31 Mart 2016 Perşembe

Ray Bradbury - Mars Yıllıkları

PKD, BK'yi BK yapan "yeni fikirler, yeni olasılıklar" diyordu. Sunuş kısmında astroloji profesörü ve BK yazarı Fred Hoyle da aynı noktaya dikkat çekip BK'nin edebiyat potansiyeli açısından büyük önem taşıdığını söylüyor. Duyguların permütasyonu sınırlı, o halde farklı mevzular için katalizör bulunmalı ve bu katalizör BK. Kanonlaşmaya doğru giden klasik ve modern edebiyat bir noktada tıkanacak, oysa BK her daim güneş gibi parlayacak!

Pek katılmadım buna. Hoyle yardırmaya devam edip insanın çevresine karşı olan sorumluluğunun pek ele alınmadığını -BK dışında- söylüyor. Buna hiç katılmadım. Ele alınmıştır, terra-kurma olarak zuhur etmesine gerek yok. Bu romandaki Mars ve Dünya, iki komşu ülke olarak ele alınabilirdi. İki komşu şehir. İki komşu mahalle. İrlanda'da Katolik ve Protestan mahalleleri, neden olmasın? Boer ve yerliler. Kısmen de olsa bu gerçekleşebilirdi, "mavi ışıklı uçan varlıklar" temalı öyküde dini inanışların biçim değiştirmesiyle birlikte pederlerin tutumuyla paralel olarak Doris Lessing'in Siyah Madonna gibi müthiş bir örneği duruyor. Bu konuda sözü Mahmut Alnıgeniş'e bırakıyoruz.


Hoyle da şunu diyor: "Şu anda değindiğim, dinin biçimsel olmayan yönleridir. Bana göre biçimsel olmayan bağlamda din, bir insanın gökyüzünü huşu içinde bakması, eğer aklı varsa kâinatın görkemli oyununun bir amacı olduğunu ve insanın kendi küçük rolünün de bir anlamı olduğunu hissetmesidir. Din ve bilim arasındaki çatışma, din ile biçimsel din arasındaki çatışmadır ve bunun da açık bir nedeni vardır. Tüm biçimsel dinler, fiziksel dünya anlayışımızın bugünküne göre çok daha az gelişmiş olduğu, eski zamanlarda ortaya çıkmıştır." (s. 10) O halde bilimsel anlamda sürekli gelişen dünyamıza göre dinin farklı yorumları ister istemez ortaya çıkacaktır, dini semboller yerini yeni sembollere bırakabilir. Çok basit bir örnek olarak klonlanmış İsa'yı örnek göstermek mümkün, adam dünyaya tekrar geleceğine göre neden bu yolla gelmesin? BK'nin asıl rolü tam da bu: Olasılıkları kullanarak farklı düşüncelere kapı açması. Bilimsel ilerlemeyle birlikte yeni fikirler ortaya çıkacak, sonra daha yenileri. Yanlışsam dürtün, Arthur C. Clarke dört ciltlik efsane eserinin giriş bölümlerinde metinleri Voyager yolculukları sonucu elde edilen bilgilerle yazdığını söylüyordu.

Bu anlatıyı klasik edebiyatın -bence- bir tık üzerine koyan nedir? Birinci olarak çok başarılı, gerçekten başarılı bir yabancılaştırma duygusu. Bir mahalle ötede ne kadar farklı olursa olsun sizin gibi insanlara rastlarsınız, bildiğiniz form. Mars Yıllıkları'ndaysa uzak bir gezegenin varlığı bile bu yabancılaştırma için yeterli, işin içinde Ray Bradbury olduğunu hep aklımda tutuyorum bunu söylerken. Bu anlatının BK olup olmadığıyla ilgili tartışmalar dönmüş, dalga falan geçilmiş hatta, bakış açısına göre bir parça doğruluk payı olabilir ama Hoyle'a göre Odysseia da zamanının bir bilimkurgusu. Türün de belli bir formülü olmadığına göre -içinde iki gram konjürasyon akımülatörü olmayan BK, BK değildir, gibi- mevzuyu fantazyadan pek de ayırmamak gerek. Bir BK'de uçuk icatlar olması gerekmiyor, bir fantazyada illa Elfler olacak diye bir kural yok. Bu geniş perspektiften yaklaşırsak, mesela Mars'ıın terk edilişinden sonra gezegende kalan sayılı insanlardan ikisinin birbiriyle olan ilişkisini işleyen öykünün BK'yle uzaktan yakından alakası olmazdı, lakin aynı mevzu bir Marslıyla bir Dünyalının karşılaştığı öykünün bağlamıyla ele alındığında, o zaman sınırlar çiziliyor. İki şehrin hikâyesi tekrar yazılabilirdi, tehlike çok yakın ama Ray Bradbury farklı dünyaları kullanarak bu tehlikeyi bertaraf edip okura hayal gücünün saf parıltılarını gösteriyor. BK bu yahu.

Ocak 1999'dan Ekim 2026'ya, Mars'a yollanan ilk roketle başlayıp Mars'ın yüzeyinde kalan son insanlara kadar anlatılan 27 yıllık süreçte insanı bulacağız, başka bir gezegende veya kendi gezegenimizde. Ne kadar kolay aldanabildiğimiz, korkabildiğimiz, sevinebildiğimiz ve kaçabildiğimiz her zaman aklımızda olacak. Ben burada kısa bir tarihçe tutmakla yetineceğim. Bazı karakterler birkaç öyküde birden görünüyor. 27 yıldan bahsediyoruz, normal.

Şubat 1999: Marslı kadın hayatından pek sıkılmış, eşi de bildiğimiz hödük. Mars'a gelen ilk araştırma ekibini rüyasında gören kadın, özellikle beğendiği bir astronottan bahseder eşine. Büyük hata. Adam kadından ekibin ne zaman ve nereye ineceğini öğrenir, silahını alıp dışarı çıkar ve iki kişilik ekibi yok eder. Mars'ta her şey normale dönmüştür. Kısa bir süre için.

Ağustos 1999: Delilik. İkinci ekip kapı kapı dolaşır ve Dünya'dan geldiklerini söyler, kimse sallamaz bunları. Koca gezegen devlet dairesine dönmüştür sanki, oradan oraya yollanırlar ve seyyar satıcı muamelesi görürler. En sonunda kapalı bir ortama alınırlar, anlaşılır ki orası tımarhane. Ekibin kaptanı, tımarhanenin doktoruyla görüşür ve doktoru Dünya'dan geldiğine bir türlü inandıramaz. Doktora göre muhteşem bir yaratıyla şizofreninin dibine vurmuş bir adamdır. Söyledikleri o kadar inandırıcıdır ki doktor kendi akıl sağlığından şüphe etmeye başlar, sanrıyı yok etmek için ekibi ve kaptanı öldürür, ortadan kaybolmadıklarını görünce kendi kafasına sıkar bu kez.

Nisan 2000: Üçüncü sefer. İnsan inanmak istiyor ve sorgulamıyor, özleminin büyüklüğü ölçüsünde. Astronotları çok önceden ölmüş aile üyeleri karşılar, evlere dağılırlar. Ekibin kaptanı bir işler döndüğünü düşünür. Küçük bir paranoyayla başlar, gerçeğin dehşetiyle sona erer. Marslılar, telepati yeteneğiyle insanların çok özlediği diğer insanları kullanır ve savunmasız hale getirdikleri ekip üyelerini öldürür. Güzel bir savunma mekanizması. Filmlerde de olur ya, kahramanın sevdiği kişi zombi olur, vampir olur da öldürülemez bir türlü.

Haziran 2001: Spender insanlığın kanonuna karşı. Ekip kaptanıyla Spender'ın diyaloğu, insanoğlunun kültürünü ve yıkıcılığını inceleyen en önemli bölümlerden biri. Adamımız Mars medeniyetini tanıdıkça atom bombalarından, çoğunluktan, Dünya'dan kaçmak istediğini fark eder ve ekibe geri dönmez.

Bu seferden sonra yerleşimciler gelmeye başlıyor; önce birkaçı, sonra yüzlercesi, binlercesi. Tabii oksijen yetersiz, bir terra-kurma projesi lazım. O konuda Benjamin kardeşimiz devreye giriyor, ciğerlerinin kaldıramayacağı oksijensizlikte bir havayı doğanın da izin vermesiyle değiştiriyor, solunabilir bir hale getiriyor. Ağaçlar.

Ağustos 2002: Şu öyküyü okuduğum diğer hiçbir öyküye değişmem. Dünyam aydınlanıyor böyle güzel şeyler okuyunca, günüm muhteşem geçiyor, musmutlu bir insan oluyorum.

Tomas yaşlı bir adam, değişimlere açık. Gezegen değiştirecek kadar. Mars'ın renklerini, kokusunu, her şeyini seviyor. Geçmişinden kurtulmaya çalışmıyor, sadece daha yeni bir geçmiş istiyor.

"Bu gece havada zamanın kokusu vardı. Tomas gülümsedi ve hayal gücünü işe koştu. Bir düşünce vardı. Zaman nasıl kokardı? Toz, saatler ve insanlar gibi. Zamanın sesi nasıldır diye merak ederseniz, karanlık bir mağarada akan su, ağlama sesleri boş tabutların kapağına vuran toprak ve yağmur gibidir bu ses. Daha da ileri gidecek olursak, zaman neye benzer? Zaman, kapkara bir odaya usul usul yağan kara, ya da eski bir sinemadaki sessiz filme, Ya da yeni yıl balonları gibi aşağıya ve hiçliğe doğru düşen yüz milyar surata benzer. işte böyle kokar, görünür ve ses verirdi zaman. Ve bu gece -Tomas bir elini kamyonetin dışında esen rüzgâra uzattı- zamana neredeyse dokunabilirdiniz." (s. 156)

Yolda bir Marslıyla karşılaşıp konuşuyorlar, ötekinin böyle güzel bir anlatımını bilmiyorum. Gerçeklikleri farklıdır, dilleri farklıdır, her şeyleri farklıdır ve orta bir noktada buluşulamayacağı konusunda anlaşıp yollarına devam ederler. Anlamak için baskı, şiddet vs. yoktur, sömürü niyeti yoktur. İki akıllı varlığın ilk ve son kez karşılaşıp yaşamlarına devam etmeleri, bu kadar basit.

"Kim geleceği görmek ister ve kim görebilmiş ki?" (s. 166)

Kasım 2002: Ateş Balonları da kafa açıcı bir öykü. Misyonerler dinin farklı biçimlerine rastlayabileceklerini düşünüyorlar, ortalıkta parıltılar saçarak uçan nesnelerin varlığına dair söylentiler duyulmuş. Misyonerlerden biri, diğerlerini bu varlıkları bulmak için ikna ediyor, diğerlerinin amacıysa bildikleri formuyla dini yaşamak ve yaymak. Her neyse, bu varlıkları buluyorlar ve bedenden, kötülükten arınmış olduklarını görüyorlar. Büyük bir huşu işte, insanın ilk zamanlarında gökyüzüne bakması gibi.

İtfaiyeciler kitapları yakıp söndürüyor. Fahrenayt 812. Usherların Konağı ikinci versiyonuyla karşınıza çıkacak; Dünya'dan kaçıp kendi konağını yaptıran bir Poe hayranı, Mars'ta dahi konağını yıkmak isteyen kitapyakar zihniyete kök söktürecek. Siyahiler yeni gezegene doğru yola çıkacak, ırkçılığın yarı parodik bir eleştirisini okuyacaksınız. Bir de tam PKD öyküsü diyebileceğiniz öyküler var, kimlik sorununa robotik yaklaşımlar. Sanal olan, gerçek olan birbirine karışacak.

Dünya'nın havaya uçması ve bunun Mars'tan bir pırıltı halinde görülmesi büyük sıkıntı. Ev neresiydi, anlamı neydi, insanoğlu yaban mı, bunlar hep düşünülecek. Nihayet ortalıkta pek insan kalmayınca milyon yıl süren bir piknik başlayacak. Çocuklarına suda yansımalarını gösteren baba, Marslılara baktıklarını söyleyecek. Neler de neler.

İyi BK iyi edebiyattır, Ray Bradbury şahane bir yazardır. Burun kıvıranlar Mars'a gidemesin, ne diyeyim.

Böyle bir kitaba böyle bir şarkı gider. RIP Hide.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder