13 Ekim 2017 Cuma

Daniel Wallace - Büyük Balık: Efsanevi Ölçülerde Bir Roman


Tim Burton filmi kendi aleminde çekmiş, roman yine büyülü ama filmi kadar değil. En azından filmi kadar masallı değil. İki ayağı değil de bir ayağı yerden kesilmiş bir Edward var, geri kalanı aynı. Çocuğun diğer kadını sorgulaması, babasını sorgulaması burada yok, mesele sadece olağanüstülükle bürünen bir yaşamı çözümlemeye çalışmak. Edward ölüm döşeğindeyken gerçek yaşamı hakkında ne söyleyebilirse o kadarı. Pek bir şey de söylemiyor. Rüyasında görüyor onca gerçek dışı tanıdığını, tanıştığını söylediği. Geliyorlar, bahçeyi şenlik yerine çeviriyorlar ve Edward gücünü toplayıp cama gelirse çılgınca bir alkış kopuyor, tezahüratlar, ıslıklar, Edward selam verip yatağına geri dönüyor. Yorgun, kurduğu onca masal, yaptığı onca espri yaşamını çekip götürmüş gibi.

Her yaşamın bir mucize olmasıyla ilgilidir, daha doğrusu bu bilginin farkında olan nadir insanlardan birinin bu bilgiyle ne yaptığıyla ilgili. Çocuğunun anlatıcılığında ilerleriz ama çocuk -adam aslında ama yaşayan bir mitin dünyasına bir kez girince zamanın ortadan kalktığını düşünüyorum- babasının hikâyelerinin çemberinde büyümüştür, Edward'ın dili haline gelmiştir. Kendi kişiliği oluşurken yeterli özgürlük alanına sahip olduğunu sanmıyorum, dünyayı kurgulayıp ortaya bırakan babanın gölgesinde süren yaşamdan biraz olsun kurtulabilmek, belki de o yaşamı parçalayıp kurtulmak ister gibidir, babasına sorduğu soruların temeli budur. O dünyayı parçalama şansını elde ettiğinde karşısında ölmek üzere olan bir baba vardır, parçalayamaz ve o da bir fıkra anlatır, babası gibi. Babasının oğlu.

Sondan başlar, Edward'ın mite dönüşmek üzere olduğu göl kenarında. William, babasının geçirdiği dönüşümü görünce yaşamın ucuna geldiklerini anlar. Göl kenarı, mavi ve yeşil. Edward çocukluğunu hatırlar ve William'ın gözlerinin önünde imgeler uçuşur; küçücük bir oğlan, yapraklar, yetişkin bir adam, denizler, balığa dönüşmek üzere olan yaşlı bir adam, göl. Artık açık denizlere çıkacak zamanı ve gücü olmayacaktır, onun için göl yeterlidir.

Başa... Son kırk yılın en kurak yazında, Alabama'da doğan Edward, doğumuyla birlikte yağmuru da peşinde getirir. Mucizevi oğlan. Hiç kar yağmayan kasabaya Edward dokuz yaşındayken kar yağar. Yollar kapanır, binalar görünmez olur, kardan adamların medeniyet kurma zamanı gelmiştir. Edward ve babası bin bir zorlukla okula ulaşırlar, saatler boyunca çabalayıp yorulmuşlardır. Edward ödevini unuttuğunu fark edip eve geri dönmek için yola koyulur. Sorumluluk mu, ne bu? Maceraya atılmasının sorumluluklarının önüne geçmediğini, sorumlulukları yüzünden olduğunu mu gösterir? Yaşam onun için gerçekten büyülüyken belki ikisini birden yürütebiliyordu ama büyüdükçe, dünyanın pek de ahım şahım bir yer olmadığını gördükçe kendi masallarını yaratma ihtiyacı hissetmiş ve sorumluluğu tavsatmış olabilir. Edward aslında bir çocuğun heyecanını taşır; kolaylıkla aşık olup aşkını bir masala dönüştürebilir, ailesiyle birlikte mutluluk içinde yaşarken gidip görmediği yerlerin özlemiyle tutuşup kimseye haber vermeden yollara düşebilir. Yerleşik yaşama, yerleşik ilişkiye gelememek. Nedir? Doyumsuzluk? Hep daha fazlasının olduğunu bilmenin huzursuzluğu? Mutluluk arayışı, yeninin heyecanı, bilinmeyenin gizemi, nedir çekici olan? Edward için hepsi. Gidişlerinin hesabını vermemiştir, son anlarında bile vermemiştir ve yaşamının ürettiği miti görürüz sadece, iç dünyası hakkında pek bir bilgi sahibi olamayız. Zaten niyet edilen bu olmadığı için problem yok, bize bir hikâye anlatıldığına göre takip etmeliyiz.

Aralarda Edward'ın muhteşem yeteneklerinin anlatıldığı küçük bölümler vardır, bunlar da çok güzel. Hayvanlarla konuşması, doğayla iletişimi, okuduğu binlerce kitap... Kasabaya kendini sevdirmesi bile başlı başına bir mucize aslında, Ashland bu genci seviyor çünkü bu genç herkesi seviyor. Kolayca olacak bir şey değil bu. Herkesi sevdiği için herkes de onu seviyor. Sandra'yla tanışması, sığır heriften kurtulması, iş yaşamında başarılı olması, her şey insanları sevmesi sayesinde gerçekleşir. Filmle arada birkaç fark var, onları söyleyeyim. Yukarıda izlediyseniz sığırla dövüşmüyor, romanda dövüşüyor. Sığır çok kuvvetli, canavar gibi ama kendisi de az değil, babasının çiftliğinde çalışa çalışa kuvvetlenmiş. Herifi deviriyor, Sandra'yla evleniyor. Sandra'nın babası da bir çeşit Edward, iyi anlaşıyorlar. Başka, şey, şu aşk olayı o kadar deşilen bir mevzu değil. William gidip kadınla konuşmuyor mesela romanda. Anlatmayayım.

Baştan kurulan ölüm bölümleri var, dört kez sanırım. William'ın anlatıcılığında dört farklı zamanda Edward'ı görürüz. Yaşamıyla, dinle, siyasetle alakalı mevzuları tekrarlarda anlatır ve anlatmaz. Bazı günler inançsız, bazı günler inançlı olduğunu öğreniriz. Oğluna hayat dersleri vermektense hikâye anlatmanın daha iyi olduğunu düşünür, söyler. Sanırım mutsuzluğunu perdelemek için yapıyor bunu; belli belirsiz bir şekilde babasının alkolik, ağır alkolik olduğunu söyler. Sadece iyi şeyler hatırlanıyorsa uzun vadede, o zaman babasının kötü yanlarından hiç bahsetmemesi, hatta yaşanmış olabilecek travmaların sessizliği çok şey anlatır. Sürekli bir gitme, keşfetme isteği ve hikâye anlatıcılığı... Çok kötü şeyler yaşandığını, Edward'ın bu şekilde aklını kaçırmadan yaşamını sürdürebildiğini düşünüyorum.

Maceraları hakkında söyleyecek sözüm yoktur. Hepsi çok heyecanlı, acılı ve mutluluk verici. Devle kapışması, kimsenin kurtulamadığı kasabadan kurtulması, modern dünyaya uyum sağlaması ve tabii dünyayı kendine uydurması, bir dünya hikâye. Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam'la birlikte okunmalı, olabilmiş ve olamamış iki baba kıyaslanmalı. İkisi de aynı ruha sahip ve ikisi de mitik.

Ne diyeyim, filmini seven alıp okusun, okumayı seven zaten okusun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder