tevis, tüketim toplumunun heyecanını yitirmemesi için çıkarılan son modaların eleştirisini yapar böylece; giyim, eğitim, duygusal ilişkiler, hep daha iyisinin aranması, sonsuz bir arayış ve arayış süresince harcanan zaman, enerji, topluluğa uymanın getirdiği rahatlık hissi, hepsi "kentsel ve sefil bir lüks". Newton, bütün bunların arasında ilkelerine sadık kalmayı başaramayacak bir hale geliyor, insanların "imandan ve duygulardan kurdukları sallantılı yapı" aklını karıştırıyor, aklı karıştıkça cinin uyuşturuculuğuna sığınıyor. Bryce, Newton'ın misyonunu sürdürmesine yardımcı olacak yegane insan olarak beliriyor bir süre sonra; Thoreau'nun, "İnsanların çoğu sessiz bir umutsuzluk içinde yaşar," sözünü hatırlıyor ve mutsuzluğundan sıyrılmak için Newton'ın yitirmek üzere olduğu amaca sarılıyor, böylece kendi karanlık çukurundan çıkıyor ve yaşamı bir anlam kazanıyor, Betty Jo'yla sürdürdüğü ilişki de bütün çarpıklığın ortasında tutunacak bir şeyler veriyor kendisine. Buraya hemen Foucault'yla Chomsky'nin tartışmasını alıyorum; Foucault'ya göre sevgi, ahlak gibi kavramlar içinde yaşadığımız toplumun, ürettiğimiz bilimin ve medeniyetin bir parçası olarak görülmeli ama Chomsky için bunun pek önemi yok, bunlara sahip olmak yeterli ki bu bile başlı başına bir devrim, mücadele demek. Bryce kendi devrimini yapıyor, yırttığını söyleyebiliriz. Newton batıyor, CIA tarafından yakalandıktan sonra özellikle.

Newton'ın yanına aldığı adamlardan biri CIA'in bir casusu, uzay gemisinin inşasının tamamlanması yaklaşınca Newton'ı köşeye çekip olayını soruyorlar. Bürokrasinin insanlık dışılığı burada devreye giriyor; insanlar arasında bürokratik bir kişilik olarak Newton'la CIA çatışıyor ve üstün gelen CIA oluyor, adamımızın beceriksizliği sonucu gözlerindeki lensi çıkaramamasıyla -anlatıda birçok çatlak var, bence bu da onlardan biri- uzaylı olduğuna inanmayan görevliler, göz muayenesinde Newton'ı kör ediyorlar. Nadiren insancıl tepkiler veren Newton'ın muayene öncesi bağırıp çağırması, insan benzeri davranışları için artık çok geç. Şirket varlığını sürdürüyor ama Newton yok artık, amacından vazgeçmiş durumda ve kendi dünyasının yok olmasına benzer bir şekilde bu dünyanın da yok olacağını biliyor. Her şey olduğu gibi olur düşüncesiyle hiçbir şey yapmıyor, hele kör olduktan sonra.

Bryce, adamımızı aylar sonra, onca sorgulamanın yıkımını takiben bir barda buluyor. Newton kendi gezegenindekiler için soyut şiirler yazıyor, Dünya için edebi bir yenilik olan metinler kendi gezegenindekilere bir veda niteliği taşıyor. Yıkılmış biri Newton, Dünya gibi. Dünya biridir, bilirsiniz. Bence altmış yaşlarında, kel, göbekli ve yorgun. Ölmeyi bekliyor ama bir yanı da bir şeylere tutunmak istiyor. Bryce ve Newton'ın on konuşması, bu adamın iki yönünü ortaya koyuyor.

Ötekine nasıl dönüşürüz, ideallerimizden nasıl vazgeçeriz, aslında çok da farklı olmadığımızı anlamak için illa birbirimize benzememiz mi gerekir, böyle bir ton kimlik problemiyle dolu güzel bir metin. Filmi de kült, izlemenizi tavsiye ederim.

Son olarak, 2017 model bir Camel şarkısı için Soup'a göz atmanızı isterim. Çok sıkı bir albüm yapmışlar, Latimer sololarından Dredg gazına geçen şarkılar var, potpuri gibi. Çok iyi. Müthiş sözlerini de şuraya bırakayım:

"How can it be that pride is what you favor? Why can’t you see that love is what we came from? Now that we’re gone -can you see it’s fading? Pray all you want, now we’re going. Now that we’re gone. can you see its fading? Now that you see: no-one did deceive you. Say what you want. Nothing’s changing. Pray all you want, now we’re going.

How you see what I’ve become. Something you will never know. It’s how you show just how you love. It’s holding on, or letting go. Now we see, just what you are. Hell, you never tried."

19 Mart 2018 Pazartesi

Eduardo Galeano - Hikâye Avcısı

John Berger, Galeano'nun "dünyanın vicdanı" olduğunu söylemiş. İnsanların sıklıkla ortadan kaybolduğu, faili meçhul cinayetlerin ata sporu haline geldiği bir kıtada doğup büyümenin etkisi olsa gerek, bir de pırıl pırıl bir vicdanın tabii. Sürgün edildiği ülkesine on iki yıl sonra döndüğünde yapılacak çok iş olduğunu görmüştür. Sadece ülkesi için de değil, bütün dünya için. Vicdan defterleri diyeceğim Galeano'nun kitapları için. Kürenin her yerinden ortak hikâyeleri taşır bu defterler, özgürlük ve adalet arayışını taşır, arayış sırasında yenen kurşunları taşır, bu yüzden bütün kurşunların toplamı kadar ağırdır, ruhta korkunç bir yüke dönüşür. Dünya bu kadar acıya rağmen yine iyi dönüyor.

Galeano'nun son kitabı bu. Yayıncının Notu bölümünde birkaç açıklama var. Kitap 2014 yazında tamamlanmış, sonrasında Galeano yeni metinler yazarken hayatını kaybetmiş. O metinlerden birkaçını buraya almışlar, ölümle alakalıymış onlar, buraya cuk oturmuşlar.

Zaman Değirmenleri'nden birkaç başlık alayım. İlkinde rüzgârın izini sildiği martı, yağmurun izini sildiği ayak izi ve güneşin izini sildiği zaman var. Entropik bir yok oluş, her şey birbirini belirsizleştirir. Belirsizliğin içinde: "Öykü anlatıcıları yitik hatıranın, aşkın ve acının görünmeyen ama hiç silinmeyen izini ararlar." (s. 11) Mite dönüşen hikâyeler insanların arketipik kodlarına işleniyor ve varlığını sürdürüyor, hikâye yayıldıkça insanlığın duygu mirası da korunmuş oluyor. Kolektif hafızamızı hikâye anlatıcılarına borçluyuz, yazıdan önce.

Yolculuğa Övgü nam başlık. Binbir Gece Masalları'ndan bir alıntı. Çekip gitmeye, her şeyi terk edip çekip gitmeye dair. Hemen üzerime vazife, Cendrars'ı anımsadım. O da benzer bir şey söylüyordu:

"Seviyorsan gitmek gerek / Karını terk et çocuğunu terk et / Kadın erkek dostunu terk et / Kadın erkek yârini terk et / Seviyorsan gitmek gerek"

Kuşluk. Kuşlar pasaportsuz, gümrüksüz göçmenler. Yola düşme konusunda Galeano'ya model olmuşlar. Kuşlardan diğer hayvanlara ve tanrılara, pek çok hikâye. Meksikalı gece tanrısı Tezcatlipoca'nın Güneş'e meydan okuması ve ikisinin buluşmasıyla doğan güzelliği her gün görüyoruz. Pek çok kozmogoniden biri bu, en güzellerinden. Mitoloji karışıyor işin içine tabii, Odisseas okyanusu gören ilk Yunan ve öteleri merak eden ilk insan olması da muhtemel. Rüzgârların ve denizin ötesinde çok büyük bir gizem vardı, iki bin yıldan çok daha uzun bir süre sonra Batı dünyası bu gizemin farkına varacak ve onu mahvedecekti. Bu noktadan sonra kaşiflerin rezilliklerine geliyor Galeano; yerlilerin cahil olduklarını söylemeleri ve Şeytan'ın onlara musallat olduğunu iddia etmeleri başlangıç. Eşitlikçi toplumlarında kadın ve erkek ayrımı yoktu, Batılılar kendi kadınlarına da aynı eşitlik bulaşır diye korktular. Yerli tanrılara karşı açtıkları savaşa "putperestliğin kökünü kazıma" dediler. Sanatçılarının eserlerinde yerliler kel ucubeler olarak gösterildi ama Amerika'da tek bir kel bile yoktu. Hayali canavarlar çizildi ve Amerika'nın bu canavarların istilası altında olduğu söylendi. Amerika'yı yaratırken Tanrı'nın elinin titrediği söylendi. Kıta yozlaştı, birkaç yüzyıl sonra özgürlük yanılsaması altında insanların ulu orta öldürüldüğü bir yer haline geldi.

Günümüzde acılar kimlik değiştirmiş dahi değil, asırlar boyunca süren katliam sürüyor. Jorge, mafyanın maşası olan yirmi yaşındaki adam onca insanı öldürdükten sonra günah çıkardı, birkaç yıl sonra ölüm listesine giren kendisiydi, çok şey biliyordu. Ölüm listeleri uzundu, grev yapan işçilere ateş açılabiliyordu ve oradan geçmekte olan bir adam kurşunlanarak öldürülebiliyor, gömülürken bir binbaşı adamın cesedine üç kurşun daha sıkabiliyordu, ölünün ölülüğünden emin olmak için.

Galeano'nun kurduğu mekân-tarih ilişkileri de hoş; Tarihle Dolu Kafeler'de Zola'nın, Troçki'nin, Lenin'in, Pessoa'nın, Picasso'nun ve pek çok ünlünün kafelerde başlayan hikâyeleri çok iyi. Bir de kahve olayını anayım, Waka'nın gözyaşlarından doğan kahve Etiyopya'dan Amerika'ya getirildi ve köle Afrikalıların acıları için üretildi, onların gözyaşları oldu. İncelikli bağlantılar konusunda Galeano çok başarılı. İnsanların hafızasından doğan bir şehri de anıp bahsi kapıyorum: Hitler tarafından yerle bir edilen Leningrad, fotoğraflardan, çizimlerden, sakinlerinin hatıralarından tekrar dünyaya gelir, hemen hemen aynı biçimde inşa edilir. Müthiş bir hikâye bu.

Yüzden fazla hikâye var, hepsi çok etkileyici. Notlar da almışım ama benden bu kadar, mutlaka edinin ve okuyun isterim.

18 Mart 2018 Pazar

Ali Teoman - Kırık Kalpler Terzihanesi

Demin cama kuş çarptı. Yuva yapmışlar, yumurta düşmesin diye etrafına birkaç dal yerleştirmiştim. Sanırım beğenmediler, gittiler. Yuva duruyor. Kuşlar durmuyor, ara ara cama çarpıp yapmam gereken şeyleri hatırlatıyor. Mesela bu; Ali Teoman'ın güzel öykülerini anlatmak. Sonra bisiklet. Sonra tez. Sonra yarın.

Ali Teoman'ı yıllar önce kaybettik, erliği veya geçliği hakkında bir şey diyemiyorum ama daha fazla yazmasını isterdim. Sayım dökümden nesnelerin rahatça yerleştiğini ve aynı rahatlıkla atılabildiğini gördüğümüz bir dünyanın olanca doğallığıyla kuruluşu çok etkileyici. Üç bölümden ilki, Gizemli Öyküler'den Bahar Temizliği. İkinci tekil şahıs kipiyle yazılan bu öyküde güzel bir bahar sabahı, evini temizlemeye karar veren bir "sen" var. Mutfak, odalar, eşyalar. Bir sandık. Sandığın içi kurcalanıyor ve kağıtlar, defterler beliriyor. Yazı okunamıyor, sandık hatırlanamıyor. Kimin bunlar? Sen mi bıraktın, bir başkası mı? "Nasıl oldu da şimdiye dek bütün bunların farkına varmadın? Çalışma odanda bir başkasının (kimin?) cesedini saklıyordun; iyice gizlenmiş, kilit altına alınmış, bütün meraklı gözlerden uzak... Nasıl oldu da şu âna dek bunu anlayamadın?" (s. 12) Yıllardır bir köşede duran sandık, alınan nefesten farksızlaşınca sandıklığını yitiriyor, bakışlara çarpılmıyor, varlığı her şey gibi bir şeye dönüşüyor, kısacası unutuluyor. Unutulan'ın sandık hali.

İnerken'de yine bir dünya kuran ilk cümle: "Sokak karanlık." (s. 13) Karanlık sokağın çeşitlemeleri arasından tekinsiz olanlarını seçmiş Teoman; dolunayın ışığı donuk, apartman karanlık, asansörün köhneliği sonsuz bir homurtu ve uğultu olarak derinlerden duyuluyor. Kabin karanlık, daha da önemlisi kabinin ineceği derinliklerin bir sınırı yok. Anlatıcı bütün düğmeleri deniyor ama kabin durmuyor, indikçe iniyor. Binaların bilinmeyen boşluklarından Perec de bahsediyordu, ikinci katta oturuyorsanız ve üçüncü kata hiç çıkmadıysanız üçüncü katın yerinde kara bir hiçlik olmadığını nereden biliyorsunuz? Dışarıdan görüldüğü gibi olmayabileceğini düşünüyor musunuz? Bilinmeyenin böylesi yayılmacı dünyasında hiç var oldunuz mu?

Gitme Biçimleri: Devinimlerin ve duyguların yaşama mikroskopik parçalar halinde dağıtımı.

Yine "sen". Hareketler, imler, salon penceresindeki perdenin aralanması, bir adamın yürüyüşü ve anlatılandan ayrılan yönleri, insanın kendi evinde, kendi imgesini köşelerine kadar sıkıştırdığı mekânda yabancılık çekmesine yol açar. Kişisel yabancılık kurulduktan sonra kapının altından atılan mektup ortaya çıkar, bu da dış bir yabancılık kaynağı. Kapının öbür tarafında biri, bu tarafında kişi, sessiz bir bekleyiş. Kim, ne? Mektup? "Tini gizlice kemiren işlek bir yenircedir kuşku. İkircim sanrının anasıdır." (s. 17) Gerisi anın, kuşkunun çözümlemeleridir, gergin atmosferin çöreklenmesidir. Sonunda yolculuk vardır, mekân değişimi, mektubu okuduktan sonra, telefon çalarken.

Banyo Penceresi, gizemli öykülerin şahı. Sadece belirli bir açıdan görülen manzara: Pencerenin belirli bir açıda duruşuyla karşı dairenin derinliklerinde bir karaltı görülür, fotoğrafta karaltının neliği hakkında pek az şey bellidir. Karaltı olması. Daha iyi odak, daha çok uğraş, orada kımıldayan bir şeyi ortaya çıkarıyor. Yine kımıldıyor, bakışın vücuttan ayrıldığı her an bir başkasına dönüşüyor ama o bir yansı, ama insanın kendini hiç bilinmeyen bir uzamda tanıyamayacağı doğru mudur, ama insan kendini zaten tanıyamayacağı için o karaltının oluşturduğu kendilik aslında bir karaltı, biçimlenmesine, insana dönüşmesine lüzum yok.

Romanesk Öyküler bölümünün Gecenin Atları ile aynı kurmaca dünyada geçtiği söyleniyor, bir fikrim yok. Olunca inceleyeceğim, şimdilik birkaç öyküyü ele alayım. Mesela Panayırda. Sadece bu öyküde değil, Ali Teoman'ın anlatılarında düşüncenin kara uçları, son derece şahsi ve biricik, belki önceden okurun da düşündüğü -kendi ölümümden başka bir şey olmadığımı çok düşünmüşümdür- imgeler vardır, beni Ali Teoman'a bağlayan şey bu imgelerin muhteşem dünyaların zemininde parıldamaları oldu. Bunu ikinci kez yazdım sanırım, birkaç kez daha yazabilirim. Neyse, bu öyküde üniversitenin kapısından çıkıp gözü kararan, sersemleyen bir anlatıcının peşindeyiz. Kimsenin umursamadığı, yollarda karşılaşılabilecek ölümleri düşünür, çünkü en amansız düşmanın içeriden, ölümün kendisinden geldiğini sezer. "Her şey apaçık ortada: Siz ölümünüzsünüz, ölümünüz de siz." (s. 53) Her insanın kendi ölümünü ölmesi gibi bir şey. Üzerine, anlatıcı "ölüm" ve "yaşam" kelimeleriyle oynadıktan sonra "ölü am" kalıbına ulaşır, yaşamı anlatmak için güzel bir metafor. Sonrası daha iyi; Beyazıt Meydanı'ndaki hengâmenin tasviri, çocukluğa açılan bir kapı haline gelir ve anlatıcının babası, anlatıcının/çocuğun elinden tutar, diğer elde de olmayan horozşeker ve pamukhelvanın özlemi vardır. Bu kadar kısa anlatılmamalı ama okunması lazım; o kaotik ortamda, satıcıların arasında, mahşeri bir gürültünün kalbinde uzamın nasıl yok olup tekrar belirdiğini, haliyle zamanın ve mekânın nasıl tekrardan yaratılabildiğini görmek heyecan verici, Ali Teoman gerçekten, gerçekten dünya kurgulamayı biliyor.

Kuş kadar öykü anlattım, katlarcası içeride bir yerde okurunu bekliyor. Lütfen okuyun.

17 Mart 2018 Cumartesi

Tomris Uyar - Aramızdaki Şey

Tez şu aralar canıma okuduğu için kısa şeyleri kısa kısa anlatacağım. Öyküler kısa şeylere girmiyor gerçi, başlı başına bir dünyaları var. Füsun Akatlı'nın Tomris Uyar hakkındaki yazısında birçok dünyayı görebilirsiniz, Öykülerde Dünyalar sıkı kaynak. Bunun dışında 70'li yılları öykünün zirvesi sayıyor Akatlı, Uyar'ı da biricik bir yere oturtuyor. Necip Tosun, Uyar'ı "diyaloglarla kurulan oyuncullukla" ilişkilendiriyor ama kırmızının tekrarı dışında pek bir oyun olduğunu sanmam. Kurmaca karanlığın diyaloglarla açılmasının "oyun" olgusuyla pek az ilgisi var, en azından Uyar'ın öykülerinde böyle. Calvino'nun diyaloglarla oyunları, onlar "oyun" işte. İki karakterden birinin konuştuğu, diğerinin dinlediği bir öyküde konuşan karakter, ikisinin arasında yaşananları biçimlendirir, hatta dinleyenin silah çekip konuşanı vurduğunu da konuşan tarafından öğreniriz. Uyar'daysa bilinçli bir çaba var, aydınlık yaratma çabası. Okurların kopmamaları için. Diyalogların yer yer tavsaması bu yüzden; iki insanın birbiriyle o şekilde konuşmayacaklarını biliriz, sanki tiyatro sahnesindeki oyuncularmış ve izleyici hiçbir zaman unutulmuyormuş gibi. Karakterlerin o an düşündüklerine ve yaptıklarına dair araya sıkıştırılan minik detaylar da çoğu diyaloğu kurtarmaya yetmiyor, kurmacanın sivri köşeleri bir şekilde iz bırakıyor.

Aramızdaki Şey öyküsü böyle değil mesela; Uyar'ın en sonda yer alan Öykülerin Başı-Sonu bölümünde anlattıklarından yola çıkarak söylenebilir ki bu öykünün kurulduğu nokta yaşanmış olayların tam ortasında yer alır, dolayısıyla kurmacayla gerçeğin kesiştiği en geniş alanı içeren bu öykü, kitabın en başarılı öyküsü olabilir.

Aramızdaki Şey, anlatıcı/Uyar açısından çözülmeye çalışılan bir yakınlığı, ilişkiyi anlatır. Girer girmez anlatıcıyla -kadın- adam -erkek- arasındaki Duras muhabbetiyle karşılaşırız. İki mesele; aşık olan kadın ve aşık olmayan adamın anlatıldığı Mavi Gözler Siyah Saçlar'ın bir benzeri, kadın tarafından yazılacaktır ama adam -kadının öğrencisi- aralarındaki ilişkinin o metindekine pek benzemediğini söyler. Buradan ikinci meseleye atlayabiliriz, birbirlerine dokunabilmişlerdir. Adamın öğrencilik zamanında ikisi arasındaki ayrıntılar, anlatıcının adamın ellerindeki inceliği ve ruhundaki acıyı görebilmesi, bazı kozaların ölümü çağırabilecek olsa da kırılmaması gerektiğini anlaması, bir sürü hassas nokta var. Çok derinlerde bir yerlere dokunan anların karşılığının bir başkasında hissedilmesi, aradaki şey bu. Anlamaya çalıştıklarınca uzaklaşan bir şey.

Turgut Uyar'ın sofrayı kurduğu bir öykü bu, adam eve geldikçe salatayı hazırlıyor ve üçü yemeklerini yerlerken mutlular, bu kadarı da yeterli. Son diyalogda adamın çocukluk acılarından birinin, rakı kokan bir kadının ağzının erkeklik modelince dışlandığının son bir kez anımsanmasının ardından gelen vedalaşma faslında bir daha araşmayacaklarını öğreniriz. Belki de birbirlerini anlamaya yaklaştıkları içindir. İnce bir çizgi; aşılmaması gerek. Aralarındaki şeyi sorgulamayan insanların yıllar sonra görüştüklerinde aynı heyecanı sürdürmeleri hoşuma gider. Korkutur da aslında. Kötü bir haber, uzaklık. Üzülecek bir şeyler var. "Genellikle gülmeyen, bu yüzden içe kapanık sayılabilecek maskenin benim uğruma sıyrılışı az bir ayrıcalık değildi." (s. 7) Sıyrılışlara, maskelerden kurtulmalara yok açan şeyi bir daha bulamamanın korkusu.

Sonlara doğru anlatıcı, yakın bir dostundan aldığı haberle adamın öldüğünü öğrenir. Çok incelikli, özgeci ve Tezer Özlü'yle Sevim Burak'ı sıkı okuyan biriydi. Anlatıcı son cümlesinde adamın o şeyi, aralarındaki şeyi çözüp çözemediğini merak eder. Her şeyi bir zemine oturtma çabası. Yarıda kalmışlıktan kurtulmak için. Çoğu şeyin yarıda kalmasına tepki.

Bahsettiğim son bölümde yakın dostun Bilge Karasu olduğunu öğreniriz, öyküde adı verilmez. Göçmüş Kediler Bahçesi'ndeki ithafta -Turgut ve Tomris Uyar için- "tahin-pekmez" günlerinin bahsi geçer, bu bahis bu kitapta bir öykü olarak karşımıza çıkar. Bir de kırmızı meselesi vardır, başka öykülere açılır kırmızı. Aramızdaki Şey'de kıpkırmızı tül.

Lal'de Kırmızı Biber nam dayının radyo programını dinleyenlerin mektupları. Farklı yazı karakterleri, harflerin farklı büyüklükleri, yazım hataları, bir sürü şey, duyguların biçimlenmesinde etkendir. Bir mektupta adamımız Biber'i tehdit eder, kadınları dolduruşa getirmek Türk delikanlısı için affedilmez bir olaydır ve karşılığı vatan için, millet için falan verilir. Bir başkası, kadın, yalnızlığını anlatır ve Biber'e yürür. Bir başkası, yazar, Biber'in ne yaptığını anladığını söyler. Herkesin bir fikri, söyleyeceği bir şey vardır, herkes kendini açık eder. Herkes kendini boşluğa bırakır, boşlukta anlatılanlar yankı bulmaz, yankı bulmayan anlatı var olmamış gibidir. Var olduysa eğer, bu düşünceyle şunu izlemekten bıkmayacağım.

Diğer öyküler de iyidir.

11 Mart 2018 Pazar

Roland Barthes - Yazı Üzerine Çeşitlemeler • Metnin Hazzı

Bunda şöyle bir problem var, Metnin Hazzı için bölüm başlıkları belirtilmiş ama metinde isimlendirme yoluyla değil, yıldız imiyle geçiş sağlanmış. Adın yönlendiriciliği ortadan kaybolmuş. Kurmaca bir metinde buna pek ihtiyaç yok ama Barthes gibi aklı zıplamalarla çalışan adamları takip edebilmek için faydalı olurmuş. Şimdi farkına vardım, okurken eksikliğini hissetmedim ama İçindekiler bölümünde başlıklar olmasaymış o zaman, ne bileyim ben.

Carlo Ossola, Barthes'ın metni oluşturan her bir parçayı incelediği ve tekrar bir araya getirdiği araştırmaları hakkında genel bir bilgi veriyor; Barthes'ın yazıyı satori'ye benzetmesi -Zen'de ayakların yerden kesilmesidir, Suzuki'ye göre Zen'i bilen insanla bilmeyen insan arasındaki farktır- öznenin geçirdiği sarsıntıyı, manayı görmeyi anlatır. Yazı bir biçimlemedir, toprağın ve binaların biçimlenmesi gibi orada olanı değiştirir ve olmayanı çağrıştırır. Olabildiğince yenidir, yeni olmadığı kadarınca geçmişe, olana bağlıdır ve bu da tekrardır, fark doğurmayan tekrara düşmek tehlikesini taşır. Barthes'a göre bu tekrarlama çıkmazının yerine "ortaçağın yenilikçi barbarlığı" daha makuldür. Metnin faydacı işlevleriyle ilgisi yoktur bunun, sırf sağlıklı iletişim için değildir, haz içindir. Metne şefkatle yaklaşabilmenin bir yoludur, eleştiri de bu şefkatin sonucunda doğar ve yorumlamalarla metni/kabuğu/dünyayı kırar, başka bir yeniye dönüştürür. Hazza.

Yazı Üzerine Çeşitlemeler bölümünde sorular üretiliyor ve yazının neliği deşifre edilmeye çalışılıyor. Kişisel bir döküm; Barthes yazının tarihsel biçimlenişini kendini kerteriz noktası yaparak irdeliyor. "Yazının organik ve psişik derinlikleri" insanda yankısını buluyor, herkeste farklı bir biçimde. Barthes öncelikle kilometre taşlarını inceliyor, yazının kaynağı birincisi. Grafizm, çizgisel yazı, ideogram, alfabenin küresel yolculuğu, yazı araçları ve nihayetinde daktilo. Hepsi yazının çeşitli işlevlerini yüklenecek gereçler olarak beliriyor, insanoğlunun farklı zamanlarda ihtiyaç duyduğu epistemolojik olguları sağlıyor. Saklamak bunlardan biri; okumayı bilmeyenler için her yazı bir sır, çözülemeyen bir şifre olarak kalıyor. Okunaksız yazının toplumsal ihtiyaçları karşılaması bir yana, sanatta kişisellik olarak ortaya çıkması anlaşılabilir. Ressamların grafik imgelerine değiniyor Barthes, "sanatsal aykırılık" yerine "yazının öteki yüzü" olarak görülen bu imgeler, gizlenmiş bir gerçekliği saklıyor.

İletişim işlevi. Çin yazılarında önce estetik, haz duygusu belirir, iletişim sonrasında gelir. Bu yüzden yazının iletişim işlevini ikinci plana alır Barthes, yazının öncelikle bir var oluş biçimi olarak incelenmesi gerekiyor. Sonrasında yazının muhasebeyi kolaylaştırıcı işlevi doğuyor, yazılı ilk kayıt mahsulün tutulan kaydı olduğuna göre estetik boyut daha sonra gelmiştir ama uzun bir zamandan sonra değil, insanın var oluş mücadelesinin farkına vardığı yakın bir zamanda. Yazının sınıfsal özelliği bir "karşı zaman" doğuruyor ve muktedir sınıfın yönettiği yazı uygulamaları dışında incelenecek koca bir tarih var, filolojinin ortaya çıkışı bu karşı zamanın ötelenmesi için etkili bir araç haline geliyor. Yazı biçimlerinin doğuşuna pozitivist yaklaşım, bilim dallarının yazıya tebelleş olması, sistemleştirme arayışı ve ideoloji, yazıyı ihtiyaçların karşılanması boyutuna indirmiştir ama arka planda metafizik öğeler var, Barthes bunları eşeliyor biraz. Yazıdan karakter tahlili yapılabilmesi, farklı yazı türlerinin ortaya çıkması, düşüncenin yazıya yetişebilmesi için -enerjiyi daha iyi koruyabilmek için de diyebiliriz- yazı gerecinin olabildiğince az hareketle kullanılması gibi etkenler yazının maddesel özelliklerini incelerken mitolojik öğeler, tanrılara sesleniş gibi metafizik olgular gözardı edilmiştir, daha kavramsal ve anlaşılabilir bir dünya yaratmanın budadığı değerler gizlenmiştir. Daha anlaşılabilir bir dünya, daha rahat güdülebilecek bir dünya demektir ve böyle bir dünyada harflerin imlediği doğaüstü inanışların izlerine yer yoktur. Sözlü kültürün sürmesi böyle bir iktidarın kurulmasını geciktirmiştir ama buna engel olamamıştır. İmgeyle söz arasındaki bağlantı zamanla imgeyle yazı arasındaki bağlantıya yer açmak zorunda kalmıştır. Yine de varlığını sürdürür; Barthes'a göre ideogramlar bu kodların yaşadığı formlardır. İki farklı yönelimden bahsediyor Barthes, yazının figürden türediğine ve soyut göstergenin figürleri türettiğine dair. Yazıyı bu inanışlar biçimlemiştir; birinde ideogramlar, işaretler yardımıyla anlam belirir, diğerinde "tekrarlanan çizginin salt ritmi" mevcuttur.

Yazı, kişiyi anlatabilir mi? Bu diğer bir soru(n). Barthes, "yazının dar bir bilimsellikle cılız bir metafizik arasında salınıp durduğunu, yazıya dair bilgi alanının yazı çevresinde kurduğu epistemolojik mitolojinin genel özelliklerini belirtmekle yetindiğini" söylüyor. Yazıyla söz arasındaki mesafe, bu bakış açısının yardımıyla gelişen toplumsal kopukluğun ürünü.

Dizge alt bölümünde yazının en küçük parçaları olan harflerin biçimlenişi ve görevleri inceleniyor. Büyük harflerin hep büyük kalmaması, Latincede bilinmeyen küçük harflerin ortaya çıkması, Barthes'a göre bir "benzerlik-karşıtlığı" sonucu. Boyutları değişen harflerin imledikleri de değişir ve böylece daha etkin bir yansıma yaratılmış olur. Bunun dışında diğer alfabelerden alınan harflerin yanında alınmayanlar da vardır, mağara resimlerindeki formların söze ve yazıya yer bırakmamaları vardır, her biçim bir diğerini ortadan kaldırır. Kayboluşun kademesi arttıkça alfabeler ve diller ortadan kaybolur, belleğin ortadan kaybolmasıdır bu.

İmza, yazıyla ekonominin ilişkisi, güç edinimi, daktilonun yazının niteliklerini değiştirmesi gibi pek çok konuyla devam ediyor Barthes, toplumsaldan kişisele indikçe beden-yazı bağlantısına ulaşıyor. Yazının beden hakkında söyleyebilecekleri -tersi de- sınırlı, çünkü yazının ortaya çıkmasını sağlayan koşullar belirli bir sosyo-ekonomik bağlamda sürer, yazının belirli bir yöne doğru yazılması bile böyle bir bağlamın ürünüdür. Soldan sağa doğru düşünür, yazarız. Seçemediğimiz yazının bizi yansıtma özelliği azalır. Arrival'ı hatırlarsak aynı durum uzaylı biraderlerde de olabilir; zaman algıları yazılarını biçimlendirmiş olabilir ama bunun tam tersi geçerlidir belki, evreni istediğimiz gibi anlamlandıramadıktan sonra özgürlük diye bir şeyden bahsetmek gülünç.

Metnin Hazzı. Bir şiirin şiirliğini, estetik olurluğunu belirleyen mekanizmaları defetmek için: "'Kafamı başka tarafa çeviririm, reddetmek için yapacağım tek şey bu olur.'" (s. 97)

Sınıfsal yapıyı yıkmak için bütün dilleri bir araya getiren anarşisti düşlüyor Barthes, Babil'in mutluluğundan haz veren metni doğuruyor.

Haz ve doyum arasındaki fark. Barthes söylemin asla tamamlanmayacağını, ikisinin arasında hep bir kararsızlık payı kalacağını söylüyor. Metnin hazzı, yazarın hazzıyla ilişkili ve nevrotik bir yapıya sahip; okumak gerçekliği anlaşılamayan bir tür serap yaratıyor. Delilikle bağlantı. Karşılıklı kodların birbiriyle bağlantı kurması, okur ve metnin bir noktada buluşmaları ama hiçbir zaman bütünleşmemeleri. Yıkım ve yaratım, metnin hazzını doğuran şeyler. Cinsel organın örtülmesi veya sona doğru gizemin artması, Barthes için hazzın kaynaklarından bazıları. Görülmesi yasaklananın veya ötelenenin ne olduğuna dair bir yolculuk, keşif. Kısa olmasının makbul olduğunu söyler Barthes, ancak kısa metinler, okuru perdenin ötesinde tutmayan metinler hazzı yükseltebilir. Öznellik taşırlar, Nietzsche'nin öznellik anlayışı ele alınarak değerlendirildiklerinde esenlik içerirler. Eleştiri, kaynağını burada bulur; Barthes'a göre okur yer değiştirir ve yazarın hazzını kendisinin kılar. Keşiftir, yine. Okumak, hazzı keşfetme yolculuğudur ve bu haz, yazının taşıdığı her şeye sahiptir.

Barthes, metni doğuran imgeleri metinden doğuruyor ve yazıyla haz arasında muhtelif bağlantılar kuruyor. Kendine ait bir okur. Sonsuz saygı.

10 Mart 2018 Cumartesi

Horst Blanck - Antikçağda Kitap

Fotoğrafı çiviyle çektim, net olmadı. Birkaç ihtimal düşünüyorum, biri tutar sanırım. Birincisi, Blanck bir zombi. İkincisi, vampir. Üçüncüsü, öldüğünün farkında olmayan ve başdanışmanlığa gönülden bağlı bir bilgin. Poe'nun bir öyküsünde geçiyordu, öldüğü halde çağrıldığı zaman odaya giren hizmetçi. Dördüncüsü, Blanck ölmedi, kalbimizde yaşıyor ve kalbimiz Alman Arkeoloji Enstitüsü Kütüphanesinin ta kendisi. Kalbimi bir mekan olarak düşününce duyguların göğe uzanan raflara yerleştirildiği bir kütüphane canlanıyor gözümde. Tedirginlik, huzursuzluk, mutluluk, sevinç, tedirginlik, kıskançlık, tedirginlik, huzur, huzursuzluk. Geçmişin uzak zamanlarından pek az kütüphanenin izi şimdiye kalabilmiş, o halde kalbi en sağlam kütüphane ilan ediyorum.

Konu kitaplar ama daha çok muhafaza edilmeleri, yerleştirilmeleri ve ekonomik değerleri üzerinde durulmuş. Duygusal yansımalar pek yer bulamamış, bir tek Cicero'nun kitap takıntısına yer verilmiş. Tsundokunun o zamanlarda da var olduğunu ve istifçilere pek kızıldığını öğreniyoruz, özellikle Seneca giydirmiş iyice. Zaten üzerine yazacak bir şey üretmek o çağların en zor işlerinden biri, bir de kilit altında tutmak gerçekten sövgüye değer. Neyse ki bazı hayırsever kodamanlar kütüphanelerini halkın kullanımına açmışlar, Roma da halka açık kütüphaneler kurmuş ama hangi sınıflar kütüphanelerden faydalanabiliyor, bir ücret ödenmesi gerekiyor mu, pek bir şey bilmiyormuşuz Blanck'e göre, kitaplar ve kütüphaneler hakkında yazılmış metinler bulunamadığı için. Lavların ve toprağın altında kalan parşömenler, kodeksler vs. dokunulduğu an dağılıyormuş ve bunu engellemenin yolu bugün biliniyorsa da 1700'lerde, arkeolojik çalışmaların bu dağılgan nesneleri yeni yeni ortaya çıkardığı zamanlarda bilinmediği için nice metin yok olmuş. Yok oluşu geciktirmek için Oinoandalı Diogenes gibilerse bir binanın duvarlarına metinlerini kazıtmışlar, kitapların bilgiyi taşıyabileceğine inanmıyorlarmış. İşin muhafaza kısmı çok daha sonra, kitap sevgisi meselesindeki nadir bilgilerden birine dönüyorum: Büyük İskender yastığının altında bir hançer ve Aristoteles tarafından gözden geçirilen İlyada bulundururmuş. "Kitaba kafa atanlar içindir" derken bunu kastediyorum; Büyük İskender biraz deli yatıyorsa o yastık kayar, kitaba kafa atar. Hançerin devreye girdiği kısmı düşünmek istemiyorum.

Konuları en küçük parçadan en büyüğüne doğru sıralamış Blanck, önce harfler ve alfabeler. En sonda kütüphanelerin mimarisi ve çalışanları.

Yunanların kültürleri mitolojiyle iç içe geçmiş durumda. Hermes, Prometheus ve daha pek çok tanrı veya mitik kişilik üzerinden edinilen bilgiler koca bir uygarlığı doğuruyor ve tarihi gerçeklerin efsanelere dönüştüğü -tam tersi de geçerli- noktada cevapları almaya başlıyoruz. Yunan alfabesi Fenikelilerden geliyor, buna dair anlatılar mevcut. Blanck, sesler ve harfler üzerine kapsamlı bilgiler veriyor ve kültürler arasındaki bilgi aktarımını dilin en küçük parçalarından başlayarak anlatıyor. En başta Linear A, Linear B ve Kıbrıs hece sistemini dışarıda bırakıyor, bunlar günümüzde de çözülememiş dil sistemleri.

İşin teknik kısmına girmeden ilginç bilgilere geçiyorum; kökeni Mezopotamya çivi yazısına uzanan Ugarit harflerini kullanan Fenikeliler, alfabelerinde ünlü harfleri yazıya dökmüyorlarmış ama Yunanlar ünlü harfler için yeni işaretler bulmuşlar. Omega bunlardan biri, İncil'deki, "Ben alpha ve omega'yım, başlangıç ve sonum" kısmı daha farklı olabilirmiş. Alfabe yavaş yavaş oluşuyor ama "alfabe" ismi çok sonra, İS 200'de Papa Zephyrinus tarafından konuyor. Yunan yazısının ilk örneklerine İÖ 8. yüzyılda rastlanıyor, sözlü kültür ürünü olan İlyada'da -Özdemir İnce'nindi sanırım, yazıya geçirilme sürecini anlattığı kapsamlı bir incelemesi vardı- geçen "mektup" olayı da yazıdan söz edilen ilk örneklerden. Tek alfabe zamanla Yunan polis ve bölgeleri tarafından benimseniyor, yazıda birlik sağlanıyor. Etrüsk ve Latin alfabeleri de birbirini etkiliyor, seslerin transferi sonucunda diller, görselliğe daha uyumlu bir hale geliyor. Latin alfabesi, Yunan alfabesinden Y ve Z'yi alıyor, bu yabancı harfler alfabenin sonuna konuyor. J ve W antikçağdan sonra eklenmiş, W da sona.

Rakam imleri. Yunanların ve Romalıların kullandıkları sistemler farklı. Çok sonra bir standart tutturulacak, Etrüskler sayesinde. Roma, Etruria'dan aldığı sistemi kendine uyarlayacak ve bildiğimiz imler biçimlenecek.

Okuma ve Yazma Bilgisi bölümünde Yunanlardan başlıyoruz. Yazının mülkiyeti aristokrat ve zengin tabakayla sınırlı. Kamuya yönelik ilk yazıtlar 7. yüzyıla ait. Vazoların üzerindeki figürlerin yanında açıklamalar da yer alıyor, bir de sanatçının adı tabii. Görsellerle desteklenen bir anlatım var, vazoların fotoğraflarının veya resimlerinin de verilmesi iyi. Mülkiyet bu yüzyıldan itibaren gücünü kaybediyor ve yazının alanı genişliyor, her sınıf yazıya ulaşabiliyor. Vazoların üzerindeki figürlerde her kesimden okuyan insanlara rastlamak mümkün. İlginç bir bilgi: O zamanlar insanlar yüksek sesle okurlarmış, ses çıkarmadan okuyan Dionysos figürü okuma ediminin bile mitik ve dinsel inanışlara göre biçimlendiğini ortaya koyuyor.

Romalılar. Romulus ve Remus'un okuma ve yazma öğrenmeleri için Gabii'ye gönderilmeleri şehir efsanesiymiş, zira İÖ 8. yüzyılda Orta İtalya'da yazı yokmuş henüz. Etrüsk edebiyatı eğitimi alırmış zengin çocukları, İÖ 3. yüzyılda. Odysseia'yı Yunancadan Latinceye çeviren Livius Andronicus, tarihteki ilk çevirmen olarak kabul ediliyormuş. Eğitim yazı tahtalarıyla, tığ ve benzeri sivri nesnelerle veriliyormuş, gymnasion öğrencileri metin açıklama, sözcüklerin anlamını ezberleme, kompozisyon yazma gibi dersler alırlarmış. Homeros'un sözcüklerinin ders olarak okutulması çağlar öncesindeki çok tanıdık bir köprü gibi, şimdiye. Kompozisyon dersleri için uydurmasyon olayların yazımı şart koşulduğu için bu tür belgelerin gerçek olaylar olduğu düşünülmüş bir zaman, tarihin ilk trolllüğü bu olabilir.

Antik Yazı Malzemeleri. Papirüs, parşömen, hayvan derisi, taş, ne olursa. Binaların dış yüzeyleri. Şu yazılmış mesela, iki bin yıl önce: "Aşına aşına bunca yazıyla, sen tut viran olup yıkılma, ey duvar, şaşıyorum sana." (s. 48) Perec'in Mekân Feşmekân'ında duvarların imgesel yitiminden, fiziksel yokluğunun yanılsamasından bahsediliyordu, acaba duvarlara yazılmış bir metni düşünseydi neler türetebilirdi? O, kayboluşu ve hiçi incelemişti, yazılı bir duvar karşısındaki sonsuzluk duygusunu -eğer doğarsa- merak ediyorum. Neyse, madenler var tabii, Hesiodos'un kurşun tabletlerin üzerine yazdıkları, altın kitaplar, zaman meydan okumak için insanın sürekli arayışı.

Ahşap, keten. iplerle bağlanmış yazı tahtaları. Yunancada papirüs rulosu için kullanılan byblos sözcüğü zamanla kitap anlamında kullanılır hale gelmiş, Mısırlıların dünyaya hediye ettiği papirüs, 11. yüzyıla kadar üretilmiş ve bilimin ilerlemesiyle ortadan kalkmış. Üretim aşamaları devletin kontrolünde, devlet üretim tesisleri kuruyor ve en kaliteli papirüsleri ayırıp geri kalanları üreticilerin satması için bırakıyor.

Nasıl Okunur, Nasıl Yazılırdı? Iulius Caesar kendini katillerinden savunurken elindeki stilus'la birinin kolunu delmiş, eh, sivri aletler olduğunu söylemiştim. Özel oturma şekilleri var, özel gereçleri var, detaylı bilgiler merak dindirici. Okuma kısmında köleler devreye giriyor, iyi okuyanlar efendilerinin yanında saatlerce okuyorlar, özel belgeleri okumuyorlar tabii.

Rulo ve kodeks de kitap formunun sonraki aşamaları. Kodeks için günümüzün kitabına en yakın form diyebiliriz. Değerli taşlarla süslendiği oluyormuş, hatta kilise babası Hieronymus, İncil'in süslenip püslendiğini görünce şöyle demiş: "Parşömen erguvan rengine boyanıyor, harfler altın yaldızla yazılıyor, cilt kapakları değerli taşlarla süsleniyor, oysa İsa kapınızın önünde çırılçıplak can veriyor." (s. 107) Parşömenler kodekslere geçiriliyor, eski metinlerin geleceğe kalmaları isteniyor ama o zamanların edebi zevkine göre hareket edildiği için Aristophanes'in 44 komedyasının sadece 11'i günümüze kadar gelebiliyor.

Kitap Dağıtımı ve Kitapçılık bölümü özellikle ilgi çekici; matbaanın öncesinde kitapların çoğaltılması, satılması ve yayınevlerinin politikaları günümüzden pek farklı değil, zamanın şartlarına göre oldukça gelişmiş hatta. Reklam faaliyetleri bile var.

Kütüphaneler kısmı oldukça geniş, en meraklı okuru bile zorlayabilecek detaylar var ama eski zaman kütüphaneleri oldukça büyülü. Game of Thrones'un kütüphane sahnelerini canlandı gözümde, Sam oradan oraya deli dana gibi koşturup bizim cüzzamlı arkadaşı iyileştirmek için doğru formülü bulmaya çalışırken papirüsler, raflar ve onca kat aklımı almıştı.

Gayet hoş bir araştırma bu, saatler boyunca dalıp gittiğimiz dostlarımızın geçmişini öğrenmek mutluluk verici.