23 Şubat 2013 Cumartesi

Neil Gaiman - Sandman/Fabllar ve Yansımalar

Böyle bir zenginlik olamaz. Gaiman'ın sürüklediği en renkli, en uzun yolculuk bu kitapta.

Üç Eylül ve Bir Ocak: ABD'nin ilk ve son imparatoru hakkında hikâyedir.

Ümitsizlik, intihara pek yakın bir dayıyı izlerken Sandman'i çağırıyor. Amacı düello yapmak. İntihara yakın olan bu adamı düşlerle kurtarıp kurtaramayacağını soruyor Dream'e. Bu sırada kayıp abiye de atıfta bulunuyor, eğer Sandman ailesine karşı o kadar kayıtsız olmasaymış abileri gitmeyecekmiş falan. Sandman düelloyu kabul ediyor. Bire karşı üç; İhtiras ve Hezeyan da Ümitsizlik'le birlikte savaşacak.

Olaya gel; Sandman dayıyı uyutuyor, düş gördürüyor. Adam uyanınca kendisini ABD'nin imparatoru ilan ediyor. Gazeteye yazı falan veriyor imparatorluğunun açıklanması için. Bir barda Mark Twain'le karşılaşıyor, Twain'i "imparatorluğunun ilk masalcısı" ilan ediyor. Olaylara gel. Diğerleri adamı umutsuzluğa sürüklemeye, kafayı yedirtmeye falan çalışıyorlar ama mümkün değil, adam rüyaya öyle bir sarılmış ki hiçbir şey onu yolundan döndürmüyor. Adam ölüyor, Ölüm onu götürüyor ve düelloyu Sandman kazanmış oluyor.

Thermidor: Sandman'in kesik bir kafayla ilgili hikâyesi. Sandman, Johanna Constantine'e gidiyor ve kesik bir kafayı bulup getirmesini istiyor. Kendisi meseleye karışamıyor, nedenini göreceğiz. Karşılığında kadının istediği bir şeyi yapacak. Neyse, yıl 1794. Devrimin üstünden birkaç yıl geçmiş, Fransa'dayız. Kadın kafayı buluyor, lakin yakalanıyor. Kafa Orpheus'un kafası. Mitolojik bir şahsiyet Orpheus, eşini kaybedince kadınlardan nefret etmiş, kendini müziğe vurmuş bir kardeşimiz. Sandman'in oğlu, daha önemlisi.

Robespierre, zamanın gaddar katili, kadını sorguluyor, dövüyor, ele geçirilip diğer kesik kafalar arasına atılmış Orpheus'un kafasını bulmasını istiyor. Kadın buluyor, kafa şarkı söylemeye başlıyor ve oradaki herkes şaşkınlıktan donakalıyor. Leydimiz kafayla birlikte uzuyor, şarkıyı dinleyenlerin de kellesi vuruluyor ileride. Tarihi gerçeklerle paralel bir kurgu, bunların hepsi yaşanmış ama tabii Gaiman'ın anlattığı biçimde değil.

Johanna, kafayı Naksos adlı adaya götürüyor, Yunan adası. Buradaki rahipler, yüzyıllardır kafanın koruyuculuğunu yapıyor. Kafa, ait olduğu yere geri dönüyor, baba özlemiyle birlikte.

Av: Bir dedenin torununa anlattığı hikâye. Çok basit geliyor, değil mi? Değil. King'in dediği gibi, Neil Gaiman'a sahip olduğumuz için çok şanslıyız, böylesi büyülü bir dünyadan mahrum kalacaktık yoksa.

Dedenin anlattığına göre çağlar önce genç bir adam varmış, bir çingeneyle karşılaşmış, çingeneden bir bohça almış falan. Bohçada üç büyülü nesne var, bir tanesi zümrüt bir kalp. Şimdi Sandman okurken öncelikle çok dikkatli olmalıyız, çünkü en küçük bir ayrıntı, başka hikâyelerde hikâyenin bir parçası, hatta bir karakteri haline gelebiliyor. Buradaki kalp de Sandman'in aşık olduğu bir kız vardı, Nana mıydı, öyle bir şey. Onunla alakalı. Her neyse, adam resmine sahip olduğu bir kızın peşinden gidiyor. Bohçanın içinde bir de kitap var, bu kitabı da Sandman'in kütüphanecisi Lucien arıyor. Buluyor da, lakin adam kitabı vermiyor bir türlü. Neyse, adam hapsediliyor falan, Lucien adamı çıkarıyor ve kütüphaneye götürüyor. Sandman yakalıyor bunları, neler olduğunu öğrenince adamı resimdeki kızın yanına götürüyor. Sanıyoruz ki adam, bu kıza aşık olmuş falan, arayış o yüzden. Yok, resmin yerleştirildiği kolyeyi kıza verip uzuyor, kitabı teslim ediyor ve yolculuk sırasında ormanda karşılaştığı, kendi gibi bir avcı kızla yaşamaya başlıyor falan. Tanışmaları şöyle: Adam bir geyiği kovalarken kız önce davranıyor, fişuuv diye atlayıp geyiğin boynunu kırıyor falan.

Toruna anlatılmış sıradan bir hikâyeydi, ta ki dede, "Büyükanneni tanımış olmanı isterdim. Muhteşem bir kadındı. Her şeyin kıymetini bilirdi. Ama beni alt edip o geyiği avlayışını da bana asla unutturmadı," diyene kadar.

August: Buyur, bu da Roma zamanından bir hikâye.

İmparator August, her yıl bir gün için dilenci kılığına girerek şehirde dileniyor. Bir yıl, Cüce Lycius'ı eşlik etmesi için çağırıyor. Anlaşmaya göre Lycius kimseye konuyla ilgili tek bir kelime bile etmeyecek. Bunu anlatmıyorum, çünkü şahane. Anlatırsam bok ederim çok affedersiniz.

Yumuşak Yerler: Marco Polo, Çin diyarlarında yolculuk ederken kervanından uzak düşüyor, kayboluyor. Meğer orası "yumuşak" bir yermiş, yani gerçeklikle rüyalar arasında bir bölge. Bir sürü düş beliriyor, bazıları Marco'yla konuşuyor, bazıları geçip gidiyor. Herkes birilerinin düşü ama kimse kimin düşü olduğunu bilmiyor. Böyle bir karışık ortam. Marco en sonunda Sandman'le karşılaşıyor, Sandman de esaretten yeni kurtulmuş, kalesine gitmeye çalışıyor. Hoop, ilk kitaba döndük hemen. Neyse, Sandman önce mırın kırın ediyor. Çok yorgunum da, ben seni geri döndüremem de, bilmem ne. Sonra adama çok şanslı olduğunu, geri göndereceğini söylüyor. Gönderiyor da. Böyle bir şey.

Orpheus: Kafayı gördük, şimdi oğlanın hikâyesi.

Bu Orpheus, aşık olduğu kızla evlenecek. Bütün aile geliyor: Dream, Death, Destiny. Ya bu isimleri bir öyle yazıyorum, bir böyle yazıyorum, kusura bakmayın. Aynı kişiler bunlar. Neyse, bir de sürpriz var: Yıkım. Destruction'ı ilk kez görüyoruz böylece. Öküz gibi bir adam, miğferli falan.

Aristaeus, Sandman'in kuzgunu Matthew yani, o da Orpheus'ın arkadaşı olarak orada ve müstakbel gelinin ölmesini sağlayan da o. Embesil, düğün günü kıza yazarken kızı bir yılan ısırıyor, haliyle zavallıcık mort.

Orpheus üzüntüden kafayı yiyor, babasıyla konuşmaya gidiyor ama Sandman'in Hades'i görmeye pek niyeti yok. Pek iyi ayrılmıyorlar haliyle, Orpheus babasına kızıyor.

Sonra intihar edecekken Yıkım geliyor yanına. Hades'e gitmek için Ölüm'le konuşması gerektiğini söylüyor ve Ölüm'ün evine bir geçit açıyor. Orpheus, halasıyla konuşuyor. Tabii bu arada konuştuğu herkes lam yaşamaya bak, her şey geçti gitti diyor ama çocuk deli gibi aşık. Ölüm, Hades'e gitmenin bir bedeli olacağını söylüyor ama Orpheus yine geri adım atmıyor, harbiden gidiyor Hades'e. İşte Kharon geliyor, kayık hikâyesi. Lir çalarken Kharon'u ağlatıyor hatta.

Hades'le Persephone'un karşısına çıkıyor, bir şarkı söylüyor orada. Bütün ruhlar ağlıyor, işkenceler duruyor falan. Ölen aşkını anlatıyor. Gerisi mitoloji. Hades kızı Orpheus'a veriyor ama bir şartla; çıkışa kadar Orpheus yalnız yürüyecek, ardından gelen Eurydice'e dönüp bakmayacak. Bu dönüp bakmama olayı dinlerde de var, mitolojide de var. Gerçi birini diğerinden ayıran ne, bilmiyorum. Neyse, dönüp bakıyor bu. Bakmasana mal. Bakınca kız kayboluyor tabii.

Orpheus yalnız, bir tepede duruyor. Annesi geliyor, Baküs Rahibeleri'nin geldiğini, başka bir yere gitmesini söylüyor. Bu rahibeler deli, şehvet meraklısı. Dionysos'un takipçileri. Bizimkini parçalıyorlar, Orpheus bir yere gitmiyor çünkü. Neyse, kafasını da bir nehre atıyorlar. Eurydice diye diye gidiyor kafa.

En sonunda Sandman geliyor, kendin ettin kendin buldun tarzı bir şeyler söylüyor ve kafayı bir kayaya koyup gidiyor. Adam, "Baba, baba!" diye bağırıyor ve Kemal Sunal'ı, İnek Şaban'ı hatırlayıp gülüyoruz. Dsfd, şaka şaka. Böyle bitiyor hikâye ama aslında bitmiyor, yine karşılaşacağız Orpheus'la. Sandman'in onu bir daha görmeyeceğini söylemiş olmasına rağmen.

Kargalar Meclisi: Yine eski hikâyelerdeki bir kadınla çocuğu hakkında. Çocuk uyuyor, sonra Habil-Kabil Biraderler'in evine gidiyor bir şekilde. Buradaki sohbetler, konuşmalar. Uyanınca çocuğun elinde o diyardaki Matthew'un tüyü var falan. Ha, bir de Adem'in üç karısı anlatılıyor, o güzel. Lilith falan.

Ramazan: Son hikâye. Pilim bittiği için kısa kesiyorum; Bağdat Emiri Haldun'un rüya şehrini sonsuza kadar gizlemesi için Sandman'le yaptığı anlaşma üzerine bir hikâye ama bu kadar değil, Binbir Gece Masalları atmosferi öylesine başarılı ki insan hayran oluyor ister istemez.

Böyle, çok deli bir sayıydı bu. Evet.

Sevgi Soysal - Hoş Geldin Ölüm/Tutkulu Perçem

Bir son ve ilk buluşması. Tutkulu Perçem, Soysal'ın ilk kitabı. Hoş Geldin Ölüm de tamamlanamamış bir son kitap.

Hoş Geldin Ölüm, Sevgi Soysal'ın göğüs kanseriyle mücadele ettiği Londra'da yazmaya başladığı roman. Bitirememiş ne yazık ki. Bitirseydi 12 Mart'la mücadele eden insanlarından birazını daha görecektik. Üstüne başka romanlar da yazacaktı ve kendisini sürgün eden, hapseden düzene karşı duruşunu sürdürecekti. Hâlâ sürdürüyor; yarattığı karakterler çektikleri acılarla, hatalarıyla, yaşamlarıyla capcanlı örnekler olarak duruyor karşımızda.

İlk cümle şu: "'Niye hep Yenişehir'deyim? Yenişehir'deyiz?' Bu soruyu sorup duruyor Sema." (s. 11)

Londra, Paris, neresi olursa olsun, Yenişehir'den bir türlü ayrılamamak Bachelard'la açıklanabilir. "Mekan, peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış olarak tutar" der kendisi. Yenişehir'de Bir Öğle Vakti'nde görüleceği üzere şehrin ayrıntıları capcanlıdır, hem bir gözlemcinin, hem de bir yaşayıcının şehridir Yenişehir. Ne yazık ki kitap yarım kaldığı için aynı iki şehirle bir önce-sonra karşılaştırması yapamıyoruz.

Sema, Yenişehir'de dergi satıyor. Yanında Ömer var, yeni eşi. Sema'nın üniversitede hocası. Eski hocası diyelim, ikisi de 12 Mart zamanında şutlanıyorlar üniversiteden çünkü. Hapis günleri geçiyor, önce Hasan'la evleniyor Sema. Hasan, üniversiteden arkadaş. Yoksul çocuğu, mücadeleye girişi bundan. Yapamıyorlar; hapis, mücadele yoruyor. Hasan hapisteyken bir mektup geliyor Sema'nın ayrılmak istediğine dair. Ayrılıyorlar, Sema Ömer'le evleniyor. Hasan'dan olan çocuğu Ali, Hasan'ın anası Hayriye'ye kalıyor.

Dergi satma işini bırakıp kalabalık bir dolmuşla Hayriye'ye giderken Sema yorgun. Ucu bucağı olmayan bir mücadeleyi sürdürürken yıpranmış. "Her insandan biri olmak; şu anda Sema'ya en iyi gelen tek düşünce bu." (s. 19) Sema'nın sorgulayışı öncelikle kendine yönelik. Hayriye, ailenin babası Sefer, Hasan ve evlat Ali. Her biriyle yaşanmış anılar, gecekondu mahallesinin anıları geliyor aklına Sema'nın. Su basmış evde sabahlara kadar su boşaltmalar, Sefer'in satıp parasını alamadığı naylon leğenler, Ali'nin gürbüzlüğü, Hayriye'nin tutunabilme savaşı. Zor bir hayata alışık olmadığı için Sema'nın Ömer'e kaçtığını söylersek belki haksızlık olur, belki olmaz. Fakat çocuğu ardında bırakması, çocuğun küskünlüğü, Sema'nın işin içinden çıkamaması bu noktada başlıyor.

Sema'daki suda yaprak gibi sürüklenme hadisesini güvensizliğin, sevgisizliğin getirdiği aşırı sevgide bulabiliriz. Hasan'la Sema'nın fakülte dönemindeki konuşmalarını, anlatıcının bir iki cümlesini alıyorum:

"Sema sevilmeyi hep hak etmediğini sanıp sevilmemekten ödü kopanlardandı." (s. 35)

Özgeci insanlardır bunlar, yani hep kendilerinden verirler. Sevilmeyeceklerini düşünürler, bu yüzden aşırı, aşırı olmasına rağmen içten bir sevgi gösterirler. Sonuç önemli değildir, bir görevmiş gibi yaparlar bunu. İnsanlar arasında var olabilmek, tutunabilmek için koşulmuş gibi. Sonsuz sevgi göster ve insanlar da seni sevsin. Bazıları kötü anılmamak için de yapar bunu, sanıyorum yapmacıklık burada başlıyor. Sema'nın kaygıları gerçek, bu yüzden yanlış veya doğru yapıp yapmadığını bilmiyor, sadece yapıyor.

Yıllar önce, daha en başta Ömer'le birlikteyken Ömer'in Anadolu'ya gitmesi, ilişkinin boyutunun tam olarak ortaya çıkmaması dedikodulara sebep oluyor fakültede. Sema daha birinci sınıfta, Ömer grubun lider kadrosunda, Hasan da üçüncü sınıfta iki kez çakmış bir öğrenci. Neyse işte, dedikodu falan oluyor, Hasan Sema'yla konuşup anlamak istiyor işi.

"'Peki sen neydin yani, durumun yani, Ömer'in yanındaki durumun neydi? Sormama kızmıyorsun ya?'
'Durumum ne olabilir? Yetiştirmem gerekiyordu kendimi, daktiloya yazıyordum bazı şeyleri, Ömer'in önerdiklerini okuyordum.'
'Kızım, aklın yok mu senin?'
'Nasıl olacak, akıl şıp diye olmaz ki, geliştirmek, beslemek gerekir onu?'
Hasan bu sözleri, bir insanlaşmış tavşanın yumuşaklığıyla söyleyen Sema'ya içi yanarak bakmıştı." (s. 37)

Eh, daha da bir şey söylemem.

Bundan sonrası Sema'nın üst sınıf ailede büyüme süreci, bir de Ömer'in arkadaşlarıyla toplandığı bir gecekondu ortamı. 50 küsur sayfa bir şey zaten, son daktilo sayfasının fotoğrafıyla bitiyor. On numara roman olacakmış, belli.

Tutkulu Perçem, bol oyunlu bir hikâye kitabı. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, bir dayı kitap hakkında son derece özenti gibi bir şeyler diyordu. Eh, biraz öyle ama sadece bunu söylemek haksızlık olur. Kadın olmak gibi, birey olmanın zorluğu gibi şeyler var. Köstebeknâme varr mesela, anarşiyle varolma arasında gidip gelen nefis bir hikâye.

Kaçmasın, görüldüğü yerde alın.

22 Şubat 2013 Cuma

Ahmet Oktay - Gizli Çekmece

Ahmet Oktay'ı bildiniz? Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları gibi, Bir Yazı'nın Arayışları/Bir Arayışın Yazıları gibi araştırmalarıyla fark yaratmış, şiirleriyle duygu dünyamıza doink diye dokunmuş, Mavi hareketi içinde yer alarak 1950'lerin edebiyat dünyasına bodoslamadan dalmış bir dayımız. Lise terktir, kendini çok iyi yetiştirmiştir. Evet.

Bendeki ilk baskı, 1991 tarihli. Böyle şekil bir kapak yok. Kaşkollü bir Ahmet Oktay, "üşüyorum lan" ifadesiyle okuruna bakıyor.

Öncelikle bu bir otobiyografi değil, anı kitabı hiç değil. İkisinden de parçalara rastlamak mümkün, yine de bütüncül bir yaklaşımla yazmamış kitabı Oktay. Bir tür kolaj tekniği kullandığını söylüyor. Konudan konuya atlaması bunun ürünü.

Gazetecilikle başlıyoruz. Önce Türkiye'de gazetecilikle ilgili görüşler var. Tiraj meselesi, doğru habercilik, iktidar-basın yakınlaşması, ne kadar çarpık şey varsa alayı. 50 yıldan sonra şimdi de aynı problemler var, bir gıdım değişme yok. Her neyse, bu bölümde Oktay'ın gazeteciliğe başlayışı, 27 Mayıs, zor koşullar var. Anısal hadiseler.

Askerlik geliyor, Sivas'a gidiyor Oktay. Dediğine göre o sıralarda Kürt sorunu yeni yeni ortaya çıkıyor. Oktay, Barzani'yle röportaj yapmak için tey Cilo'ya kadar gidiyor ama yapamadan dönmek zorunda kalıyor. Yine de elinde bir malzeme var. Kamyon arkasında, at sırtında vs. Anadolu'nun derinlerine yolculuk. 1962'de bu yolculuğu yazıyor, Sivas'ı yazıyor. Aklında Yaban. İnsan manzaraları çok canlı, çok renkli. Genelevlerden tutun, kahvelere kadar birçok ortamı yaşıyoruz. Meseleler var elbette, Oktay'ın üslubuyla daha bir iç yakan sosyal meseleler. Mesela şu:

"Dil, Doğu Anadolu'nun en önemli, en yürek ağrıtıcı konularından biri. Sivas'tan itibaren, insanlarla aranızdaki bağların kopmaya başladığını, bir başka ülkeye doğru yol aldığınızı acı şekilde anlıyorsunuz. Bütün bağlar kopmaya başlıyor. Ne dil, ne kader bağı. Kutup günlerinin altı ay süren gecelerinden birdenbire altı ay süren gündüzlerine geçer gibi her şey kesiliyor ve Anadolu toprağı üzerinde yapayalnız kalıyorsunuz.
İşin en kötü yanı, doğu halkının bu durumu olduğu gibi benimsemesi, kendini aynı vatan toprağının insanlarından saymaması... O dil birliğini sağlamak için en küçük bir çaba harcamıyor. Ama buna karşılık, biz de hiç ama hiçbir şey yapmamışız. Üç yılın, on yılın aldırmazlığı, unutmuşluğu değil bu. Yüzyıllardır Doğu Anadolu, tropik iklimlerin garip bitkileri gibi, kendi üzerine kapanarak yaşamış. Kendi sınırlarıyla ilgisi ancak bir başka seferberlik emri çıkınca, başı ezilmesi gereken bir yedi düvel olunca kesilmiş. Bu kez de yayan, yapıldak, o cepheden bu cepheye gidip gelmiş. Yemen çöllerinde, Trablus ve Kafkas cephelerinde telef olup gitmiş.
Cumhuriyet'ten sonra da durum değişmemiş. Onlar yine kıraç topraklarının üzerinde her şeyden uzak yaşamışlar. Kimse dillerini, kültürlerini ve üretim hayatlarını bizimkine bağlamaya çalışmamış. Doğu Anadolu insanının yabancılığı bir yara gibi işlemiş. Hâlâ işliyor.
Ve biz kendi toprağımızın öz insanlarına birer turist şaşkınlığı içinde bakıyoruz. Aynı hayret ve aynı korku ifadesi yüzleri bir bıçak gibi ikiye bölüyor. Yaptığımız tek davranış sadece bu." (s. 38-39)

Yine değişen bir şey yok.

TRT dönemi... Darbelerden kurtulamıyor Oktay, bu sefer de 12 Mart geliyor, kurumu askerler dolduruyor. Asker usulü brifingler veriliyor, işten olmamak için.

"(...) Sonunda yakalandılar ve yok yere asıldılar.
Radyo 7.30 sabah bülteninde idamları açıkladığında traş oluyordum. Tülây duvara yaslanmıştı. İçeri gittim, pikaba Dokuzuncu Senfoni'yi koydum. Finale, koro bölümüne geçtim ve sesi sonuna kadar açtım. 
Yapabileceğim buydu." (s. 53)

Denizler hakkında yazılanlar.


Schiller şiiri. Neşeye mi övgü, özgürlüğe mü övgü artık, bilmiyorum. Lakin o güzel insanlar, o çirkin, insanlığın leş çukuru darağaçlarında ölüp gittiler.

İsmail Cem'le, Mehmet Barlas'la ilişkiler. Yaşasın Edebiyat adlı program mesela, Balıkçı ölmeden kısa bir süre önce görüşmüş Oktay. Balıkçı, "Laf çok, ömür yok be," demiş. Balıkçı'ya merhaba diyek? Merhaba!

İş hayatı burada sonlandı, bundan sonra daha kişisel olaylar. Bohem hayat gibi, sanatçı dostlar gibi, Hayalet gibi. Bir dönemin yansıması var burada, edebiyatla ilgilenenlerin az çok merak ettiği mekanlar, insanlar.

"Bohem, bir tarih döneminin sanatçıya biçtiği yaşam biçimiydi. Doğrusunu söylemek gerekirse seçim şansı yoktu: Şair olmak, yazar olmak bohemlikten geçer sanıyorduk biraz.
Bu 40 yılda, sanatçılarla aydınlar ve kendilerini bu çevreye yakın sayarlar; üç askeri müdahale gördüler ve ara rejimlerde yaşamak zorunda kaldılar. Umutlar kırıldı ve umutlar doğdu." (s. 72)

Kısaca şu: Yaşam çirkinleşmeye başladıkça çizginin dışına çıkmak istiyor insanlar. Sanatçı olmak şart değil. Doğ-oku-çalış-evlen-çocuk yap-öl zincirini daha en başlarda kıran insanlar görüldüğünde garipsenmiyorlar mı? "İşsiz, tembel, aylak, hayırsız..." Neler neler söylenir. Olması gereken şekilde yaşamayan insanlar için hayat zor, sanatçılar için elbette çok daha zor. Oktay'ın konu hakkında söyledikleri: "Söylemek bile fazla. Sanatçı bohemini, en berbat uyuşturucular aradığı ve kullandığı dönemde bile, lumpenden ayırmak gerekir. Amacı gerçekliği değiştirmek, bu yoldan da asla varolmamış bir dünya kurmak olan sanatçıya ne olmuşsa burada olmuştur. Yani yaşadığı toplumda. Kuşku yok: Toplumla uyuşan sanatçılr da vardır. Gelgelelim, zamanı yenebilenler, uzak geleceğe kalabilenler daha çok uyumsuzlar olmuştur. Uyumsuzluğun çeşitli sosyo/ekonomik ve kültürel/ruhbilimsel nedenleri var elbet. Burada söylenebilecek olan şu: Kimsenin yapamadığını yapmak, göremediğini görmek ister sanatçı. Buysa tehlikeli bir uğraştır. Açıklamak çünkü, rahatsız eder normlar benimsemiş insanı. Bu; yeni biçimlerin, düşüncelerin niçin ilkin sanatçılar, yazarlar arasında belirebildiğini ve onlar tarafından benimsenebildiğini yeterince açıklar." (s. 77) Sanayi Devrimi'nin zortlamasıyla birlikte düş güçlerine biraz daha sıkı sarılan insanlar değil miydi fantastiği, BK'yi bir anda patlatan insanlar? Bununla da yetinmediler, distopya adlı muazzam hazine keşfedildi. Verne'ın Yirminci Yüzyılda Paris'i aklıma gelen ilk örnek. Elbette bu yolu takip etmeyenler de var, zamanın Paris'inin bohem yaşamıyla yayılmış bir gettonun çeşitlilik hakkında vereceği çok fikir olmalı. Sanatçı manzaralarında çoğunu inceleyeceğiz.

Cahit Sıtkı'yla bir anı: 16 yaşında bir genç olan Oktay, Cahit Sıtkı'yı Ankara'daki Şükran Lokantası'nda görür ve akşam aynı masaya otururlar. Cahit Sıtkı ketum, keyifsizdir. Ancak şiir okunduğu veya okuduğu zaman canlanır.

"(...) O günlerde bana bir şairlik durumu gibi göründüğü şüphesiz olan 'içe kapanıklığın' anlamına ancak şimdilerde varabiliyorum:
O tül perdenin ardında, horlanan, hiç sevilmeyen, sürekli suçlanan Türk aydınının, yazarlarının, sanatçısının simgesel heykeli olarak oturuyordu Cahit Sıtkı. Yüreğindeki acıyla taşlaşıp kalmış bir heykel." (s. 74)

Cahit Sıtkı gibiler için kaçılacak tek yer meyhaneydi, bir de kafe-barlar vardı. Beyoğlu'nda sıklıkla karşılaşacağız buralarda. Baylan mesela, kuşağın sanatçıları en az bir kere Baylan'ı söyler. Ferit Edgü, Demir Özlü, Demirtaş Ceyhun, Orhan Duru, Yılmaz Gruda ve diğerleri Baylan'da takılırlarmış. Ülkü Tamer, Attila İlhan'ın da orada takıldığını söylerdi ama İlhan'ın görevi yazılacak bir yer bulmakmış. Bir yere gidiyor, orada yazıyor ne yazacaksa ve gençler de kendisini takip ediyor. Pek takılmalık bir durum yok yani. Hatta Oktay'a falan, "Sağlıktan vazgeçtim, asıl zamanınıza yazık ediyorsunuz," dermiş.

Yüksel Arslan geliyor aralarına, 1955'te. Ferit Edgü getiriyor. Yüksel Arslan'ı anlatamam, tam avantgarde bir bay. Ressam diyeceğim, ressamdan da ötesi. Arslan'ın gençliğiyle ilgili anılar, bir işçi çocuğunun tek başına çıktığı sonsuz yolculuk.

İlhan Berk'in çaldığı mısralar da var. Ülkü Tamer bir ilan bile yayınlıyor: "Bundan böyle şiirlerimi İlhan Berk'e okumayacağım." İlhan Berk harbiden de dostlarından dinlediği şiirlerden üç beş bir şeyler kırparmış, altına da kendi imzasını atarmış. "Şair mısra çalar," sözü ona ait.

Cahit Irgat, Dürnev Turnaselli, Ömer Uluç, Sevim Burak ve daha bir sürü insan hakkında anılar var ama ben Oğuz'la bitirmek istiyorum, Hayalet Oğuz'la. O Pera'daki Hayalet'i tekrar okuyasım geldi, okuyacağım. Neyse, Oğuz Haluk Alplaçin. Düzenle ilgisiz bir hayatın sahibi. Evi olmadı, eşyası olmadı, parası oldu-olmadı, çünkü ele geçen para anında dostlarla yenirmiş. Tezer Özlü bahseder, Orhan Duru bahseder Oğuz'dan, o dönemin sakinlerinin tümü yakından tanır Oğuz'u. Böyle bir hayat yaşanmamıştır, Hayalet bir ilk oldu. Şunu verip bitireyim, lütfen izleyin:

Hayalet Oğuz

Kitap on numara, bence herkeşler okumalı.

21 Şubat 2013 Perşembe

Stephen King - Rüyalar ve Karabasanlar II

Öncelikle İnkılâp'ı kutlamak lazım, bir kitabı parçalayıp parçaları 10 senede bir bastığı için. Süper strateji.

İlkini okuyalı kaç yıl oldu bilmiyorum, araya dizisi de girdi. Hikâyelerden sekizini dizileştirdiler, aşağı yukarı 50 dakikalık bölümler halinde. Şahane o dizi, kaçırmayın. Ya da kaçırın, kitabı okuyana kadar.

Bütün Kargaşanın Sonu: Dizide var. King'in olağanüstünü olağanlaştırması hakkında bir şeyler dedim diye hatırlıyorum, o yüzden direkt geçek.

Sağlıklı bir ailede büyüyen iki çocuk. Biri zeki, diğeri en zeki. Dahi gibi bir şey. Çocuk yaşta profesör falan oluyor, bilim dalından bilim dalına atlıyor. Aç bir herif. Abisiyle ilişkileri gayet doğal. Çocuk ev yapımı planörle yüzlerce metre yüksekte uçarken abisi aşağıda haykırarak peşinden koşuyor. Doğal; küçük kardeşi dizginlemek için koşar insanlar. Değişik; kardeş dahi olunca ev yapımı bombayı patlatmasın diye peşinden koşturabiliriz.

Yıllar geçiyor, küçük büyüğü ziyaret ediyor. Dünyanın kafayı yemesinden şikayetçi. Her kanalda cinayet, kıtlık, bilmem ne. Yanında iki kovan var, arı kovanı. Arıları salıyor, sokmuyor arılar. Sebebi de Teksas'taki bir su kaynağı gibi bir şey. Oradaki suyu içenler gayet sakin insanlarmış. Bir çember istatistiğiyle kasabanın ve civarındaki bölgelerin suç istatistiği çıkarılmış. Kasabada tık yok. Bu suyu damıtıp Malezya civarındaki bir yanardağa döküyorlar. Korkunç bir miktardan bahsediyoruz tabii. Amaç, bulutlar yardımıyla insanları sakinleştirmek. Lakin gencimizin atladığı bir şey var; insanlar sakinleşiyor ama zekaları da geriliyor. Alzheimer.

Bütün hikâyeyi kendisine ölümcül bir karışım enjekte eden abiden dinliyoruz. Kan grubuna göre kendisine bir zaman biçiyor ve o sürede ne olduysa anlatmaya çalışıyor. Sonlara doğru karışımın etkisiyle saçmalamaya başlıyor falan, harfler birbirine giriyor, bir şeyler. Mükemmel.

İnsan Alışıyor: Castle Rock, her zamanki gibi. Küçük bir muhitte insanların doğaüstü olaylara alışması hadisesi. King çok seviyor böyle işleri, insanları anlatırken öyle ayrıntılar veriyor ki öyle bir kasaba sahiden varmış gibi. Şahane.

Takırdayan Dişler: Yine tipik bir öykü, kötülükle karşı karşıya kalındığı zaman, veya kötülüğün olduğu yerde diyelim, paranormal aktiviteler ortaya çıkıyor.

Dayımız bir benzin istasyonundan dev bir diş takımı alıyor, oyuncak. Arabasına aldığı otostopçu bir genç bunu soymaya kalkınca dişler canlanıyor. Tabii canlanması için adamın inancı itici uyarıcı oluyor burada. Sanki gerçekten canlanacakmış gibi. Harbiden de canlanıyor ama, çocuğu paramparça ediyor. Falan.

Lastik Pabuçlar: Mastering gibi bir işle uğraşan gencimiz, çalıştığı binanın üçüncü katındaki erkekler tuvaletinin bir kabininde kirli lastik ayakkabılar görür. Her seferinde görür o ayakkabıları, bir süre sonra etrafında ölü sineklerin de olduğunu görür. Hayatına son derece normal bir şekilde devam ederken bir yandan da aklını kaybedecek gibi olur ayakkabılar yüzünden. Bir iş arkadaşına binada hayalet olup olmadığını sorar, arkadaşı hikâyeyi anlatır. Uyuşturucu satıcısıymış, biri öldürmüş onu falan. En sonunda bizimki yüzleşmeye gidiyor, hayaletle konuşuyor. Burada bir ayrıntı var, süper: Hayaletin yüzünde kendi yüzünü görüyor önce, kendiymiş gibi. Bunun sebebi de beynin savunma mekanizması. Aklı pat diye kaybetmemek için. Yüz yavaş yavaş değişiyor sonra. Neyse, meğer dayımızı işe alan adam öldürmüş bu zavallıyı, uyuşturucuyu alıp satmış ve parasıyla rehabilitasyona girmiş. Ne kadar boktan bağlandı değil mi? Ne yazık ki. Sonu da bir o kadar boktan. O kadar güzel yazıp batırma işi nadiren oluyor gerçi King'te, o kadar olur diyor, geçiyoruz.

Muhteşem Bir Müzik Grupları Var, Bilirsiniz: Bu da dizide var. Bir çift seyahat ederken kayboluyor, bir kasabada buluyorlar kendilerini. Kasabada Jimi Hendrix, Janis Japlin, Jim Croce gibi şahane adamlar var ama kasabadaki halleri pek şahane değil. Hen hen hen hen. Korkalım.

Evde Doğum: Şaka maka The Walking Dead'in fikir babası olabilir bu. Aksiyonsuz olanı. Bir de zombileşme sürecinde etken uzaylılar. Normal insanların başına normal olmayan şeyler gelse neler olur? Adam kendisi diyor zaten benim yapmak istediğim şey bu diye. Yapıyor da. Manyak hikâye.

Yağmur Mevsimi: Karanlıkta 33 Yazar derlemesinde de mevcuttu bu. Tamamen bok ederim, hiç anlatmıyorum. Abartılı övüyorum hepsini ama bu gerçekten güzel bak.

Pardon Doğru Numara: Kitapta yer alan tek, "Eh," diyeceğimiz. Senaryo tarzı. Zamanda gerilik, ilerilik. Bu tarz.

On numara, üçüncüsünü bulursam kaçırmam. Oku pamps.

19 Şubat 2013 Salı

Neil Gaiman - Sandman/Sen Oyunu

Ana hikâyelerden bağımsız bir Sandman sayısı bu. Kurgusal olarak bağımsız, yoksa önceki sayılarda yer alan bazı karakterler şöyle bir görünüp kayboluyor.

Birbirine bağlı iki kurguyu izleyeceğiz. Birinde karla kaplı bir diyarda bir kuş, fare ve maymun var. Gerçek demeye de dilimin varmadığı dünyada Barbie'yle arkadaşları Wanda ve diğerleri yaşıyor. Bağlantı şurada; bu ilk diyardaki hayvanlardan biri, saydığım üçlüden ayrılıp haber uçurmaya gitmiş bir dördüncüsü, dev bir köpek diyeceğim, Barbie'nin önüne çıkıyor ve geri dönmesi gerektiğini söylüyor. Barbie hatırlıyor hayvanı hayal meyal.

Ya bodoslamadan giriyorum, resifler var dostlar. Rüya alemiyle gerçekliğin arasında sıkışmış resifler var. Bazıları şekilleniyor, bazıları parçalanıyor, bazıları yok oluyor. Bu Barbie'nin çocukken sahip olduğu resif/düş dünyası, bilinçaltının katlarından biri diyebiliriz, boku yemek üzere. Çünkü bilinçaltı büyük bir çöplüktür kariler, öyle bir kokar ki gün düşüne dalarsınız da ne olduğunu anlamadan, her şeyi unutmuş olarak kendinize gelirsiniz. Bazen de böyle olmaz, bu resif, sahip olduğu hayatı tehdit edecek kadar tehlikeli bir hale gelir. Burada ele geçiriliyor, Guguk Kuşu tarafından. Guguk Kuşu, Barbie'nin çocukluğu. Leş bir çocukluğun son izi. Freudyen bir hikâye, kralına kadar. Olayın bir boyutu, bu resifin akıbeti. Sandman olayları izliyor sadece, olacakları bildiği için her şeyin sonunda bazı seçenekler sunuyor, o kadar. Öküz gibi sayıda bunlar olmuyor tabii sadece, Ay'ı yeryüzüne indirip Sandman'in diyarına yol açan bir hanım var mesela, bu Barbie ve arkadaşlarıyla aynı binada oturuyor. Kötü bir adam var, bu arkadaşları rüyalarına hapsedip sonsuz bir kabusa uyandırmak istiyor. Gebertiyorlar bunu falan. Bir de marjinal olarak kabul görmüş lezbiyen, transseksüel kardeşler var. Onlar deyip ayırmayacağım, biziz. Sen ben kadar biz. Ne diyorum.

Güzel, şimdi yazabilirsem Sevgi Soysal yazacağım. İyi okumalar.

17 Şubat 2013 Pazar

Neil Gaiman - Sandman/Sisler Mevsimi

Endless Sülalesi'ni külliyen gördüğümüz sayı bu. Bütün aile orada. Bütün aile değil gerçi, kayıp kardeş ortada yok. Diğerleri toplanıyor.

Destiny'ye Ak Saçlı Hanımefendiler gelir ve savaşın başlamak üzere olduğunu söylerler. Destiny şaşırır, kendisi kaderdir ve bundan hiç haberi yoktur. Elindeki kitaba bakmasını söyler hanımlar ve uzarlar. Kader diyelim, Kader kitaba bakar ve yapması gerekeni anlar.

Önce Ölüm'ü çağırır, sonra Sandman, İhtiras ve Umutsuzluk katılır. Hezeyan gelir en son. Kayıp kardeş dediğim gibi ortada yok. Aileyi tanıtan bölümler var, şahane. Mesela kader hakkında yazılanlar: "Kader toz ve gece kütüphaneleri gibi kokar. Ardında ayak izi bırakmaz. Gölgesi yoktur." Diğerleri daha uzun, en kısası Ölüm.

Ne için toplandıklarını bilmiyorlar, Kader de söylemiyor. Sonra İhtiras, Sandman'i çok kızdırıyor. Sandman'in Cehennem'e kapattığı sevgilisi vardı, Nada, hani ilk kitapta şöyle bir görüyorduk, önceki kitaplardan birinde de bir ritüeli vardı Afrikalı kardeşlerin, orada tanışmalarını görmüştük. İşte İhtiras Sandman'e diyor ki, kardeş, sen galiba biraz aptalsın. Kız sana bir şey yapmadı ama 10000 yıldır Cehennem'de tutuyorsun kızı, üstelik elinde olmayan sebeplerden ötürü seni kabul etmediği için. Sandman atarlanıyor falan, tek başına balkona çıkıyor. Ölüm geliyor, İhtiras haklı dayı, kusura bakma diyor. Sandman de harbiden doğru galiba diyor ve Cehennem'e doğru yola çıkmak üzere hazırlanmaya gidiyor. Ailenin geri kalan üyeleri neden çağrıldıklarını bir kez daha sorunca Kader diyor ki, tamamdır, dağılın, Sandman yola çıktı. Sandman içinmiş onca tatava. Taktiklere gel.

Sandman Cehennem'e gitmişti bir kez, çalınan başlığını almak için. Orada Lucifer'a gider çekmiş, kıçını tehlikeye atmıştı. Hizmetkarları gitmemesi için uyarıyorlar kendisini, lakin gidecek, kaçarı yok. Elçi olarak Kabil'i gönderiyor Lucifer'a, çünkü İncil'e göre Kabil'in öldürülmesi yasak. Lucifer, Kabil'in canını alamaz. Akıllı bir tercih yani. Neyse, Kabil Sandman'in geleceğini haber veriyor. Lucifer şekilden şekle giriyor. Onu yok edeceğim, onu parçalayacağım. Bilmem ne.

Sandman'in gidip de dönmeme ihtimali var, bu yüzden bir şekilde tanıştığı kişilere veda ediyor. Her 100 yılda bir buluştuğu arkadaşına mesela. Merasimle Cehennem'in topraklarına adım atıyor, şekil şekil yürüyor, Nada'nın hücresine gelip bakıyor ki hücre boş. Sadece hücre değil, Cehennem de boş. Bomboş, hiçbir iblis yok. Lucifer çıkıyor ortaya, bekçiliği bıraktığını söylüyor. Beraber kapıları kilitliyorlar, sonra Lucifer Sandman'e Cehennem'in anahtarını verip uzuyor. Bomboş Cehennem Sandman'in oluyor.

Bundan sonrası acayip fantastik. Amerikan Tanrıları kokuyor buram buram, tam tersi daha doğru olacak gerçi. Odin, Loki ve Thor, Düzen, Kaos, Gümüş Şehir'den iki melek; Duma ve Remiel, Nada'yı elinde tutan Azazel, Anubis ve Japon panteonundan bir tanrı, hepsi Sandman'in kapısını çalıyor Cehennem'in sahipliği hakkında. Hepsi Cehennem'i kendi için istiyor.

Bir ara hikâye: Yatılı bir okulda kalan Rowland adlı çocuk, Sandman'in yediği bokun sonucu olarak, dolaylı sonucu da diyebiliriz, geri gelen ölüler yüzünden kabus dolu saatler geçiriyor ve hayalet zorbalar tarafından katlediliyor. Sonra hayalet arkadaşıyla birlikte kapıdan çıkıp gidiyor, Ölüm'ün çok işi olduğu için onu o an almıyor. Bu yüzden sorunlar çıkacak galiba. Neyse, göreceğiz.

Her tanrı, Sandman için bir şeyler sunuyor Cehennem karşılığında. Kimi kayıp ağabey hakkında bilgi vermeyi teklif ediyor, Azazel Nada'yı vereceğini söylüyor falan. O iki melek gözlemci, bir şey sunmuyorlar. Son ana dek.

Yaratan, diğer tüm tanrıların üstünde, en tepede. İki meleğe haber geliyor. Cehennem varlığını sürdürecek, iki melek de oranın yeni denetleyicileri olacaklar. İçlerinden biri bunu istemese de Samael gibi isyan etmiyorlar, Lucifer'a dönüşme aşamasını biliyor hepsi. Lucifer çok büyük bir güce sahip, düşmüş olsa bile. Sandman'i korkutacak kadar. Her neyse, diğerleri sorun çıkarmıyor da Azazel yamuk yapıyor, Nada'yı çıtır çıtır yiyeceğini söylüyor. Görünüş olarak Azazel boyut kapısı gibi bir şey. Bir sürü dişi var falan içinde. Sandman atlıyor içeri, Nada'yı kurtarıyor ama Azazel'in dev ağızlarından biri Sandman'in üstüne kapanıyor. Bir sonraki karede Sandman'i görüyoruz, elindeki kavanozda Azazel hapis. Sandman'in rüya diyarında yamuk yapmayacaksın, oranın efendisi Sandman. Senin lolon kime dangalak.

Nada kurtarılıyor, son bir yemek yiyorlar ve Nada, bir bebek olarak doğup Sandman'den sonsuza kadar ayrılıyor. Böylece Sandman affedilmiş oluyor. Son olarak Cehennem'deyiz, iki melek yönetiyor orayı. İşkence gören bir ruhun yanına gelip durduruyorlar ve sonsuz işkencenin bittiğini, kurtuluş için kefaret işkencesinin başladığını söylüyorlar. Yani daha makul boyutlarda, günah kadar diyelim. Ona benzer bir şey.

Böyle bir sayı. Ailenin toplanması, Sandman'in Lucifer'la konuşması, tanrılar falan derken insan şapşallaşıyor. On numara.

Michael Coren - J. R. R. Tolkien

"trip v2.0 & hera
Kaybedenler Kulübü'ne AİTTİR
Bol Şans......."

Biri yürütmüş kitabı, ben de hatırlamadığım bir zamanda sahaftan almıştım. Kim yürüttü acaba? Erol Egemen göreve.

Bir önceki kitabın hemen ardından okudum, farkları üstünden gideceğim. Bir kere bunun kapağı daha güzel. Fdfs, şaka. Ama harbiden daha güzel. Bir de Michael Coren dayıtımız neşeli bir adam, üslubu daha farklı, sohbet havasında.

Bu kitapta Mabel Suffield, ailesinin onayını alarak Güney Afrika'ya gidiyor. White'ın kitabında ipleri koparıp gidiyordu. Gerçek nedir, bilemiyoruz.

Lewis'le ilişkileri de pek ayrıntılı değil. Dostluklarının son zamanlarındaki tartışmalardan hiç bahsedilmemiş, sanki hiçbir sorun yokmuş gibi anlatılıyor. Tolkien dostu öldükten sonra yıkılmış gibi. Elbette üzülmüştür ama White'ta bir iki kelime haricinde hiçbir yorum yapmadığı yazıyordu.

Eserlerin özetleri verilmiş, onun dışında yazılış aşamaları yok. Yayımlanış sırasında ortaya çıkan bazı problemler verilmiş, o kadar.

Genel olarak daha az ayrıntılı ama gayet başarılı, okunur. Süper. Peder'in fotoğrafı falan var. Öyle.

Michael White - Tolkien

Pek çok şey yapacağız; iş güç, evlenmek, yolculuk. Pek çok şey izleyeceğiz; dizi, film, kendini mahveden insanlar. Pek çok kitap okuyacağız; Mann, Faulkner, Joyce, kimler kimler. Ama bir şey diyeyim, hayatımız boyunca bizi izleyecek birileri var. Biz de onları izleyeceğiz. İsimlerini teker teker sayamayacağım, onları tanıyoruz. Onlar en saf aşka tutulmuşlar, dünyanın görüp göreceği en yakın dostlar, hata yapanlar, hatasını düzeltenler. "Korkak, cesur, cahil, hakim ve çocukturlar." Tanıyoruz diyebiliyorum, öylesi yakın hissetmiyor muyuz onlara kendimizi?

Biyografik roman üslubuyla başlıyor kitap, evine doğru pedal çeviren Tolkien, çalışma odasına geçip öğrencilerinin sınav kağıtlarını okuyor. 20 yıl boyunca okuyacak, bu bir ek gelir kapısı. Başka türlü evini çekip çeviremeyecek ama sıkıcı, çok sıkıcı bir iş. Kağıt yığınları küçülmek bilmiyor. Bir bıkkınlık anında yere bakıyor Tolkien, halıdaki küçük bir delik gözüne takılıyor. Duruyor. Gündüz düşlerinin ortasında bir kağıt çekiyor önüne, yazıyor: "Yerdeki bir çukurda bir Hobbit yaşardı..." Böyle başladı koca bir mitin kuruluşu.

Tolkien'in dedesi piyano imal ediyordu, iflas edince ailecek zor duruma düştüler ve baba Arthur Tolkien, ticaretin tehlikeli olduğunu görüp bir bankada çalışmanın çok daha güvenli olduğunu anladı. 18 yaşındayken sekreter olarak işe girdi. Yükselmek istiyordu ama çok zordu terfi etmek, birilerinin ölmesini beklemek lazımdı. Beklemedi, Güney Afrika'da daha rahat bir iş hayatı için yola çıktı. Mabel Suffield'la bir yıldır sevgiliydi, kızı çok seviyordu ve evlenmek için işlerinin iyi gitmesi gerekiyordu, bir de kızın babasının koyduğu kurallara uymak. Dönemin katı ahlakçılığında ilişkilerini zorlukla yürüttüler, iki yıllık bir görüş yasağı getirdi kız babası. İkisi de bekledi. Arthur işinde başarılı oldu, şube müdürlüğüne kadar yükseldi. 1891'de Mabel yola çıktı, ailesinin bütün itirazlarına rağmen. Arthur'dan daha iyisinin bulunacağını ummuşlardı.

Çabuk sıkıldılar, çünkü küçük, kasvetli bir yerdi bulundukları Bloemfontein. Mabel hamile olduğunu anlayınca Arthur'a İngiltere'ye dönmek istediğini söyledi, çocuğu orada doğuracaktı. Arthur işlerini yoluna yeni koymuştu, yeni kurulmuş bir düzeni bozmak istemedi ve İngiltere'ye gidemeyeceğini söyledi. Kalmaya karar verdi Mabel, J. R. R. Tolkien orada doğdu. İlk R'yi annesi, ikincisini babası koydu. Ailesi ve müstakbel eşi Ronald diyeceklerdi Tolkien'e.

Mabel iyice sıkıldı, İngiltere'ye dönmeye karar verdi. Arthur işlerini yoluna koyunca yanlarına gelecekti ama ne yazık ki gelemedi, romatizmal ateşten yatağa düştü ve ağır bir kanama sonucunda öldü. Ronald dört yaşındaydı, pek bir şey hatırlamadığı Güney Afrika'da babasını bıraktı ve annesiyle birlikte kurtulmak için çabalayacağı zor bir hayata başlamış oldu.

Birmingham'de bir eve taşındılar, Sarehole'da. Yeşillikler içinde cennet gibi bir yerdi. Zorlamayla Shire adını çıkartabiliriz buradan ama zorlamayalım. Kardeş Hilary ile oynamaktan keyif alıyordu Ronald, bir de komşu köyün çocuklarıyla koşturmaktan. Yaşadıkları köyü büyücülerin savaştığı fantastik topraklar gibi hayal ederek oyunlar oynadılar. 7 yaşına gelen Ronald, Alice Harikalar Diyarında gibi kitapları, masalları büyük bir keyifle okuyordu. Düş dünyası yavaş yavaş şekilleniyordu, büyük zorluklar içinde.

Evlenmesini istemeyen ailesini kızdırmıştı Mabel, Katolik olduğu zaman son bağları da koparmış oldu. Arthur'ın ailesi de sahip çıkmadı, bir başına iki çocukla kaldı ve eşinden kalan az bir parayla geçinmeye çalıştı. Bu sırada yine taşındılar, Ronald'ın eğitimi için Birmingham'ın banliyölerine gittiler ve King Edward's adlı süper bir okulun sınavlarını kazandı Ronald, fakat bir süre sonra eğitimini yarım bıraktı. Bir türlü tutunamıyorlardı, Mabel bir çıkış yolu arıyordu ama bulamıyordu. Peder Francis'le tanıştıktan sonra maddi olarak olmasa da manevi olarak güçlendi Mabel, gittiği kilisenin yakınında bir evin boşaldığını duydu ve oraya taşındılar. Hilary burslu olarak kazanamadı ama Ronald King Edward's'a devam etti, dil derslerinde çok başarılıydı. Okulu seviyordu, Peder Francis de güç ve huzur veriyordu aileye. Tolkien, pipo alışkanlığının Peder Francis'in içtiği pipodan kaynaklandığını söylemiş, öylesine önemli bir figür bu dayımız.

1904'te işler yine kötüleşti, Mabel'in şeker hastası olduğu ortaya çıktı ve kısa bir süre sonra öldü. Yanında kız kardeşi ve Peder Francis'ten başkası yoktu. Hilary ve Ronald kimsesiz kaldı.

Tolkien ölene kadar koyu bir dindar olarak yaşamış. Katolik, ağır. Annesinin inancına sıkıca sarılmış, akrabalarını hiçbir zaman affetmemiş. Bu nokta önemli, Tolkien'ın hayatındaki birçok noktaya bu açıdan da yaklaşacağız.

Ronald, sevimsiz akrabalarının yanında yaşamak zorunda kalıyor bir süre, bu arada Peder Francis'le ve kardeşiyle görüşmeye devam ediyor. Okulla arası süper. Çok da ayrıntılı anlatmayayım, sıkı dostluklar ediniyor Ronald ve Beowulf okumaya başlıyor. Taşındığı pansiyonda müstakbel eşi Edith'le tanışıyor. Ronald 16, Edith 19 yaşında. Buluşuyorlar, geziniyorlar falan. Peder duyuyor bunu, Ronald'ı kalaylıyor. Bu arada Oxford'un sınavına giriyor Tolkien, başaramıyor. Edith'in de uzaklara gönderileceğini öğreniyor, üç yıl ayrı kalacaklar. Ronald kaderine isyan ediyor, kızı son bir kez görüyor ve Peder'in bundan da haberi oluyor. İyice kızıyor bu sefer. Birbirlerine söz veriyorlar; üç yıl bekleyecekler.

Ronald sınavlara hazırlanıyor tekrar, bu sırada dört arkadaşıyla Ç. K., B. D. diye bir edebiyat kulübü kuruyor. Burada Sir Gawain ile Yeşil Şövalye gibi kitapları okuyorlar. İkinci sınavı kazanıyor Ronald, Oxford günleri başlıyor. Klasik Diller'de okurken İngiliz Dili ve Edebiyatı'nın kendisi için daha uygun olduğunu anlıyor, o bölüme geçiyor.

"Tolkien sadece dille ilgileniyordu. 'Çağdaş' edebiyatı pek sevmiyordu. Shakespeare'in abartıldığını düşünüyor, Bard'ın piyeslerinin çoğunu da beğenmiyordu. Dryden'a ve Milton'a ayıracak zamanı yoktu. Oxford'da İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde okutulan 'çağdaş', yani 18. ve 19. yüzyıl yazarlarının eserlerindense nefret ediyordu." (s. 53)

Edith'le evleniyorlar bu arada. Edith mezhep değiştirmek zorunda kalıyor ve bundan nefret ediyor. Katolik olan Tolkien bu konuda ısrarcı. Edith, Tolkien'ı çok sevdiği için akrabalarıyla ilişkisini koparma noktasına geliyor bu süreçte, zor bir durum. Kendisi durumu kabul etse de hayatı boyunca kiliseye, ayinlere pek gitmeyecek. Bunu da Tolkien kabulleniyor. Önlerinde büyük bir savaş var çünkü.

Birinci Dünya Savaşı'na katılıyor Tolkien, ordudaki günlerinden hoşlanıyor başlarda. Disiplinli bir yaşam, düşünmek için bolca zaman. Cephede işler değişiyor. En yakın arkadaşlarından ikisi, Ç. K., B. D. kulübünden iki dostu bu savaşta ölüyor. Tanrılık psikolojisiyle savaşmaya başlıyor Tolkien, kendisine hiç zarar gelmeyecekmiş gibi. Fransa'nın sürekli bombalanan topraklarında kaç savaşa giriyor, kaç kişiyi öldürüyor, kendi de bilmiyor bunları. Ölmüyor; bombalar ve mermiler yağmur gibi yağarken hiçbir şey olmuyor. Hastalanıyor, İngiltere'ye geri gönderiliyor.

Savaşla ilgili ayrıntılar çok zengin, Tolkien'in bulunduğu bölüğün hareketlerine kadar her şey var. Var da, korkunç bir savaştan sağ kurtulmayı başarmış yazarın neler hissettiği pek yok. Korku, öfke, üzüntü. Savaş konusunda özellikle bir şey söylemediğini sanıyorum, çok sancılı günlermiş çünkü.

Mit yaratma konusunda Tolkien'in esin kaynakları belli; diğer mitler ve mitleri oluşturan kültürlerle diller. "Tolkien'in bir 'İngiliz mitolojisi' yaratma arzusunun kökeninde yatan şey, bir vatansever olarak ulusal edebiyatının ağır toplarının bulunmadığını görmesiydi. Üstelik böyle bir epik yaratabilecek, hatta yaratmak üzere eğitilmiş biriydi. Siper hummasıyla İngiltere'ye dönerken aklına bu parlak fikir gelmişti." (s. 81) Savaş öncesinde kulüpten dostlarıyla paylaştığı bazı edebi fikirler vardı, bunların yanında anne özlemi de Tolkien'in yazdıklarının temelini oluşturuyor. Annesiyle yaşadığı zamanlarda yemyeşil çayırlarda oynuyor, küçük ormanlarda koşturuyordu. Geçmişe özlem büyük. Tolkien'in kurduğu mitle din arasındaki ilişki de incelenmiş, onu yazmıyorum. Adamlar dava açacak lan kitabı olduğu gibi almışsın diye. Al oku kardeş kitabı.

Kitapta Tolkien'in döneminde fantastik edebiyatın bilim kurgudan ayrılmamış olduğu yazıyor. Lord Dunsany sayesinde biraz gerçekleşmişti aslında bu. Weird Tales'ın üç atlısı da çok acayip şeyler yazıyordu o sıra, tabii küçük bir derginin bir türe başlı başına kimlik kazandırması uzun yıllar alır, o yüzden Lovecraft, Smith ve Howard gibi dayıların isimleri kitapta yok, Fantastik edebiyatın bir tür olarak ortaya çıkışı Tolkien'le ele alınıyor. Yine de biz bu üç şahane yazarın Tolkien'den önce bir şeyleri başlatmış olduğunu, fantastik dünyalar kurguladıklarını unutmayalım. Bu dünyalardan bazılarının kökleri yaşadığımız dünyadaydı, evet, lakin bazılarının değildi.

Tolkien'in etkilendiği yazarlar: Lord Dunsany, William Morris. Bunların dışında Verne, Swift ve Wells gibi yazarları da okumuş. Etkileşimler kitapta örnekleriyle mevcut. Dickens'ı, T. S. Elliot'ı sevmezmiş mesela. Çağdaş yazarlardan pek hoşlanmıyormuş.

Akşam Yıldızı Earendel'in Yolculuğu, Tolkien'in savaş öncesi son Ç. K., B. D. toplantısında okuduğu bilinen ilk edebi çalışmasıymış. Bu çalışmadan sonra olgunlaşmaya başlamış bir efsaneyle ilgili şiirler yazmış. Cynewulf'un Crist adlı şiirinden alınan bir ilham, koca bir mitin başlangıcı. Denir ki her şeyden önce Silmarillion belirdi, Tolkien bir dünya yaratmak için ömrü boyunca koştu ama nefesi yetmedi. Oğul Christopher bitmemiş çalışmaları toparladı ve bastırdı. Tolkien'e kalsa yüz yıl uğraşılsa yine bitmeyecekti o kitap, ne kadar ince eleyip sık dokuduğuna geleceğiz.

Silmarillion için bir dünya şiir yazdı Tolkien, bu sırada savaş bitmiş, çok önemli bir sözlük projesinde madde yazımı konusunda çalışmaya başlamıştı. Bir yandan daha iyi işler kovalıyor, bir yandan da kurduğu dünyayı şekillendiriyordu yavaş yavaş. 22 yaşında profesör oldu, günümüzün akademik sisteminden farklı bir olay zannediyorum. Leeds'te bir üniversitede çalışmaya başladı. Burada bir Viking kulübü kurdular, daha çok tütün, bira içmek ve edebi sohbetler yapmak için. Son olarak Oxford'a girdi, seçimde verilen son bir oyun yardımıyla.

Bundan sonrasını iyice özet geçiyorum artık.

Tolkien süper bir öğretmendi. Öğrencilerine tepeden bakmaz, onlarla sık sık sohbet ederdi. Bir konuyu anlatırken kendinden geçer, sanki başka bir dünyanın masallarını anlatıyormuş gibi heyecanlanırdı. Böyleymiş. Bir de bölümünde eski ve yeni eserlerin bir arada okutulmasına karşı çıkmış, ayrı uzmanlık alanları gerektiriyormuş çünkü. Zamanla ikisinin ayrılmasını sağlamış. Şunu bizde yapan bir delikanlı çıkmadı. Edebiyat okudum ve Kıpçakça, Köktürkçe vs. bok püsür bir dolu çöp öğrenip sınavlardan sonra anında unuttum. Çöptü benim için, başkası için altındır.

Luthien'le Beren olayı, dans ederken gördüğü Edith'ten esinlenerek ortaya çıktı. Şimdi mezar taşlarında Luthien ve Beren yazıyor.

C. S. Lewis'le tanışma. Aşırı özet geçiyorum, dostlukları kitapta neredeyse 100 sayfa boyunca anlatılıyor. Aynı edebiyat kulübünde takılıyorlar, çok yakın arkadaşlar. Lewis Narnia'dan parçalar okuyor, Tolkien beğenmiyor. Ona göre üstünde fazla çalışılmamış metinler. Din açısından da rahatsız edici. Lewis'le Tolkien arasında geçen bir din hadisesi var, acayip. Tolkien çok dindar adam canım. Sonra birkaç hadise, araları bozuluyor ve hayatlarının son yıllarında hemen hemen hiç konuşmuyorlar.

Hobbit bu dönemde ortaya çıktı, Tolkien arkadaşlarına parçalar okudu ve hepsi çok beğendi. Kulübün üyelerinden birinin yardımıyla kitap George Allen & Unwin adlı yayınevine verildi. Bu yayınevi süreci de kitapta zengin ayrıntılarla işlenmiş, kısaltıyorum. Hobbit basılıyor, 5000 baskı tükeniyor ilk etapta. ABD'de de iyi satıyor. İşte Yüzüklerin Efendisi bu noktada ortaya çıkıyor. Hamlı Çiftçi Giles'ı yolluyor Tolkien, beğenmiyorlar. Yeni bir Hobbit yazması konusunda cesaretlendiriliyor. Tolkien bu doğrultuda çalışırken bakıyor ki hikâye bambaşka bir noktaya gidiyor, Silmarillion'dan bir dünya şey girmiş işin içine. O zaman kitabı epik bir destana dönüştürmek geliyor aklına. Yani kitabı ne düşüncelerle yazmaya başladı, sonuç ne oldu. Çok acayip. Bu bölüm mükemmeldi, benim en çok keyif aldığım bölüm bu oldu, çünkü İkinci Dünya Savaşı boyunca, hatta savaş sonrasında da yazılan bir kitap, bir yazarın artık daha fazla sınav kağıdı okumama umudu, rahat bir hayat sürme özlemi gibi gayet insani şeylerin yanında kurulmaya çalışılan fantastik bir dünya var.

Hobbit 1937'de basıldı, 1954'te Yüzüklerin Efendisi ortaya çıkabildi en sonunda. Kitabın yazılış aşaması sancılı, onun yanında bir de basıma hazırlanış var ki of, Tolkien kanser etmiş adamları. Mükemmeliyetçi bir adam, en ufak bir şeye bile karışıyor.

Çok ayrıntı var Tolkien'in kişiliği, alegori tartışmaları, basım aşamaları hakkında. Hepsini yazarsam parmak kalmaz bende. Müthiş müthiş müthiş, Justin Bieber konserine giden 12 yaşındaki kız gibi hissettim okurken.

Bitti. Tolkien'e sonsuz saygı, sevgi.



14 Şubat 2013 Perşembe

Cesare Pavese - Tepelerdeki Şeytan

Pavese'nin gençlik ve ilişkiler yoluyla çattığı bir roman.

Pieretto, Oreste ve anlatıcı, üç yakın arkadaş. Öğrenci bunlar Oreste tıp okuyor, diğerleri hukuk fakültesi için hazırlanıyor. Günler aylaklıkla, arada sırada da çalışmakla geçiyor. Kadınlarla kurulmaya çalışılan ilişkiler, alkol, gençlik, her şey çiçek kokusuyla bir olmuş ve günlerin nasıl gelip geçtiği anlaşılmıyor.

Bir gün tepe tepe gezerlerken bir araba görüyorlar, arabada bir adam var ve ölmüş gibi gözüküyor. Yanına gidiyorlar, görüyorlar ki Poli. Zengin bir arkadaş, ailesinde para gani. Poli öylesi rahat ki anlatıcının dediğine gel: "(...) Ama o akşam keyfim biraz yerindeydi. Poli ile geçen günkü karşılaşmamız vicdanımı rahatsız eden birçok kuruntudan kurtarmıştı beni, dünyada benden daha saçma, ayrıcalıklı kişiler, gece gündüz benden daha fazla eğlenen tembeller var, dedim kendi kendime. Kentte oturan birer taşralı olan annemle babam, bilmeden şunu sokmuşlardı kafama: Ancak yoksulların çılgınlıkları sana göredir, zenginlerinki değil. Yoksul, dilenci anlamına gelmiyor elbet burada." (s. 22) Burası önemli, ileride Poli'yle bu üç arkadaşın yaşadıkları olaylarda bu izleği takip etmek gerekecek.

Bir gece Poli'yle birlikte dansa gidiyorlar, Rosalba da yanlarında. Rosalba'ya Poli'nin kırığı diyebiliriz. Acı çekiyor, Poli'ye aşık çünkü. Poli'yse kayıtsız, sadece yaşayan bir adam. "Korkunç bir güç var bizde, özgürlük. İnsan masum olabilir. Acı çekmeyi de seçebilir." (s. 30) Gerçekten de acı çekiyor Poli, Rosalba tarafından bıçaklanıyor ve Oreste'nin gözetiminde yatıyor bir süre. Sonraları Rosalba'nın intihar ettiğini duyacağız.

Üç arkadaş, Pieretto'nun ailesinin çiftliğinde geçiriyorlar tatillerini. Kentteki aylaklıklarının üzerinden uzunca bir süre geçiyor. Bir gün Poli'yle karşılaşıyorlar, tepedeki evde kalıyor, yanında eşi var. Evlenmiş. Gidip bir süre onlarda kalıyorlar. Eve zengin dostlar geliyor, bunların ortama kattıkları garip vaziyet, falan. Sonra Oreste'yle Poli'nin eşi Gabriella arasında bir yakınlaşma oluyor, meğer severek evlenmemişler. En sonda da Poli'nin verem olduğu ortaya çıkıyor, hastaneye götürülürken bizimkiler de hayatlarına geri dönüyor.

Ya leş gibi anlattım, kitapları okuyup sıcağı sıcağına yazmayınca unutuluyor çoğu ayrıntı ama genç insanların farklı hayatlarla imtihanı diyelim, kadınlarla özellikle. Buna benzer bir şey. Bir de Poli'nin tedavi olmayı reddettiği bir bölüm vardı, şimdi bulamadım. Tezer Özlü'yü andım, o da kanser olduğu zaman ilk adımda tedavi olmayı reddetmişti. O da anımsamış mıdır Poli'yi, ya da zaten aklında mıydı?

Robert A. Heinlein - Kaybolan Miras

Heinlein, insanoğlunun bir şekilde bastırılmış güçlerinin peşinde. Bu güçler neydi, nereye kayboldu, neler oldu, neler yaşandı, az sonra.

Phil Huxley, Western Üniversitesi'nde psikoloji profesörü ve parapsikolojiyle ilgileniyor. Ben Coburn namlı arkadaşı da aynı üniversitede tıp profesörü gibi bir şey, cerrah. İyi arkadaş bunlar. Phil, kartların arka yüzünü görebilen bir çocukla ilgileniyor ve Ben'e anlatıyor hadiseyi. Sonra bu çocuk kaza geçiriyor, fakülteye getiriliyor ve Ben, çocuğun akan pekmezini durduruyor, beyninden bir bölümü alıyor, pek işe yaramayan bir bölüm. Joan adlı bir öğrenciyle birlikte pikniğe gittiklerinde kaza geçirenin bütün yeteneklerini kaybettiğini öğreniyoruz, beyin bütünlüğü bozulunca yetenekler kaybolmuş. Testler yapılıyor, çocukta hiçbir değişiklik yok kişilik olarak. Kazadan önceki gibi ama yetenekler puf, gitmiş.

Piknikte konuşurlarken bir davranışçılık eleştirisi yapıyor Phil. Psikolojinin özgür irade hakkında bir açıklama getiremediğini, kutuplaşmış ekollerin çözüm bulamadan tartışmaya daldığını söylüyor. Davranışçıların insanların estetik yaratılarına bir açıklama getiremedikleri söyleniyor. Bu şey işte; koşulsuz bir uyarıcıyla nötr uyarıcıyı birlikte verirsiniz, nötr uyarıcı koşullu uyarıcı haline gelir. Yani kıçınıza yıldırım düştüğünde göl kenarında yürüyorsanız göl gördüğünüz zaman koşar adım uzaklaşırsınız. Pavlov ve köpekleri. Anladınız mı? Haa?!?!

Joan da Phil'in yolunda, o da felsefeye giydiriyor. Görünüşte her şey güzel ama iş ısırmaya gelince ağız boş kalıyor. Felsefeyi anlatışı tam olarak böyle. Ben de benzer şeyler söyledikten sonra konu parapsikolojiye geliyor. Daha doğrusu tam sınırda olan olaylar var en başta; mesela fotografik hafızaya sahip, saniyede seksen iki milyon işlem yapabilen insanlar. Kitapta gerizekalı olarak geçiyorlar ama biz "yavaş" diyelim. Yavaş da denir mi bilmiyorum, otistik insanlar işte. Rain Man'deki Dastin Hofpırt mesela.  Buradan havada duran Sabri Bey gibi, döşeğini yorganını yakan pirokinetik dayı gibi insanların varlığına geçiyoruz. Şöyle bir elden geçiriliyor hepsi ve sonuçta bir fikre ulaşılıyor: Bu yetenekler insanlarda mevcut ama bir şekilde kullanım dışı. Joan eğitim görmeyi, bir manada denek olmayı kabul ediyor ve bir süre sonra telepatik bazı özellikler geliştiriyor. Zannediyorum kurgunun en ilgi çekici bölümleri buraya kadardı, temeller yani. Ardından olanları özet geçiyorum: Gizli bir toplulukla karşılaşıyorlar. Bu toplulukta Ambrose Bierce var, 100 yaşında falan. Demek roman 1940'larda falan geçiyor ve güzel bir öngörü; cep telefonu var, Heinlein kullanmış bunu. Daha ilginci, Ambrose Bierce var lan. Kaybolmamış da inzivaya çekilmiş o toplulukta falan. Her neyse, bu topluluğun mekanında eğitim görüyorlar ve yetenekleri gelişiyor. Bu sırada insanoğlunun yeteneklerinin nasıl silindiğini öğreniyoruz. Mitolojik varlıklar toplantısı gibi bir şey görüyorlar rüyalarında, aşağı yukarı buna benzer şeyler. İnsanlar cezalandırılmış, Atlantis ve Mu bok edilmiş. Odin var, sallıyorum Zeus var ortamda. Falan. Yani bu şekilde kaybolmuş yetenekler, bir örgüt de bu yetenekler ortaya çıkmasın diye uğraşıyor. Bizimkiler ortamdan ayrılıp bu yetenekleri insanlara tanıtmak, onlara kavuşmalarını sağlamak için işlerinin başına dönüyorlar ama karşı örgütün adamları çok güçlü. Devlet yönetiminde yer alanlar, profesörler, ne kadar güçlü adam varsa hep düşman. Savaş çıkıyor elbette ve bizimkiler alt ediyor karşı tarafı. Pek sağlam değil açıkçası bahsettiğim bölümden sonrası, büyük bir keyif vermiyor. Ayrıntılı bir şekilde ele alınmamış çünkü, tarihin en büyük sosyopsikolojik, sosyopolitik savaşı ciyuv ciyuv şeklinde beyin savaşı olarak hoop, hemen geçiliyor. Olmaz.

Serinin en zayıf halkası olabilir ama yine güzel, Fringe seven bunu da sever.

Peter Handke - Solak Kadın

Aylaklıkta düşünmeden olmaz: Bu insanlar nereye gidiyor? Yani bir yerlere yürünüyor ama orası neresi, oradan nereye gidilecek, nedir? Demin biri geçti, bir kız. Hızlıca yürüyor, yüzünde bir beklentinin çizgileri. Sen kimsin ve gittiğin yerde neler yaşayacaksın? Ya. İnsanlar bir şeyler yaşamaya gidiyor ve neler yaşayacaklarına dair hiçbir fikrimiz yok. Tedirgin oluyor insan.

Handke'nin anlatıcısını böyle bir izlenimci olarak düşünelim. Karakterler arasındaki ilişkileri tanrıcılıkla incelemek yok. Kurgu oyunları da yok. Bir kadını birkaç gün boyunca izliyormuşuz gibi düşüneceğiz.

Kadının adı yok, Kadın diyeceğiz. Sekiz yaşındaki oğluyla birlikte bir dağ yamacındaki bungalovlardan birinde oturuyor. Kocası işi gereği uzaklara gidip ara sıra gelen bir adam. Bruno. Kadın, Bruno'yu karşılamak üzere havaalanına gidiyor. Bruno Finlandiya'da daima gece olduğunu söylüyor. Burada Kadın'ın adının Marianne olduğunu öğreniyoruz, çocuk da Stefan.

Bungalov sitesine her döndüğünde derin bir soluk aldığını söylüyor Bruno, Kadın gülüyor. Bir de laf arasında tercüman bir kadınla tanıştığını ekliyor Finlandiya'da. Ardından bir otele gidiyorlar, ertesi gün yürüyüş yaparlarken Kadın duruyor. Aydınlandığını ve Bruno'nun git gide uzaklaştığını söylüyor. Nasıl söyleyeceğimi bilemedim, durgun bir mutluluk var ortada. Yani adam dönüyor, özlediğini ve mutlu olduğunu söylüyor. Kadın tepkisiz. Kaldığı yerden devam ediyorlar sonra ama bu kalınan yer ne kadar belirsizleşirse ana ait olan sevgi de o derecede siliniyor. Silinmiyor da varlığıyla yokluğu birbirine karışıyor. Kadın'ın aydınlanarak fark ettiği şey bu. Ayrılıyorlar, Bruno eşyalarını alacağını söyleyip uzuyor.

Ayrılıktan sonra Kadın'ın hayatına tam anlamıyla girmiş oluyoruz, tahmin edilemez bir şekilde değişen hayatın izini birkaç gün boyunca süreceğiz.

Fransizka, Kadın'ın arkadaşı arayıp en sonunda "uyandığını" söylüyor. Buluşuyorlar. Kadın zamanında çevirmenlik yapması için ısrar eden bir yayınevine başvuracağını söylüyor. Geçinmek lazım. Çocuk da var.

Bruno geliyor, Kadın bavulları hazırlamış. Kilit bir nokta var burada: "Çıkarken başını salladı Bruno. 'Senin bu kayıtsızlığın... Aramızda bir zamanlar, karı koca olmamızın ötesinde, ama gene de karı koca olmamızın belirlediği bir içtenlik olduğunu hiç hatırlıyor musun acaba?'" (s. 23) Belli ki yitirilen bir şeyler var ama bunların ne zaman yok olduğu belli değil, birbirine benzeyen günlerin arasında pek bir şey fark edilememiş. Kadın'ın çocuğuyla yakınlaşma çalışmaları, gözlerin defalarca dolması da bunun bir örneği. Çocuk, "Soğan kokuyorsun," diyor mesela, anne çocuğa sarılırken. Neden? Çünkü çocuk. Muhtemelen somut işlemler döneminde, herhangi bir duygusal yoğunluğu fark edebilecek olgunlukta değil yani. Somut bir dünya.

Fransizka da tam mahalle karısı çok affedersiniz. Yok çok içme, yok yalnız kalma, yok şunu yap, bunu yap. Tam tokatlık. Kadın nelerle uğraşmak zorunda.

Yayınevi sahibi geliyor bir gün, beraber bir şeyler içip konuşuyorlar. Cinsel bir durum yok, o yönde bir etkileşim de yok. Sadece konuşuyorlar ve Kadın, onu o evde rahatsız eden şeyin dik açıların bolluğu olduğunu söylüyor (s. 38) ve keskin dönüşlerden rahatsız olduğunu belirtiyor. Evi hayata bağlamak konusunda yazacaktım, belirtip geçiyorum. Sonraları Bruno'yla yaptığı bir konuşmada insanın boş bir evde çabuk yorulduğunu da söyleyecek.

Kadın'ın babası geliyor, birlikte geziyorlar ve iki hayat arasındaki benzer sonuçları görüyoruz, babayla kızın tercihleri pek uzak değil birbirinden. Sonlara doğru bir toplaşma var Kadın'ın evinde. Fransizka, Bruno, yayınevi sahibi ve şoförü, daha bir sürü insan geliyor. Kadın'ın peşine düşen Oyuncu da orada, kibar bir adam. Bruno'yla kavga ediyorlar ama alkolün etkisiyle kavga hiç yaşanmamış gibi davranılıyor. Bir karmaşa, herkes herkesle birlikteymiş, yıllardır tanışılıyormuş gibi. Herkes gittiği zaman kadın evi toparlıyor ve yeni bir sabaha başlıyor, salıncaklı sandalyede.

Goethe'den yapılan bir alıntıyla bitiyor kitap: "Böylece herkes, her biri kendi usulünce, gündelik hayatını sürdürüyor, düşünerek ya da düşünmeden; her şey alışılmış yolunu izler görünüyor, her şeyin bir kumarmışçasına sallantıda olduğu o dehşetengiz durumlarda bile insan sanki hiçbir şey yokmuş gibi nasıl yaşar giderse, öyle." (s. 99) Handke sırf bu bölümü okuyup bu kitabı yazmış olabilir, neden olmasın. Böyle bir kitap için bundan daha güzel bir son olamazdı.

Böyle. Benim ilk Handke okuyuşumdu, sevdik, yine bekleriz. Ya da o gelmezse biz gidelim? The Lefthanded Woman adlı, romana ismini veren şarkıyı bulamadım, koyacaktım yoksa. Bir de filmi varmış, arayıp bulup da izlemem. Denk gelirse izlerim.

13 Şubat 2013 Çarşamba

Adnan Özyalçıner - Alaycı Öyküler

Öykücülüğümüzün şövalyelerinden Adnan Özyalçıner. a'nın gediklisi. Demir Özlü, Erdal Öz, Edip Cansever, Cemal Süreya gibi arayışçılar arasında çizgisiyle yerini belirlemiş bir dayımız. Evet.

Bende bunun Can'dan çıkan ilk baskısı var ama onun düzgününü bulamadım, o yüzden kapak budur, elimden gelen de budur.

Özyalçıner, olayların ve kişilerin gerçek olduğunu belirtirken kurgulama sürecinde olayların yerini değiştirdiğini de ekliyor. Bir gerçeklik üzerine kurulmuş öyküler bunlar. Bazılarında sahiliğin yansımasını bulmak mümkün, fakat bazı öykülerde düşün gerçeklikle istediği gibi oynadığını hissedebiliyoruz.

1964 Yazında: Bir futbol maçı, Keşanlı Ali Destanı'nın oyuncularıyla Edebiyatçılar arasında. Futbolculara gel: Orhan Kemal, Ülkü Tamer, Adnan Özyalçıner, Engin Cezzar, Egemen Berköz, Aydemir Akbaş falan. Hakem de Halit Kıvanç. Maçı Edebiyatçılar 5-3 kazanıyor, Halit Kıvanç'ın beraberlikle bitirmeye dair tüm çabalarına rağmen. Avare Yıllar'ın ünlü topçusu Orhan Kemal, maçı koparan adam oluyor.

Bazı isim karışıklıklarına dair Ülkü Tamer'in düzeltmeleri mevcut öykünün sonunda, bir de şu var ki almadan edemedim: "Şiirim için isteyen istediğini söyleyebilir, ama 1964 yazındaki santraforluğuma laf ettirmem." (s. 22)

Bir Okul Anısı: İstanbul Erkek Lisesi'nde geçen lise hayatının Proustvari bir yansıması. Sürüp giden zamanda çocukluğunu izliyor Özyalçıner, geçen onca yılı uzaktan izlermiş gibi. Okulun kuleleri, öğretmenler, resim, edebiyat, Van Gogh'a benzetilen bir Özyalçıner. Falan.

Bir Hırsızlık Olayının İç Yüzü: Eve hırsız girer, sabah olayın farkına varan Sennur, Adnan'a soyulduklarını söyler. Adnan'ı anlatıcı olarak da alabiliriz. Neyse, bundan sonrası Kafkavari bir hadise. Memurlarla, bürokrasiyle uğraş, takılan parmaklıklarla cezaevine dönmüş bir ev. Bir de kapının çabuk kırılır olduğu söylenip tüy dikiliyor. Şahane.

Abana'nın Heykelleri: Sennur Sezer'le eşi Özyalçıner'in bir etkinlik için çağrıldıkları yer, bir Kastamonu ilçesi Abana. Bitmeyen bir otobüs yolculuğunun ardından ulaşılan küçük bir kıyı kasabası ve devrik heykeller, bu heykellerin akıbeti.

Yazarın Sabah Yürüyüşü: Sancho vasıtasıyla Haldun Taner geliyor akla, değil mi? Gelmesin, bu başka bir şey.
Yazar bir sabah yürüyüşe çıkar ve kapıcının karısı Emine'yi, bir de Mücella Hanım'ı düşünür. Kendisi uzaklara doğru yürür, yine de aklı onlarda kalmıştır. Bir anlatıcı vasıtasıyla onlar hakkında bir hikâye uyduruverir, evine döndüğü zaman olay kurgusunun kaldığı yeri bilmezmiş gibi yapar. Okurla oynanan bir oyunda zar bizim için atılıyor, tutabildiğimiz yerden tutacağız.

Kalabalıktan Biri: Küçülen bir şehirde bir normal adam. Bu kez uyandığı zaman kendini değil, şehri değişmiş buluyor. Abdi Bey'in etrafındaki insanlar kilo veriyor, içki içerken izlediği adalar birbirine yaklaşıyor, çalıştığı dairede oda küçülüyor, oturacak bir yer kalmıyor. Memuriyette her şey küçülüyor. Yaşam, mekan, uzam, ne varsa.

Bu Öykü Nasıl Yazıldı?: Nasıl yazıyoruz? Bir dostum belli kafelerde yazabiliyor. Ben bilgisayar başında yazıyorum, odamdan başka bir yerde mümkün değil. Özyalçıner bir vapurda yazıyor, 5 saatlik bir yolculukta. Yazmak için uzun yolculuklar düşünüyor, şehir içinde yapılabilecek en uzun yolculuk da kıyıyı takip eden vapurlar vasıtasıyla gerçekleşiyor. Haldun Taner de Moda'da denizin ortasındaki bir kayada yazarmış. Bu da aslında bir inceleme konusu, yazarların nasıl yazdıklarıyla ilgili bir kitap var mı?

Böyle. Severek okuyunuz, çok güzel öyküler bunlar.

Cesare Pavese - Güzel Yaz

Tezer Özlü'nün kitaplarını uzun bir gece yolculuğunda okudum. Eskihisar'da bindiğim feribot körfezi geçerken iki sigara içmiştim ve tepemde dolunay vardı, çok iyi hatırlıyorum. Neye karşı olursa olsun, açlığımızı dindiren bir şeyle karşılaştığımızda o anı ve sonrasını unutmayız, bütün ayrıntılar zihne kazınır. O gece de öyle oldu. Titreten kış soğuğunda otobüse dönüp okumaya devam etmeden önce adlarını bilmediğim tepelere baktım, tepelerde tek tük yanan ışıklara bakıp oralarda kimlerin yaşadığını düşündüm ve bilmediğimiz yerlerde bilmediğimiz insanların yaşaması korkuttu beni; o kadar çok insan var ki tanıyacak ve bunun için o kadar az zamanımız var ki.

Her neyse, Yaşamın Ucuna Yolculuk'ta Kafka, Svevo ve Pavese vardı. İzi sürülen Pavese'ydi; alıntılarda Pavese vardı. Üç seneden beri Pavese biriktiriyordum ben de, Özlü'nün de izini sürebilmek için. Yeterince çok kitabım oldu, başladım. Pavese'nin yanında Hayalet Oğuz'a da rastladım, sonra O Pera'daki Hayalet'e, ardından Hayalet için yapılmış belgesele kadar sürdüm izini. Demir Özlü'ye sormak lazım, veya Ahmet Oktay'a. Yazdıklarından çok daha fazlasını anlatabilirler. Denk gelirsek.

Ginia 16 yaşında bir genç kız. Kardeşi Severino'yla birlikte yaşıyor. Severino, geceleri sokak fenerlerini yanık tutmakla görevli bir kardeşimiz. Olayı bu kadar.

Ginia, Rosa adlı arkadaşıyla takılıyor ancak Amelia çıkıyor ortaya. Amelia ressamlara modellik yapan, kafelerde gezinen bir kız. Özgürce yaşıyor, karışanı yok. Ginia da gençliğin keşfetme arzusuyla yanan biri olduğu için Amelia'yla gezmeye başlıyor. Kafelere gidiyorlar, sanatçılarla tanışıyorlar. Bir gün Amelia modellik yapmaya giderken Ginia'yı da götürüyor yanında. Ressam arıza bir dayımız. Olayı seviyor Ginia, o da modellik yapmak istiyor ama çekinceleri var, bilmediği yepyeni bir dünya bu. Çıplaklığın keşfedilmemiş büyüsü çekiyor onu, bütün utanmalara rağmen.

Aynı evde yaşayan iki ressama gittikleri zaman Ginia için değişim de başlamış oluyor; aşık oluyor en başta. Hissettiğinin ne olduğunu bilmediği için çekiniyor önce, alıştıkça aşığına daha çok yaklaşıyor, sürekli o eve gitmeye başlıyor, en sonunda Amelia olmadan. Amelia'yla adamın ilişkisi olabileceğini düşünüyor ama Amelia frijit olmuş, başka bir kadından.

Çocukla beraber oluyor Ginia, istediği özgürlüğe kavuşmuş gibi hissediyor.

"O öğleden sonra Bayan Bice onu görür görmez, 'Siz kızlar nasıl bir yaşam sürdürüyorsunuz? Sanki gebeymiş gibi bir suratın var,' diye bağırınca hoşuna gitti." (s. 109)

Amelia'yla tekrar görüşüyorlar bir süre sonra, yine beraberler ve önlerinde uzun bir gün, koca bir hayat varken sona geliyoruz.

Güzel Yaz'da genç bir kızın hayattan umduğu güzelliklerin peşinde koşuşu var, ister modellik yapmak olsun, ister kafelerde gezinmek. Öyle bir özlemi var ki arkadaşları modellik sırasında kendisini izlerken bile tereddüt anını çok çabuk atlatıyor ve kendini olacaklara bırakıyor.

Kısa, güzel. Devam.

Ek: Hayalet Oğuz

5 Şubat 2013 Salı

R. A. Salvatore - Göç

Yine bol entrikalı, bol aksiyonlu bir Drizzt kitabı. Drizzt kardeşimiz mazlum mazlum yurt arıyor, yuva arıyor ama başına gelmeyen kalmıyor. Bu dandik girişten sonra kitaba geçek, kadere depik atak.

Karizmayı kes. Adam şekilden kaybediyor, benim kapıma böyle biri gelse kahveden adam toplayıp dalarım. Saça bak, anarşik mi ne.

Hacı Drizzt, mağaraları terk edip yüzeye çıkmıştı. Alışmaya çalışıyor ama ortam çok farklı tabii, mağaraya benzemiyor. Bir dolu it kopuk var. Beladan uzak durmaya çalışıyor, lakin bir gnoll grubuyla karşılaşıyor. Bu gnoll dediğimiz mahluk, köpek yüzlü bir kötü insan gibi bir şey, cümleyi de toparlayamadım. Neyse, bunlar hakkında bir bilgisi olmayan Drizzt tayfaya katılıyor, bir köye gidiyorlar. Çocuklar var, baba var bir tane. Gnolller bunlara dalacak. Drizzt anlıyor mevzuyu, bunları katlediyor. Sonra pişman oluyor, "Lan ben bunları kestim ama belki de köylüler bunlara daldı, hıı?" diyor mesela, sonra köylüleri izlemeye başlıyor. Üç gün boyunca izliyor, sonra izlediği yere çocuklardan biri yaklaşıyor, bir kız. Drizzt'le karşılaşıyor, korkup kaçıyor. Ailesine söylüyor olanları. Bu sırada gnolllerin bağlı olduğu Ulgulu namlı, güçlenmek için bulduğu bütün canlıları yiyen öküz gibi bir mahluk Drizzt'in peşine düşüyor. Tephanis adlı bir cin, Drizzt'i izlemeye başlıyor. Bu esnada kızın ailesi Drizzt'i arıyor ve yalnız kalmaktan fıttıran Drizzt, bunların karşıına çıkıyor bir şekilde. Ailenin genç erkeğini tokatlıyor, adamın kılıcını alıp geri veriyor. Kaçıyorlar. Mevzuyu görüyor Tephanis, Ulgulu'ya söylüyor. Köylü aile, mevzuyu kasabanın ileri gelenlerine anlatıyor. Roddy McGristle adlı bir kelle avcısıyla birlikte gidiyorlar, Drizzt yine karşılarına çıkıp Roddy'nin kulağını falan koparıyor, köpeklerinden birini öldürüyor. Drizzt'in açığa çıkmasına sebep olan Tephanis, palalardan birini alıp uzuyor. Drizzt de uzuyor tabii. Sonra Ulgulu bir plan yapıyor, köylü aileyi öldürüp kırık palayı eve saklıyor. Drizzt katletti hesabı. Drizzt ölüleri görüyor, gidip Ulgulu ve tayfasını dağıtıyor, Tephanis'i tokatlayıp gidiyor. Ölülerle karşılaşan köylüler, valiye haber verip bir avcı grubunu Drizzt'in peşine takıyorlar. Drizzt bunları atlatıyor, aralarında Roddy de var. Roddy tam bir mankafa adam, küçük düştüğü için Drizzt suçsuz olsa bile gebertecek. Neyse, Drizzt bunları bir tehlikeden kurtarıp uzuyor, lakin gruptaki Kellindil adlı bir elfle karşılaşıyor. Elf Drizzt'e uza diyor, drowun suçsuz olduğunu anlamış. Drizzt gidiyor, bir yaban olan Kellindil grubu bırakıp kendi mekanına dönerken Roddy tarafından öldürülüyor. Bir sürü karışık iş.

Drizzt soğukla karşılaşıyor, kış gelmiş. Burada düşünceler, aydınlanma anları, dünyayı tanıma falan. Sonra yine bir akıl hocası çıkıyor Drizzt'in karşısına. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir falan, bir sürü bilgisel konuşma. Başka düşmanlar saldırıyor bu doğada yaşayan iki dosta, buradaki savaş olayları, taktikler güzel. Beraber yaşıyorlar bir süre, sonra akıl hocası yaşlılıktan ölüyor, Drizzt yine yollara düşüyor, gözü yaşlı. Adam yemin ediyorum çok bahtsız; bütün sevdikleri ya ölüyor, ya geride kalıyor.

Dağ gibi bir yere geliyor, Buzyeli Vadisi. Bir sonraki üçlemenin adı aynı zamanda, burada dwarf kralı Bruenor'la karşılaşıyor. Bruenor'un kızı Catti-brie'nin karşısına çıkıyor Drizzt, babasıyla da bu vesileyle tanışıyor. Yıllar geçiyor tabii bu arada kitabın başından beri, Roddy hala Drizzt'in peşinde. Bruenor, Roddy'yi tokatlayıp gönderiyor. Burada bitiyor kitap, Drizzt dağlarda bir yuva buluyor. Ha, bir de o akıl hocasıylayken yeni bir tanrı buluyor, ona bağlanıyor. Adını hatırlamadım şimdi. Çok saf, çok yüce ve doğanın dilinden anlayan bir varlık olduğu için Drizzt bu yeni tanrıyı pek seviyor.

Böyle. Maceralar maceralar. Güzel.

Hüseyin Cahit Yalçın - Edebiyat Anıları

Hüseyin Cahit'le, "Bir makaleyle akım bitirmiş," diye dalga geçerdik. Öğrenci aklı. Öyle bir şey yok tabii, anılarını okuyunca neler olmuş, hepsini görüyoruz.

Hüseyin Cahit daha pek küçükken evdeki Kerem hikâyelerini okuyor, destancılardan destan alıyor, gazavatnamelerin altından girip üstünden çıkıyor. Babasının verdiği oyuncakları elinin tersiyle itip kitaplara yumulan bir genç. Divanlara pek yüz vermiyor, daha çok Ahmet Midhat Efendi'nin romanlarını okuyor. Babası kitap okurken Hüseyin Cahit de dinlermiş çoğu gece.

"Bu gece okumalarından hatırladığım ilk romanlardan biri Felâtun Bey'le Rakım Efendi'dir. Babam, yazarı Ahmet Midhat Efendi'ye çok değer verirdi. 'Ne yazarsa iyi yazar' diye överdi. Kitabın böyle dikkatle okunduğunu, ilgiyle izlendiğini görüp övüldüğünü işittiğim kişi de, hayalimde bir yarı Tanrı gibi yücelirdi." (s. 20)

Liseye geçtikten sonra Fransızca kitaplar giriyor Hüseyin Cahit'in hayatına. Fransızca bilmemesine rağmen kitaplarla çekişerek, mücadele ederek bir şekilde öğreniyor. Okuldaki Fransızca hocaları rezalet. Devletin resmi yabancı dili Fransızcaydı o vakit, lakin II. Abdülhamit dönemi felaket olduğu için bütün kurumlar kokuşmuş durumda. Yaşlılıktan ölmek üzere olan bir adam geliyormuş derslere, uyuyormuş zaten. Sonradan tanışacağı dönem arkadaşları gibi maddi imkanları pek yerinde olmayan Hüseyin Cahit için yabancı dil, yine kitaplardan öğrenilecek bir şey.

Bir gün, yeni basılan bir kitap hakkında Recaizade'nin övücü bir yazısını görüyor ve ben de yazayım lan, benim neyim eksik diyor Hüso. Yazıyor: Nadide. Bastırana kadar bir sürü bürokratik işle uğraşıyor. Sansürden geçecek, izin alacak, bir dünya para dökülecek. En sonunda basılıyor kitap, başında da Ahmet Midhat'ın övgüsü var. Başarılı bir eser olmadığını söylüyor yazar, kötü bir Ahmet Midhat kopyası. Kitaptan bir bölüm verilmiş, felaket. Anneler, çocukları güzel yetiştirin lan falan tarzı, dönemin sosyal olaylarına yüzeysel bir bakış. Bu kadar. Nereden nereye gelmişiz, 100 yıl öncesinin edebiyatına bak. Rezil gibi.

Dönemin koşulları içinde yaşanan aydınlanma da var. Tıbbiye'de okuyan dayı oğlunun Allah'la ilgili bir iki yorumundan sonra kendi kendine düşünmeye başladığını belirten bir aydın var ortada. Düşünmek o zamanın aydını için böylesine basit şeylerden etkilenecek kadar kırılgan, değişken durumda. Toplum ve baskıcı rejim birleşince bazılarına nefes alacak yer kalmıyor. Hüseyin Cahit'in okul arkadaşı Ahmet Şuayıp hakkında söyledikleri de bunun bir kanıtı. Yasaklanan bir Avrupa gazetesini bulmak için Şuayıp ta nerelerden Samatya'ya gidip geliyor karda kışta kıyamette, gecenin bir körü.

"Şuayıp'ın on paraya satılan bir kağıt feneri vardı. Bunu giysisinin arka cebinde taşırdı. İşte o sarışın, cılız çocuk fenersiz sokaklarda, karanlıklardan geçerek bunun ışığı ile kendisine yol bulurdu. Ne anlamlı bir örnek: Tıpkı o günkü desteksiz ve yoksun kuşağın durumu. Her yan, korkunç bir baskı yönetiminin karanlığı içinde. Kendi kendisine bırakılmış, düşman sayılmış bir gençlik, öteden beriden sızan özgürlük ışıklarını kılavuz edinerek kendisine bir yol bulmak, yüce bir ereğe varmak için bütün güçsüzlüğüyle çırpınıyor... Bir gençlik ki, yurt sözcüğünü söyleyebilmek özgürlüğünden yoksun... Ama bütün bu yoksunluklara karşın o çocukların içinde sanki bir insanüstü gücün yaktığı ışık, bir ateş var: Yurt ve özgürlük aşkı. Onlar için tek dayanak ise: Gençliğin yılmayan direnişi ve iradesi..." (s. 53-54)

Mülkiye yılları... Şuayıp'la ayrılırlar ama dışarıda görüşürler, dostluk bitmez. Başka bir ülkeye gitmek, kaçmakla eşdeğer anlama geliyor, idamdan sürgüne kadar cezası bol. Mülkiye'ye yarışmayla öğrenci almayı protesto eden gençlerden mezun olurken dereceye girenler, gelenek haline gelmiş mabeyn memurluğuna alınmazlar ki içlerinde Hüseyin Cahit de var. Geçinmek için çeviriler yapmaya başlıyor genç yaşında, polisiye çeviriler. Kutuplaşma öyle bir noktaya gelmiş ki polisiye roman hastası olan II. Abdülhamit'e hizmet ettiğini düşünüp vicdan azabı duyuyor.

Yazarın basın hayatı da bu dönemlerde başlıyor, Mektep diye bir gazete çıkarıyorlar. Edebiyat çevrelerinde Cenap'ın şiirleri tutuluyor. Cenap, yazarın kardeşi Hüseyin Suat'ın yakın arkadaşı. Mehmet Kaplan'ın Tevfik Fikret'le ilgili bir monografisi var, doçentlik teziymiş. Dergâh'tan çıktı. Orada Servet-i Fünun tayfasının oluşumuyla ilgili bilgilerde sanatçıların bir araya geliş hikâyeleri mevcut, derinlemesine bilgi orada var. Bir de konuyla alakasız, Mehmet Kaplan ekolünden gelen akademisyenlerin olduğu okullarda yüksek lisans yazılı mülakatında Tevfik Fikret garanti sorulur. Bir şiiri verilir, Osmanlıcadan Türkçeye çevirirsiniz. Dönemin şartlarıyla birlikte incelersiniz, zira o dönem, akımın eserlerine sinmiştir, mutlaka birden fazla gönderme mevcuttur. Böyle bir delilik yapmayı düşünen varsa dikkat.

Mehmet Rauf'la tanışma, Mektep'e yazılmış bir mektup yoluyla gerçekleşiyor. Mehmet Rauf bodur, miyop, sevimli bir gençmiş. Hüseyin Cahit, Rauf'la Cenap'ın üsluplarını benzetir ve bunu şaşırtıcı bulmaz, yaşanılan dönemin bir sonucudur bu. Uzun uzun almıyorum, ayrıntılar kitapta.

İki sanatçıya yer ayıracağım biraz; Tevfik Fikret ve Halid Ziya. Mehmet Rauf'un Halid Ziya sevgisi dillere destan. Halid Ziya İzmir'deyken mektuplaşmaya başlıyorlar, Mehmet Rauf, Halid Ziya'yı İstanbul'a çağırıyor galiba ve Halid Ziya da geliyor. Tanışmadan önce Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit'e Nemide'yle Ferdi ve Şürekâsı'nı veriyor.

"Bunları okurken ilk duyduğum şey, tam bir şaşkınlıktı. Ben Türkçe romanları hâlâ Ahmet Midhat Efendi'nin yazıları gibi olacak, ya da Samipaşazade Sezai Bey'in Sergüzeşt'i, ya Kemal Bey'in Cezmi'si gibi olacak kanısındaydım. Oysa şimdi beni o kadar ilgilendirmiş ve büyülemiş olan Fransız edebiyatıyla yakınlık iddia edebilecek gerçek bir sanat eseri karşısında kalıyordum." (s. 88)

Hüseyin Cahit, bütün beğenisine rağmen edebiyatımızın ölmez eserleri arasında sayılamayacağını belirtiyor Halid Ziya'nın eserlerinin, oysa günümüzün sanatçıları bile Halid Ziya'nın dünyasını pek beğenirler. Selim İleri mesela, adları aklıma gelmeyen bir dünya yazar. Ya.

"Dekadanlar" tartışması, Yeni Zelanda'ya kaçma girişimi, Tevfik Fikret'in kırılgan dünyası, daha bir sürü olay. Yeni Zelanda olmayınca Manisa'da bir çiftliğe çekilme hadisesi var. İstanbul'dan çıkmak bile bir dünya bürokratik hadiseden geçiyor. İzin al, para ver, bilmem ne. Hüseyin Cahit Manisa'ya gidiyor, ortamı görüp dönüyor. Her şey süper, Tevfik Fikret cayıyor bu sefer ve yıkılan bir rüya için iki üç şiir yazıyor. Hüseyin Cahit, sanki o şiirleri yazabilmek için bir rüyadan vazgeçtiğini söylüyor Fikret hakkında.

 Sansürle alakalı dudak uçuklatan ayrıntılar var ama bazı şeyler de gizli kalmış, Hüseyin Cahit belirtmemiş hiç. Otosansür gibi. Tevfik Fikret'in "hemşiresi" hakkında yazılmış bir şey yok. Yanılmıyorsam Mehmet Rauf'la evleniyordu kardeş, sonra şiddet görüp ölüyordu. Fikret'in Hemşirem İçin adlı bir şiiri var konuyla alakalı. Bir de jurnalci bazı isimler gizli, verilmemiş.

Böyle. Bir dönemin edebiyatı, sosyal ortamı hakkında güzel bir anı kitabı.

4 Şubat 2013 Pazartesi

Halikarnas Balıkçısı - İmbat Serinliği

Şadan Gökovalı, Tuğrul Eryılmaz için imzalamış. Tuğrul Eryılmaz da benim Küçükyalı'daki kitapçıya sattı bunu. Hemen üstüne çöktüm. Kaçmaz.

Balıkçı'nın Anadolu'yla, mitolojiyle ilgili kitaplarını alın, süzün, sonuç İmbat Serinliği olur. TRT İzmir Radyosu için yapılmış konuşmalar bunlar, dolayısıyla Balıkçı'nın kitaplarındaki çoğu hadisenin özeti sayılabilir. Gökovalı da bu durumdan şikayetçi olabilecekler için kitabın bir hediye olduğunu belirtiyor, Balıkçı'nın 112. yaşı için. Tabii ne olursa olsun okuyoruz, çok iyi bir konuşmacının eseri bu.

Kabaca üç konu altında toplayabiliriz konuşmaları. Birinci konu, Akdeniz'in  tabiatı. Balıklardan ağaçlara kadar. İkincisi, mitoloji. Üçüncüsü de uygarlık tarihi ama ikiyle üç birbirine karışıyor haliyle, yine de kesin çizgilerle ayrılmış başlıklar mevcut.

Nasreddin Hoca'yla başlıyor konuşmalar. Hoca'yla Don Kişot arasında kurulan benzerlikten insanoğlunun hicive duyduğu ihtiyaca kadar güzel bir inceleme. Evet. Böyle de anlatılmıyor, mimlediklerimden gideyim.

Balıkçı, Akdeniz'in kumlarını anlatırken kumların güzelliğinden Afrodit'e bağlıyor olayı: "Tevekkeli değil, Afrodit Hatay açıklarında bu Anadolu denizlerinin köpüğünden doğmuş. Gerçekten Akdeniz köpükleri kaymak lüleleri gibidir, sabun köpüğü değil. Sevgi ve sevinç tanrıçası, denizin böylesinde doğmasın da nerede doğsun? Zaten Akdenizlilere göre güneş doğudan yani Akdeniz'in doğusundan doğuyordu. Afrodit de Akdeniz köpüklerinden, şafakla beraber denizden çırılçıplak doğmuş; gövdesinden akan damlalar inci olarak denize akmıştı. Örtüsü yoktu, çünkü güzellik örtü istemezdi. Denizden çıkınca Kıbrıs adasına gitti. Oradan batıya doğru bir sedef kabuğunda yolculuğuna devam etti. Bir Doğu Tanrıçasıydı. Babilliler, Asurlar ona İstar, Astoreth, Melitta diye bağırarak taptılar." (s. 20) Yani nereden girip nereden çıkacağı belli olmadığı için Balıkçı'nın konuşmaları tam bir kültür bombalaması halinde. Belli ki konuşma için fazla bir süre de ayrılmamış. İzlenecek en iyi yol bu haliyle. Böyle konuşmalarda Balıkçı'nın verdiği tepkiler de yarıcı olur haliyle; işkence edilen bir hayvan için Balıkçı'nın söylediği: "Be adamlar, öldürüp yiyecekseniz öldürün yiyin bari zavallı hayvanı. Böyle rezil ederek, işkence ederek eğlenmek reva mı?" (s. 27)

Anadolu'daki hayvanların anlatıldığı bölümde anlıyoruz ki ayılar, parslar, sırtlanlar gırlaymış bir zamanlar. Ava çıkılırmış, avla geçim sağlanırmış. Şimdi yok öyle bir şey.

Anadolu'yu uygarlığın beşiği olarak gören Balıkçı, Antik Yunan ortamlarının Anadolu'da başlayan göçlerle ortaya çıktığını söylüyor. Sadece bu hadiseyi incelediği bir kitabı da vardı ama adı aklıma gelmedi, Anadolu'nun Sesi olabilir. Neyse, Bergama'yla ilgili bir konuşmada Mısır'ın papirüs ihracını kesmesiyle parşömeni bulan Bergama'nın çok şahane bir iş ortaya koyduğunu belirtiyor.

Bir de dünyanın ilk güzellik yarışması hadisesi var. Mitolojik bir şeyler oluyor, Hera, Venüs ve Athena, Paris'in elindeki altın elmayı alabilmek için çocuğun aklını çelmeye çalışıyorlar. Kazanan Afrodit oluyor. 

Pagan inanışların Katoliklere yansımasıyla ilgili ilginç bilgiler de mevcut. Bilindiği üzere ökseotu, Walpurgisnacht gibi olaylar, yok edilemeyecekleri ortaya çıkınca bir şekilde kullanılıyor. Mesela Efes'te on yıl boyunca sönmemesi sağlanacak ateş için rahibelerin evlenmemesi gerekiyormuş, inanç bu. Sonra Katolik rahibelerde de durum bu. Ya. İşte etme bulma dünyası.

Knidos, Halikarnas gibi yerleşmelerin anlatımında Balıkçı'nın hikâyelerinin izine rahatlıkla rastlanabilir. Kendisi diyor şuraya şuraya gittim de çok etkilendim, böyle süperdi, şöyle harikuladeydi diye. Sonra hikâye olarak yazmış.

Yine bir yarıcı bölüm, Bodrum Kalesi'yle ilgili. Halikarnas mozolesi bulunuyor, ardından olay şu: "Alman mühendis Şlegelholt mozoleyi nasıl parçaladığını şöyle anlatıyor:
'Mermer anıtı gördük, yıktık, kırdık, parçalarıyla kireç yaktık.'
Eh maşallah! Yabani herife." (s. 86)

Derya bu kitap, Balıkçı'nın tatlı ihtiyar üslubuyla Anadolu'yu keşfe çıkacaksınız. On numara.

1 Şubat 2013 Cuma

R. A. Salvatore - Sürgün

Drizzt maceradan maceraya koşmaya, bal dudaktan tatmaya, kırk güzele tapmaya devam ediyor. Latife ettim, aşk meşk olayları yok. Adam derdinden dağları delecek neredeyse, neyin aşkı.

Lloth'a atarlanıp Menzoberranzan'dan uzayan Drizzt, on yıl boyunca o geçit benim, bu mağara senin dönüp durmuş, birçok canlıyı katletmiş ve yalnızlıktan delirmek üzere. Guenhwyvar tek dostudur ama yetmez, bir çıkış yolu lazımdır. Drizzt'in benliğini ele geçiren Avcı kimliği, Drizzt'te kişilik bölünmesine dair güçlü bir kanıt. Drizzt, Avcı'yı sevmiyor, çünkü Avcı katliamdan başka bir şey bilmiyor. Avcı, Menzoberranzan'ın kalıntısı.

Ana evinde Hun'ett Evi'nin saldırısına uğrayan Do'Urden familyası, Jarlaxle Baenre'nin yardımıyla katledilmekten zor kurtulur. Saldıran askerlerin arasındaymış Baenre askerleri, Jarlaxle'ın bir ıslığıyla anında dönüyorlar. Tabii kazancı büyük oluyor. Bu Jarlaxle tipi karakterleri ben çok severim. Belgariad ve Malloreon katakullicisi Prens Kheldar, Game Of Thrones'un kel adamı, neydi adı. Bunlar. Bunlar kurguda büyük değişimlere yol açarlar, hikâye biraz da bunlar üstünden yürür. Dolayısıyla pek ilginç giyinen, küstah bir kardeşimiz olan Jarlaxle, karşımıza çok çıkacak zannediyorum. Neyse, saldırıdan sonra Malice, Baenre mekanına giderek Hun'ett evini suçlar. Saldırısı başarısız olan ailenin boku yemesi, Lloth'un kanunu gereği. Hun'ett Evi'nin başı SiNafay da orada. Baenre, SiNafay'ın Do'Urden tayfasına katıldığını söyler. Malice için kötü bir sürpriz bu, çünkü SiNafay'dan nefret ediyor. Bir de başında Drizzt belası var. Drizzt'in ölmesi lazım çünkü Lloth'a giderin kralını çekti. Malice, Zin-carla namlı bir büyü için Lloth'un kapısını çalar ve bir katakulliyle SiNafay'ı kurban eder. Zin-carla, ölü canlandırma işi. Zaknafein'den arta kalanlar düzeltilir, çürümüş etler falan onarılır ve ruhu Zaknafein'e geri döner. Ruhla birlikte bilinç de geri döner, işi tehlikeli kılan hadise bu. Malice başarısız olursa boku yiyecek, bu yüzden güçlenmesi için Zaknafein'e bilincini parça parça kazandırıyor. Sonu da pek hoş olmuyor.

Drizzt, deep gnomelarla karşılaştığı zaman Avcı kimliği ortadan kayboluyor. Drowumuz, yalnızlıktan daha fazla sıyırmamak için gizlice deep gnome mekanına giriyor ve tutsak alınıyor. Burada Belwar'la, önceki kitapta Drizzt'in hayatını kurtardığı, lakin ellerinin kesilmesini engelleyemediği deep gnomela karşılaşıyor, onunla yaşamaya başlıyor. Dost oluyorlar, Zaknafein'in ortaya çıkışıyla birlikte korkudan ödü patlayan gnome kralı Drizzt'i mekandan yollarken Belwar da Drizzt'le birlikte gidiyor. Yolda aslında bir pech olan, lakin insan bir büyücü tarafından Kancalı Dehşete dönüştürülen bir zavallıyla karşılaşıyorlar. Drizzt, Clacker dedikleri yaratığın ikiye bölünmüş zihnini kendisininkine benzetiyor, bu yüzden aralarında kuvvetli bir bağ kuruluyor. Drizzt ortada bırakmıyor arkadaşını. Clacker da bu dostluğu Drizzt'in hayatını kurtarmasıyla perçinliyor.

Bu üç arkadaş, Clacker'ın büyüsünü bozması için insan büyücüyü bulmaya çalışıyorlar, buluyorlar da. Lakin adam ölüyor, büyü ortadan kalkmıyor. Menzoberranzan'a dönmeye karar veriyor Drizzt, tanıdığı en kudretli büyücüler orada ama çok tehlikeli bir yolculuk bu, doğal olarak. Yolda Illithid namlı yaratıkların tutsağı oluyorlar. Bunlar mind flayer, yani zihin kontrolcüleri. Guenhwyvar'ın ve Drizzt'in izini arayıp bulan Zaknafein'in yarattığı kaosla kurtulup kaçıyorlar, Drizzt'le Zaknafein dövüşüyor ve Zaknafein zorlandıkça Malice'in yardımıyla bilincinin daha büyük bir bölümüne kavuşuyor, tabii Drizzt'le dövüşmek istemediği için Malice'in işine gelmiyor bu. Yine de Drizzt yere düşüyor, tam öldürülecekken toprakla kardeş bir tür olan pech dost tarafından yaratılan bir duvar vasıtasıyla kurtuluyor.

Bunlar olurken Malice, güçsüz kaldıkları için Baenre'den yardım istiyor, 200 kişilik bir yardım kuvveti Do'Urden evine doğru yola çıkıyor ama önceki katakulliyi unutmayan Dinin, askerlerden birinin göz kırpmasıyla işlerin kötüye gideceğini düşünüyor. Harbiden de ikinci karşılaşmalarında Zaknafein, Drizzt'e zarar vermemek için kendini asit havuzuna atıp eridiği zaman Malice kaybediyor, taraf değiştiren askerler de Do'Urden Evi'ni ele geçiriyor. Baenre, Do'Urden Evi'ni hacamat ediyor, Malice, kızı Briza tarafından öldürülüyor. Ev boku yiyor yani, tamamen. Dinin, Jarlaxle'a katılıyor. Böyle.

Clacker, arada Zaknafein tarafından öldürüldü, bu adam çizginin dışında artık. Drizzt yaşadığı ikilemlerden sıkılıyor, ben böyle aşkın ızdırabını diyor ve yüzeye çıkmaya karar veriyor. Belwar gelmiyor onunla, veda ediyorlar birbirlerine. Drizzt yine yalnız kovboy, yüzeye adım atıyor.

Böyle. Bu bilinç karmaşasında Drizzt'in pek incelenmediğini, yeterince ayrıntılı bir şekilde anlatılmadığını düşünüyorum ama öyle bir kaygı da yoktu zaten. Hızlıca ilerleyen olayların arasında oradan oraya sürükleniyoruz, Macerayı Seven Adam olan okuyucu için müthiş bir seri. Evet.