27 Eylül 2017 Çarşamba

Jean-Louis Fournier - Dul

Sarı gökyüzü, yeşil yapraklar. O da biraz sarı. Belki sonbahar. Beyaz saçlı adamın gözü yolda. Kadın arkasına dönmüş, gülümsüyor. Belki kızına. Gidiyorlar veya dönüyorlar. Cam indirilmiş, çiçek kokularının içinden geçiyorlar, çiçeklerin içinden, yapraklar kucaklarına düşüyor. Yolun bitmeyeceği düşüncesiyle her şeyin bitecek olması o kadar buluşmazdır ki buluştuklarında birbirlerini bozarlar, o yol sanki hiç gidilmemiş ve hiçbir şey bitmemiş gibidir. Biri fotoğraftan çıkınca diğer her şey aynı kalır, bu nasıl mümkün olabilir? Fournier hatırlayarak mümkün kılıyor, hatırlamanın da ötesinde eşiyle konuşuyor ve anlatamadıklarını anlatıyor, eski ve yarım kalmış bir sohbeti uyandırarak tamamlıyor. Birçok fragman böyle sona eriyor ama sonuçta hiçbir şey bitmiyor, üzüntünün tekrarı her şeyi can acıtıcı biçimde canlandırıyor. Geçmiş, acıdan doğuyor.

Benzerini Son Mektup'ta görebiliriz, daha uzun süreli bir evlilik, benzer sallantılar, benzer mutluluklar, sadakatin ve sevginin sorgulanması... Yaşamın düşünceye, kalıplara sığmaması karşısında bir anlamı yok, sadece yaşananları yaşayabiliriz, korkular olmamışın şimdiye yansımaları. Bütün zamanları şimdiye yığmaktan kurtulmanın yolu yok mu?

İlk aşk sınırları çizdi, gerisi zaman içinde doldu. Bir fikrim var. Alışkanlığı da içeriyor, bıkkınlık da var, nefreti de kıyısına yanaştırabiliriz ama bir aradayken olacak bunlar. Balkonda otururken, misafirlikte, yolculukta, sevginin ve öfkenin zamanı olmayacak, bu bir. İkincisi de aziz ve azize olmadığımızı peşinen kabul etmiş olacağız ki aziz(e) bile günahkarlar arasından doğarmış, o zaman neysek o olduğumuzu bilerek yaşayacağız. Benim çuvalladığım nokta burası; bazen bunu unutuyorum.

Vonnegut: "Aşk, bulduğunuz yerdedir. Aramaya çıkmak bence enayiliktir ve gene bence, çoğunlukla ölümcüldür.

Geleneğe göre birbirlerini sevmek durumundakiler, kavga ettiklerinde karşılıklı şöyle diyebilseler keşke: 'Lütfen bir gıdım daha az aşk ve daha fazla karşılıklı nezaket.'"

Paldır Küldür, onuncu sayfa.

Üçüncüyü Vonnegut kısmen söyledi. İncelik. Biraz özveri. Bu olmayınca ilişki tek kişiliğe dönüşüyor, olmuyor. Fournier'nin eşini bu yüzden çok sevdim, yazarın anlattığı kadarıyla. Fournier de kendi fikrini anlatıyor. Eşinden önce ölmek istemesine rağmen ölemedi, nefret duyması normal değil mi? Kendini kabul ettiği ölçüde eşinin gerçekliğine ve sevgisine yaklaşıyor Fournier, okuru da yaklaştırıyor. Son derece içten bir veda diyeceğim, veda da sayılmaz bu anlatı. Bu, yukarıda bahsettiğim garip durumun bir izlenimi. Bitti ve bitmedi. Olumsuzluk ekinin anlamını yitirdiği nadir durumlardan biri sanırım.

Epigraf Voltaire'den: "Neşeli olmak nezaket gereğidir." Sylvie neşeli, nazik ve artık indirimli satışlara gidemeyecek kadar ölü. Bir evi kimliğiyle doldurduktan sonra zıt kutupta yer alan eşini de kendine çekmeyi başarmış ve yaşamını biçimlendirmiş. Gölgesi günden güne büyüyor ve büyüdükçe koyuluğu zayıflıyor. Yürekteki tek, kuvvetli bir ağrıdan her yere dağılmış belli belirsiz acılara dönüşmesi zaman alacak ve hiçbir şey daha iyi olmayacak. Nazikliği diğer insanlar tarafından takdir edilecek ama eşine uyguladığı çifte standart anlaşılmayacak, Fournier farklı bir muameleyle karşılaşmasını yadırgıyor ve seviyor. Diğerlerinden farklı bir yerde olduğunu bilmek.

"Sylvie beni terk etti. Ama başka biri için değil. Güz yapraklarıyla birlikte kibarca yere düştü." (s. 9)

Ölümden sonra gelmeye devam eden mektuplara merakla bakar Fournier, aralarında gizli bir aşığın mektubu olabilir mi? Kızmayacağını söyler, adamla veya kadınla oturup eşinden bahsedebilir. Tanımadığı birinde Sylvie'nin izlerini görmenin garip olacağını düşünmüştür, paylaşıldığı insanda kendini tekrardan bulmak ve tanımlamak ister. Kendi sadakatsizlikleri için böyle bir şey yok, onlarda Sylvie'yi aramaz, şöyle bir değinip geçer. Kendi karısının diğerlerinin karıları kadar güzel olduğunu fotoğraflardan anlar.


Uzun seyahatlerden günlük hayatın en küçük detaylarına kadar onlarca Sylvie var, birkaçına değineceğim. Bir, kimselerin beğenmediği Jean-Louis'ye kırk yıl dayanması. Gençken tanışıyorlar, kadın pek bir şey vadetmeyen adama kibar davranır, esprilere güler, sonunda yaşamını paylaşır. Jean-Louis neden tercih edildiğini çözememiştir, çözmesinin imkanı da kalmamıştır. Biraz da böylesi bir gizemin açığa çıkma şansının ortadan kalkması yüzünden acı çekiyor.

Yasla mücadele için okunan bir kitaptan leitmotif: "Her geçen gün, her bakımdan daha iyiyim, çok daha iyi olacağım." Jean-Louis kayıpla baş edemeyeceğini düşündüğü zamanlarda bu cümleyi tekrarlıyor ve güçlü olmaya çalışıyor ama yaşamın her anı farklı bir Sylvie'yi karşısına çıkarıyor.

"Bana inanıyordu, onun sayesinde ben de kendime inanmaya başladım." (s. 23) Eşinin başarılarıyla mutlu olan bir kadın var, samimi bir şekilde aynı şekilde davranamayacağını söylüyor adam. Aşkın bir temeli de budur, egoluk bir durum yok.

Beni biraz fazla etkiledi, son bir alıntıyla keseceğim. Dahasına elim varmadı, gücüm yetmedi: "Gittiğinden beri yedi milyon kırk sekiz bin sekiz yüze kadar saydım. Bu kadar zamanda saklanabilmiş olmalısın. Her tarafı arıyorum. Bulamıyorum, ümidimi kaybediyorum. Saklambaç oynamak çok uzun sürüyor. Tamam hadi, kazandın, çık artık saklandığın yerden. Artık oynamak istemiyorum. Çık neredeysen, kazandın. Çık ne olur, kaybettim, her şeyi kaybettim." (s. 44)

Sevginin örttüğü yaralar, sırlar, her şey. İnsan gerçekten sevip sevmediğini, aşık olup olmadığını her şey tam olarak sona ermeden anlamıyor galiba.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder