22 Şubat 2013 Cuma

Ahmet Oktay - Gizli Çekmece

Ahmet Oktay'ı bildiniz? Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları gibi, Bir Yazı'nın Arayışları/Bir Arayışın Yazıları gibi araştırmalarıyla fark yaratmış, şiirleriyle duygu dünyamıza doink diye dokunmuş, Mavi hareketi içinde yer alarak 1950'lerin edebiyat dünyasına bodoslamadan dalmış bir dayımız. Lise terktir, kendini çok iyi yetiştirmiştir. Evet.

Bendeki ilk baskı, 1991 tarihli. Böyle şekil bir kapak yok. Kaşkollü bir Ahmet Oktay, "üşüyorum lan" ifadesiyle okuruna bakıyor.

Öncelikle bu bir otobiyografi değil, anı kitabı hiç değil. İkisinden de parçalara rastlamak mümkün, yine de bütüncül bir yaklaşımla yazmamış kitabı Oktay. Bir tür kolaj tekniği kullandığını söylüyor. Konudan konuya atlaması bunun ürünü.

Gazetecilikle başlıyoruz. Önce Türkiye'de gazetecilikle ilgili görüşler var. Tiraj meselesi, doğru habercilik, iktidar-basın yakınlaşması, ne kadar çarpık şey varsa alayı. 50 yıldan sonra şimdi de aynı problemler var, bir gıdım değişme yok. Her neyse, bu bölümde Oktay'ın gazeteciliğe başlayışı, 27 Mayıs, zor koşullar var. Anısal hadiseler.

Askerlik geliyor, Sivas'a gidiyor Oktay. Dediğine göre o sıralarda Kürt sorunu yeni yeni ortaya çıkıyor. Oktay, Barzani'yle röportaj yapmak için tey Cilo'ya kadar gidiyor ama yapamadan dönmek zorunda kalıyor. Yine de elinde bir malzeme var. Kamyon arkasında, at sırtında vs. Anadolu'nun derinlerine yolculuk. 1962'de bu yolculuğu yazıyor, Sivas'ı yazıyor. Aklında Yaban. İnsan manzaraları çok canlı, çok renkli. Genelevlerden tutun, kahvelere kadar birçok ortamı yaşıyoruz. Meseleler var elbette, Oktay'ın üslubuyla daha bir iç yakan sosyal meseleler. Mesela şu:

"Dil, Doğu Anadolu'nun en önemli, en yürek ağrıtıcı konularından biri. Sivas'tan itibaren, insanlarla aranızdaki bağların kopmaya başladığını, bir başka ülkeye doğru yol aldığınızı acı şekilde anlıyorsunuz. Bütün bağlar kopmaya başlıyor. Ne dil, ne kader bağı. Kutup günlerinin altı ay süren gecelerinden birdenbire altı ay süren gündüzlerine geçer gibi her şey kesiliyor ve Anadolu toprağı üzerinde yapayalnız kalıyorsunuz.
İşin en kötü yanı, doğu halkının bu durumu olduğu gibi benimsemesi, kendini aynı vatan toprağının insanlarından saymaması... O dil birliğini sağlamak için en küçük bir çaba harcamıyor. Ama buna karşılık, biz de hiç ama hiçbir şey yapmamışız. Üç yılın, on yılın aldırmazlığı, unutmuşluğu değil bu. Yüzyıllardır Doğu Anadolu, tropik iklimlerin garip bitkileri gibi, kendi üzerine kapanarak yaşamış. Kendi sınırlarıyla ilgisi ancak bir başka seferberlik emri çıkınca, başı ezilmesi gereken bir yedi düvel olunca kesilmiş. Bu kez de yayan, yapıldak, o cepheden bu cepheye gidip gelmiş. Yemen çöllerinde, Trablus ve Kafkas cephelerinde telef olup gitmiş.
Cumhuriyet'ten sonra da durum değişmemiş. Onlar yine kıraç topraklarının üzerinde her şeyden uzak yaşamışlar. Kimse dillerini, kültürlerini ve üretim hayatlarını bizimkine bağlamaya çalışmamış. Doğu Anadolu insanının yabancılığı bir yara gibi işlemiş. Hâlâ işliyor.
Ve biz kendi toprağımızın öz insanlarına birer turist şaşkınlığı içinde bakıyoruz. Aynı hayret ve aynı korku ifadesi yüzleri bir bıçak gibi ikiye bölüyor. Yaptığımız tek davranış sadece bu." (s. 38-39)

Yine değişen bir şey yok.

TRT dönemi... Darbelerden kurtulamıyor Oktay, bu sefer de 12 Mart geliyor, kurumu askerler dolduruyor. Asker usulü brifingler veriliyor, işten olmamak için.

"(...) Sonunda yakalandılar ve yok yere asıldılar.
Radyo 7.30 sabah bülteninde idamları açıkladığında traş oluyordum. Tülây duvara yaslanmıştı. İçeri gittim, pikaba Dokuzuncu Senfoni'yi koydum. Finale, koro bölümüne geçtim ve sesi sonuna kadar açtım. 
Yapabileceğim buydu." (s. 53)

Denizler hakkında yazılanlar.


Schiller şiiri. Neşeye mi övgü, özgürlüğe mü övgü artık, bilmiyorum. Lakin o güzel insanlar, o çirkin, insanlığın leş çukuru darağaçlarında ölüp gittiler.

İsmail Cem'le, Mehmet Barlas'la ilişkiler. Yaşasın Edebiyat adlı program mesela, Balıkçı ölmeden kısa bir süre önce görüşmüş Oktay. Balıkçı, "Laf çok, ömür yok be," demiş. Balıkçı'ya merhaba diyek? Merhaba!

İş hayatı burada sonlandı, bundan sonra daha kişisel olaylar. Bohem hayat gibi, sanatçı dostlar gibi, Hayalet gibi. Bir dönemin yansıması var burada, edebiyatla ilgilenenlerin az çok merak ettiği mekanlar, insanlar.

"Bohem, bir tarih döneminin sanatçıya biçtiği yaşam biçimiydi. Doğrusunu söylemek gerekirse seçim şansı yoktu: Şair olmak, yazar olmak bohemlikten geçer sanıyorduk biraz.
Bu 40 yılda, sanatçılarla aydınlar ve kendilerini bu çevreye yakın sayarlar; üç askeri müdahale gördüler ve ara rejimlerde yaşamak zorunda kaldılar. Umutlar kırıldı ve umutlar doğdu." (s. 72)

Kısaca şu: Yaşam çirkinleşmeye başladıkça çizginin dışına çıkmak istiyor insanlar. Sanatçı olmak şart değil. Doğ-oku-çalış-evlen-çocuk yap-öl zincirini daha en başlarda kıran insanlar görüldüğünde garipsenmiyorlar mı? "İşsiz, tembel, aylak, hayırsız..." Neler neler söylenir. Olması gereken şekilde yaşamayan insanlar için hayat zor, sanatçılar için elbette çok daha zor. Oktay'ın konu hakkında söyledikleri: "Söylemek bile fazla. Sanatçı bohemini, en berbat uyuşturucular aradığı ve kullandığı dönemde bile, lumpenden ayırmak gerekir. Amacı gerçekliği değiştirmek, bu yoldan da asla varolmamış bir dünya kurmak olan sanatçıya ne olmuşsa burada olmuştur. Yani yaşadığı toplumda. Kuşku yok: Toplumla uyuşan sanatçılr da vardır. Gelgelelim, zamanı yenebilenler, uzak geleceğe kalabilenler daha çok uyumsuzlar olmuştur. Uyumsuzluğun çeşitli sosyo/ekonomik ve kültürel/ruhbilimsel nedenleri var elbet. Burada söylenebilecek olan şu: Kimsenin yapamadığını yapmak, göremediğini görmek ister sanatçı. Buysa tehlikeli bir uğraştır. Açıklamak çünkü, rahatsız eder normlar benimsemiş insanı. Bu; yeni biçimlerin, düşüncelerin niçin ilkin sanatçılar, yazarlar arasında belirebildiğini ve onlar tarafından benimsenebildiğini yeterince açıklar." (s. 77) Sanayi Devrimi'nin zortlamasıyla birlikte düş güçlerine biraz daha sıkı sarılan insanlar değil miydi fantastiği, BK'yi bir anda patlatan insanlar? Bununla da yetinmediler, distopya adlı muazzam hazine keşfedildi. Verne'ın Yirminci Yüzyılda Paris'i aklıma gelen ilk örnek. Elbette bu yolu takip etmeyenler de var, zamanın Paris'inin bohem yaşamıyla yayılmış bir gettonun çeşitlilik hakkında vereceği çok fikir olmalı. Sanatçı manzaralarında çoğunu inceleyeceğiz.

Cahit Sıtkı'yla bir anı: 16 yaşında bir genç olan Oktay, Cahit Sıtkı'yı Ankara'daki Şükran Lokantası'nda görür ve akşam aynı masaya otururlar. Cahit Sıtkı ketum, keyifsizdir. Ancak şiir okunduğu veya okuduğu zaman canlanır.

"(...) O günlerde bana bir şairlik durumu gibi göründüğü şüphesiz olan 'içe kapanıklığın' anlamına ancak şimdilerde varabiliyorum:
O tül perdenin ardında, horlanan, hiç sevilmeyen, sürekli suçlanan Türk aydınının, yazarlarının, sanatçısının simgesel heykeli olarak oturuyordu Cahit Sıtkı. Yüreğindeki acıyla taşlaşıp kalmış bir heykel." (s. 74)

Cahit Sıtkı gibiler için kaçılacak tek yer meyhaneydi, bir de kafe-barlar vardı. Beyoğlu'nda sıklıkla karşılaşacağız buralarda. Baylan mesela, kuşağın sanatçıları en az bir kere Baylan'ı söyler. Ferit Edgü, Demir Özlü, Demirtaş Ceyhun, Orhan Duru, Yılmaz Gruda ve diğerleri Baylan'da takılırlarmış. Ülkü Tamer, Attila İlhan'ın da orada takıldığını söylerdi ama İlhan'ın görevi yazılacak bir yer bulmakmış. Bir yere gidiyor, orada yazıyor ne yazacaksa ve gençler de kendisini takip ediyor. Pek takılmalık bir durum yok yani. Hatta Oktay'a falan, "Sağlıktan vazgeçtim, asıl zamanınıza yazık ediyorsunuz," dermiş.

Yüksel Arslan geliyor aralarına, 1955'te. Ferit Edgü getiriyor. Yüksel Arslan'ı anlatamam, tam avantgarde bir bay. Ressam diyeceğim, ressamdan da ötesi. Arslan'ın gençliğiyle ilgili anılar, bir işçi çocuğunun tek başına çıktığı sonsuz yolculuk.

İlhan Berk'in çaldığı mısralar da var. Ülkü Tamer bir ilan bile yayınlıyor: "Bundan böyle şiirlerimi İlhan Berk'e okumayacağım." İlhan Berk harbiden de dostlarından dinlediği şiirlerden üç beş bir şeyler kırparmış, altına da kendi imzasını atarmış. "Şair mısra çalar," sözü ona ait.

Cahit Irgat, Dürnev Turnaselli, Ömer Uluç, Sevim Burak ve daha bir sürü insan hakkında anılar var ama ben Oğuz'la bitirmek istiyorum, Hayalet Oğuz'la. O Pera'daki Hayalet'i tekrar okuyasım geldi, okuyacağım. Neyse, Oğuz Haluk Alplaçin. Düzenle ilgisiz bir hayatın sahibi. Evi olmadı, eşyası olmadı, parası oldu-olmadı, çünkü ele geçen para anında dostlarla yenirmiş. Tezer Özlü bahseder, Orhan Duru bahseder Oğuz'dan, o dönemin sakinlerinin tümü yakından tanır Oğuz'u. Böyle bir hayat yaşanmamıştır, Hayalet bir ilk oldu. Şunu verip bitireyim, lütfen izleyin:

Hayalet Oğuz

Kitap on numara, bence herkeşler okumalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder