Böyle bir zenginlik olamaz. Gaiman'ın sürüklediği en renkli, en uzun yolculuk bu kitapta.
Üç Eylül ve Bir Ocak: ABD'nin ilk ve son imparatoru hakkında hikâyedir.
Ümitsizlik, intihara pek yakın bir dayıyı izlerken Sandman'i çağırıyor. Amacı düello yapmak. İntihara yakın olan bu adamı düşlerle kurtarıp kurtaramayacağını soruyor Dream'e. Bu sırada kayıp abiye de atıfta bulunuyor, eğer Sandman ailesine karşı o kadar kayıtsız olmasaymış abileri gitmeyecekmiş falan. Sandman düelloyu kabul ediyor. Bire karşı üç; İhtiras ve Hezeyan da Ümitsizlik'le birlikte savaşacak.
Olaya gel; Sandman dayıyı uyutuyor, düş gördürüyor. Adam uyanınca kendisini ABD'nin imparatoru ilan ediyor. Gazeteye yazı falan veriyor imparatorluğunun açıklanması için. Bir barda Mark Twain'le karşılaşıyor, Twain'i "imparatorluğunun ilk masalcısı" ilan ediyor. Olaylara gel. Diğerleri adamı umutsuzluğa sürüklemeye, kafayı yedirtmeye falan çalışıyorlar ama mümkün değil, adam rüyaya öyle bir sarılmış ki hiçbir şey onu yolundan döndürmüyor. Adam ölüyor, Ölüm onu götürüyor ve düelloyu Sandman kazanmış oluyor.
Thermidor: Sandman'in kesik bir kafayla ilgili hikâyesi. Sandman, Johanna Constantine'e gidiyor ve kesik bir kafayı bulup getirmesini istiyor. Kendisi meseleye karışamıyor, nedenini göreceğiz. Karşılığında kadının istediği bir şeyi yapacak. Neyse, yıl 1794. Devrimin üstünden birkaç yıl geçmiş, Fransa'dayız. Kadın kafayı buluyor, lakin yakalanıyor. Kafa Orpheus'un kafası. Mitolojik bir şahsiyet Orpheus, eşini kaybedince kadınlardan nefret etmiş, kendini müziğe vurmuş bir kardeşimiz. Sandman'in oğlu, daha önemlisi.
Robespierre, zamanın gaddar katili, kadını sorguluyor, dövüyor, ele geçirilip diğer kesik kafalar arasına atılmış Orpheus'un kafasını bulmasını istiyor. Kadın buluyor, kafa şarkı söylemeye başlıyor ve oradaki herkes şaşkınlıktan donakalıyor. Leydimiz kafayla birlikte uzuyor, şarkıyı dinleyenlerin de kellesi vuruluyor ileride. Tarihi gerçeklerle paralel bir kurgu, bunların hepsi yaşanmış ama tabii Gaiman'ın anlattığı biçimde değil.
Johanna, kafayı Naksos adlı adaya götürüyor, Yunan adası. Buradaki rahipler, yüzyıllardır kafanın koruyuculuğunu yapıyor. Kafa, ait olduğu yere geri dönüyor, baba özlemiyle birlikte.
Av: Bir dedenin torununa anlattığı hikâye. Çok basit geliyor, değil mi? Değil. King'in dediği gibi, Neil Gaiman'a sahip olduğumuz için çok şanslıyız, böylesi büyülü bir dünyadan mahrum kalacaktık yoksa.
Dedenin anlattığına göre çağlar önce genç bir adam varmış, bir çingeneyle karşılaşmış, çingeneden bir bohça almış falan. Bohçada üç büyülü nesne var, bir tanesi zümrüt bir kalp. Şimdi Sandman okurken öncelikle çok dikkatli olmalıyız, çünkü en küçük bir ayrıntı, başka hikâyelerde hikâyenin bir parçası, hatta bir karakteri haline gelebiliyor. Buradaki kalp de Sandman'in aşık olduğu bir kız vardı, Nana mıydı, öyle bir şey. Onunla alakalı. Her neyse, adam resmine sahip olduğu bir kızın peşinden gidiyor. Bohçanın içinde bir de kitap var, bu kitabı da Sandman'in kütüphanecisi Lucien arıyor. Buluyor da, lakin adam kitabı vermiyor bir türlü. Neyse, adam hapsediliyor falan, Lucien adamı çıkarıyor ve kütüphaneye götürüyor. Sandman yakalıyor bunları, neler olduğunu öğrenince adamı resimdeki kızın yanına götürüyor. Sanıyoruz ki adam, bu kıza aşık olmuş falan, arayış o yüzden. Yok, resmin yerleştirildiği kolyeyi kıza verip uzuyor, kitabı teslim ediyor ve yolculuk sırasında ormanda karşılaştığı, kendi gibi bir avcı kızla yaşamaya başlıyor falan. Tanışmaları şöyle: Adam bir geyiği kovalarken kız önce davranıyor, fişuuv diye atlayıp geyiğin boynunu kırıyor falan.
Toruna anlatılmış sıradan bir hikâyeydi, ta ki dede, "Büyükanneni tanımış olmanı isterdim. Muhteşem bir kadındı. Her şeyin kıymetini bilirdi. Ama beni alt edip o geyiği avlayışını da bana asla unutturmadı," diyene kadar.
August: Buyur, bu da Roma zamanından bir hikâye.
İmparator August, her yıl bir gün için dilenci kılığına girerek şehirde dileniyor. Bir yıl, Cüce Lycius'ı eşlik etmesi için çağırıyor. Anlaşmaya göre Lycius kimseye konuyla ilgili tek bir kelime bile etmeyecek. Bunu anlatmıyorum, çünkü şahane. Anlatırsam bok ederim çok affedersiniz.
Yumuşak Yerler: Marco Polo, Çin diyarlarında yolculuk ederken kervanından uzak düşüyor, kayboluyor. Meğer orası "yumuşak" bir yermiş, yani gerçeklikle rüyalar arasında bir bölge. Bir sürü düş beliriyor, bazıları Marco'yla konuşuyor, bazıları geçip gidiyor. Herkes birilerinin düşü ama kimse kimin düşü olduğunu bilmiyor. Böyle bir karışık ortam. Marco en sonunda Sandman'le karşılaşıyor, Sandman de esaretten yeni kurtulmuş, kalesine gitmeye çalışıyor. Hoop, ilk kitaba döndük hemen. Neyse, Sandman önce mırın kırın ediyor. Çok yorgunum da, ben seni geri döndüremem de, bilmem ne. Sonra adama çok şanslı olduğunu, geri göndereceğini söylüyor. Gönderiyor da. Böyle bir şey.
Orpheus: Kafayı gördük, şimdi oğlanın hikâyesi.
Bu Orpheus, aşık olduğu kızla evlenecek. Bütün aile geliyor: Dream, Death, Destiny. Ya bu isimleri bir öyle yazıyorum, bir böyle yazıyorum, kusura bakmayın. Aynı kişiler bunlar. Neyse, bir de sürpriz var: Yıkım. Destruction'ı ilk kez görüyoruz böylece. Öküz gibi bir adam, miğferli falan.
Aristaeus, Sandman'in kuzgunu Matthew yani, o da Orpheus'ın arkadaşı olarak orada ve müstakbel gelinin ölmesini sağlayan da o. Embesil, düğün günü kıza yazarken kızı bir yılan ısırıyor, haliyle zavallıcık mort.
Orpheus üzüntüden kafayı yiyor, babasıyla konuşmaya gidiyor ama Sandman'in Hades'i görmeye pek niyeti yok. Pek iyi ayrılmıyorlar haliyle, Orpheus babasına kızıyor.
Sonra intihar edecekken Yıkım geliyor yanına. Hades'e gitmek için Ölüm'le konuşması gerektiğini söylüyor ve Ölüm'ün evine bir geçit açıyor. Orpheus, halasıyla konuşuyor. Tabii bu arada konuştuğu herkes lam yaşamaya bak, her şey geçti gitti diyor ama çocuk deli gibi aşık. Ölüm, Hades'e gitmenin bir bedeli olacağını söylüyor ama Orpheus yine geri adım atmıyor, harbiden gidiyor Hades'e. İşte Kharon geliyor, kayık hikâyesi. Lir çalarken Kharon'u ağlatıyor hatta.
Hades'le Persephone'un karşısına çıkıyor, bir şarkı söylüyor orada. Bütün ruhlar ağlıyor, işkenceler duruyor falan. Ölen aşkını anlatıyor. Gerisi mitoloji. Hades kızı Orpheus'a veriyor ama bir şartla; çıkışa kadar Orpheus yalnız yürüyecek, ardından gelen Eurydice'e dönüp bakmayacak. Bu dönüp bakmama olayı dinlerde de var, mitolojide de var. Gerçi birini diğerinden ayıran ne, bilmiyorum. Neyse, dönüp bakıyor bu. Bakmasana mal. Bakınca kız kayboluyor tabii.
Orpheus yalnız, bir tepede duruyor. Annesi geliyor, Baküs Rahibeleri'nin geldiğini, başka bir yere gitmesini söylüyor. Bu rahibeler deli, şehvet meraklısı. Dionysos'un takipçileri. Bizimkini parçalıyorlar, Orpheus bir yere gitmiyor çünkü. Neyse, kafasını da bir nehre atıyorlar. Eurydice diye diye gidiyor kafa.
En sonunda Sandman geliyor, kendin ettin kendin buldun tarzı bir şeyler söylüyor ve kafayı bir kayaya koyup gidiyor. Adam, "Baba, baba!" diye bağırıyor ve Kemal Sunal'ı, İnek Şaban'ı hatırlayıp gülüyoruz. Dsfd, şaka şaka. Böyle bitiyor hikâye ama aslında bitmiyor, yine karşılaşacağız Orpheus'la. Sandman'in onu bir daha görmeyeceğini söylemiş olmasına rağmen.
Kargalar Meclisi: Yine eski hikâyelerdeki bir kadınla çocuğu hakkında. Çocuk uyuyor, sonra Habil-Kabil Biraderler'in evine gidiyor bir şekilde. Buradaki sohbetler, konuşmalar. Uyanınca çocuğun elinde o diyardaki Matthew'un tüyü var falan. Ha, bir de Adem'in üç karısı anlatılıyor, o güzel. Lilith falan.
Ramazan: Son hikâye. Pilim bittiği için kısa kesiyorum; Bağdat Emiri Haldun'un rüya şehrini sonsuza kadar gizlemesi için Sandman'le yaptığı anlaşma üzerine bir hikâye ama bu kadar değil, Binbir Gece Masalları atmosferi öylesine başarılı ki insan hayran oluyor ister istemez.
Böyle, çok deli bir sayıydı bu. Evet.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder