Yazdıklarını sevdiğimiz insanların müzik zevklerini de seveceğimizi düşünürüz. Çoğu zaman yanılmayız kariler, bu adamlar sanatlarını her şeyle yetkinleştirirler çünkü. Şarkı, manzara, televizyon izlerken denk gelinen bir buz pateni şeysi, ne olursa. Her şey küçük izler bırakıyor ve onları toparlıyorlar bir şekilde. Yaşamımızda, ilişkilerimizde geçmişten getirdiğimiz onca çok şey var ki. Küçük, fark edilmez izler. Şimdiden değil, yarından değil, geçmişten ibaret insan.
Kitaplardan şarkılara. Bazen, nadiren tersi de olur.
Buralar kişisel, kitap için direkt aşağı inin. Güzel bir sabah ve kendimi anlatacağım. İstanbul'da ortalama bir lisede ortalama bir öğrenci için müzikten başka kaçış yolu yoktur. Sınavı bir şekilde kazandık, kapağı attık bir yere. E-5 kenarı, rezalet. Bir klasik olarak ülkücü tayfa baskın yönetimde. Yapacağımız hiçbir şey yok, haliyle müzik imdada koşuyor böyle zamanlarda. Tonla grup saymayacağım, bir tek Steppenwolf diyeceğim. Merve dinletmişti. Youth Gone Wild'la Skid Row'u da o tanıtmıştı ama mevzu Steppenwolf. Nefis müzik. Teneffüslerde banklara oturup dinliyoruz, yandan arabalar geçiyor. Dünya bir şekilde dönüyor ama bizim için değil. Neyse, bir gün bu "Steppenwolf" ne ola ki derken Hermann Hesse'ya geldim. Bozkırkurdu'nu buldum, okudum. Deli etkiledi. Sonra okul bitti, üniversitede bir hocamız Siddhartha'yı okuttu. Bu da şahane. Ondan sonra bulduğum Hesse'ları almaya başladım. Bayağı bir topladığımı düşündüm geçen, ben de girişiverdim. Bundan sonra elimdekiler bitene kadar ağırlıklı olarak Hesse. Evek.
Hesse için insanı kendinden yola çıkarak arayan bir adam diyeceğim. Bazı bazı mistik, bazı bazı çocukluğun büyüsünü arayan, umudu veya umutsuzluğu, ya da daha doğru bir deyişle insana dair her şeyi olduğu gibi ortaya koymayıp önce kendince tartan bir dayımız. Aşırı zorlarsak fütürolog bile diyebiliriz. Hayatından bahsetmiyorum, direkt geçiyorum.
Hesse'nın hikâyeleri var bunda. Otobiyografi var, otobiyografik hikâye var falan. Karışık.
Avrupalı: Tanrı dünyanın boka sardığını gördü ve ikinci tufanını gönderdi. Bütün dünya sular altında kaldı, Avrupa dışında. Avrupalılar dev bir set ördü, başlarda her şey yolunda gitti ama durmadan yükselen su Avrupa'nın da sonunu getirdi. İmdada Nuh yetişti ve her kıtadan bir adam aldı, bir de bütün hayvanları. Hayvanlar ve insanlar gemide iş yapıyordu, bir işe yaramak iyi hissettirir. Neyse, Avrupalı camış gibi yatınca bununla konuştular. Avrupalı şöyle dedi: "Benim yeteneklerim sizinkilerden fazladır. Ben her şeyi görürüm, kendimce yorumlarım ve geleceğe yön veririm." Bütün karşı çıkmalara sadece bununla yanıt verdi, tam bir aptal gibi. Söyleyecek başka bir sözü yoktu.
Nuh'u hakem yaptılar ve Nuh şöyle dedi: "Sevgili çocuklar! Söylediklerinizde hem haklısınız, hem haksız. Ama siz daha sormadan, Tanrı sorunuzun yanıtını vermiş bulunuyor. Sizi haksız görmem elde değil, savaş ülkesinden gelen bu adam pek hoş bir konuk sayılmaz kuşkusuz. Bu gibi antikaların yeryüzünde ne işi var, bilmem. Ama bu tür insanları bir kez yaratan Tanrı neden böyle davrandığını biliyordur elbet. Hepimizin de bu beyaz adamların pek çok suçunu bağışlaması gerekir, zavallı dünyamızı bir kez daha mahvedip cezalandırılmasına yol açan bunlardır." (s. 15)
Çok kaderci, Nuh'tan fazlasını beklemek de olmaz. Neyse, sonuçta herkesin eşi var. Soylar devam edecek. Avrupalının eşi yok. Hikâye böyle bitse de ben gerisini getireyim; Avrupalı birinin eşine göz diker, hatta belki bütün eşleri alır. Çünkü bir Avrupalı, her zaman Avrupalıdır. Metaforik bir hikâyede mevzu böyle.
Kral Yu: Oğlum bu Çinli prensesler sadece Türkleri bok etmemişler.
Kral Yu'nun imparatorluğu şahane. Zenginlik, işte efendime söyleyeyim, bolluk. Böyle şeyler. Lakin akınlara açık bir bölgede. Önlem olarak bir yarışma düzenliyor kral, en iyi projeyi seçiyor: gözetleme kuleleri. Belli aralıklarla yapılan kulelerdeki çanlar çalınacak, teey uzaklardaki kulelere kadar haber gidecek ve kısa bir süre içinde bütün ordu merkezde toplanacak. Olay bu.
Prensesin olayı batırmasına geldi sıra. Prenses, en büyük çanı imparatora bir kere çaldırıyor. Binlerce asker geliyor şehre falan, sistem süper işliyor. Lakin düşman müşman yok. Askerler kıl oluyorlar. Düşmanlar harbiden gelince yine katakulli yapılıyor diye gitmiyorlar merkeze. İmparatorluk cort. Yalancı çoban olayı yani.
Kent: Mü-kem-mel bir hikâye, anlatmakla olmaz bu. Şehirlerin doğada beliren urlar olduğunu düşündünüz mü hiç? Bir şehrin hikâyesi bu. İki alıntı ve geçiyorum.
"Bir gün önce döşenen demiryolu hattı üzerinde insanla, kömürler, araç ve gereçle, yiyecekle dolup taşan ikinci trenin gelmesi üzerine: 'İşler iyi gidiyor!' diye sesini yükseltti mühendis." (s. 24)
"Tek bir taşının bile artık ortada görülmediği, yıkık saraylardan birinin üzerinde genç bir çam duruyordu, daha bir yıl önce dağdan aşağılara doğru büyüyen ormanın ilk habercisi ve öncüsü olmuştu. Ama onun da şimdiden genç ağaçlardan bir orman sarmıştı çevresini. 'İşler iyi gidiyor!' diye sesini yükseltti bir ağaçkakan gagasıyla bir ağacın gövdesini döverek ve büyüyen ormanı, yeryüzünde o canım yeşilin ilerlemesini memnun memnun izledi." (s. 30)
Ya söylemeden edemeyeceğim; tipik Şipal çevirisi. Son alıntının son cümlesine bakın; devriklik takıntısı, bitmeyen cümleler ve bu alıntıda olmasa da ta-daa: Devcileyin! Devcileyin bir big boss, bir bölüm sonu canavarı. Her okuduğunuzda aklınız metinden uzaklaşacak, Şipal adını iliklerinizde hissedeceksiniz. Öff.
Kuş: "Ne bir çakır kuşu, ne bir tavuk denebilirdi; ne baştankara, ne ağaçkakan, ne ispinozdu. Montagsdorf kuşuydu, o kadar. Başka hiçbir yerde benzeri de yoktu, bir kezliğine bir kuştu işte." (s. 31)
Naifliği, güzelliği kes. O kadar laf ettik ama genele bakınca Şipal güzel bir çevirmen amcamız.
Bu yarı efsanevi kuşumuzun vasıtasıyla acayip politikalarla ve değişen toplumla karşılaşıyoruz. Güzel.
Hasır Sepetin Masalı: Hesse'nın hayatından bir bölüm. Genç, tanınmamış bir heveslinin resim yapma çabası. Ünlü bir ressamın hayatını okuyor, bir sandalyenin resmini yapmaya çalışıyor. Sandalyeyle tartışıyorlar, adam yazar olma hayalleri kuruyor bu sefer. Sandalyeyse adama resimle ilgili bazı derin bilgileri veremediği için üzülüyor. Yanlış başlamış bir ilişki. Bu kadar.
Özyaşam Öyküsü: Heh, Hesse'nin çocukluğundan giriyoruz.
"(...) Yaradılıştan uysal, kuzu gibi istenilen yöne yöneltilecek biri olan ben, her türlü buyruğa karşı hele çocukluk yıllarında baş kaldırdım. 'Mecbursun' sözünü işitmeye göreyim, çileden çıkıyor, yapmam istenilen şeyi yapmamakta diretiyordum. Bu özelliğimin de okul yaşamımı hayli olumsuz yönde etkilediğini bilmem söylememe gerek var mı. Gerçi dünya tarihi denen o eğlenceli derste öğretmenlerimizin söylediklerine bakılırsa, her zaman dünyayı, geçmişten aktarılagelen yasalarla bağlarını koparıp kendi içlerindeki yasalara uygun davranan insanlar yönetip değiştirmişti ve bu insanların önünde saygıyla eğilmek gerekiyordu. Ancak, derste anlatılan öbür şeyler gibi bu da yalandan başka bir şey değildi; çünkü biz çocukların arasından biri çıkıp da ister iyi, ister kötü niyetle gözünü karartarak verilen bir buyruğa ya da sadece aptalca bir alışkanlığa yahut moda bir davranışa karşı başkaldırayım dese, ne kimse saygıyla önünde eğiliyor, ne de böyle biri başkalarına örnek diye gösteriliyordu; cezalandırılıp alay konusu yapılıyor yalnızca ve öğretmenlerin ödleklik taşan o üstün güçlerinin altında ezilip çiğneniyordu." (s. 54-55)
Şu alıntıda Vasconcelos'u da, Ambjörnsen'ı da, Pink Floyd'u da bulursunuz, akla gelmeyen daha çoklarını da. Devamında bunlardan kurtulmanın, en azından katlanabilmenin yolunu söylüyor Hesse.
"Allahtan ki yaşam için değerine paha biçilmez bu önemli dersi henüz okula başlamadan öğrenmiştim. Uyanık, keskin ve ince duygularla donatılmıştım; bu duyulara bel bağlayabiliyor, onlar sayesinde haz dolu pek çok saat yaşayabiliyordum; sonradan her ne kadar metafizik ayartılara bir daha yakamı kurtaramayacak gibi kendimi kaptırmış, hatta duyularımı bazen perhize çekmiş, gereken ilgiyi kendilerinden esirgemişsem de, özellikle görme ve işitme bakımından ince bir duyarlık hep sadakatle eşlik etti bana, soyut bir görünüm taşıdığı zamanlar bile düşünce dünyam üzerinde etkin rol oynadı." (s. 55)
Eh, hayatı katlanılır kılan bu farkındalık olmasa mutlu insanlardan başka bir şey görmezdik. Düşünebilmek mutsuzluğu da beraberinde getiriyor ama bence değer. Sıkıntı şurada; çocuk sayılabilecek bir yaşta düşünmeye başlayan bir çocuk için hayatın kafesten farksız olması.
Hesse, dedesinin kütüphanesine gömülüyor, Latince ve Yunanca öğreniyor. Şiir yazıyor, hikâye yazıyor ve kitaplarla daha yakın bir ilişki kurmak için kitapçıda, sahafta çalışıyor. Hikâyelerinin tutulmasıyla birlikte Avrupa'yı, Hindistan'ı geziyor. I. Dünya Savaşı çıkana kadar. Savaşın bütün vahşetiyle yüz yüze geliyor. Hassas bir genç ve savaş. Hesse acılarla büyümüş bir adam ama acılarla yaşamış biri değil, gördüğü bütün faciaları taraf tutmadan inceleyebilecek kadar kendine hakim. Tabii duygusuz olduğu anlamına gelmiyor bu.
"1915 yılıydı, bir gün dayanamayarak kaleme aldığım bir yazıda korkunç bir felaketin yaşanmakta olduğu görüşünü dile getirdim, aydın geçinen kişilerin kin ve nefretin sözcülüğünü yapmalarından, yalanlar atıp büyük felakete övgüler döşenmelerinden duyduğum üzüntüyü belirten bir iki laf ettim. Hayli ihtiyatla açığa vurduğum bu yakınmam da, kendi ülkemin basınında adımın bir vatan hainine çıkmasına yol açtı. Benim için doğrusu yeni bir yaşantıydı bu; çünkü basınla o zamana kadar pek çok ilişkim olmuş, ama çoğunluk tarafından dışlanıp yüzüme tükürülen bir kimse durumuna asla düşmemiştim." (s. 61)
Hesse, dünyanın nasıl o hâle geldiğini düşünürken suçu önce kendinde, sonra bütün insanlarda buluyor. Yine de içinde bir umut yok değil. Fikirlerinden ötürü çıkarılan tantana da onca dostunun selamı sabahı kesmiş olmasına rağmen.
Bunların arasında dinin yeri de şu: "(...) 1919 baharında İsviçre'nin ücra bir köşesine çekilip münzevi bir hayat sürmeye başladım. Öteden beri (anne ve babamla dedelerimden devraldığım bir mirastı bu da) Hint ve Çin bilgeliğiyle haşır neşir oluşum ve yeni yaşantılarımı Doğu'nun simge diliyle açığa vuruşum, bana sık sık 'budist' isminin yakıştırılmasına neden oldu, bense buna gülüp geçtim, çünkü benim doğrusu Budizm kadar kendime uzak gördüğüm bir başka din yoktu. Ama yine de doğru bir yanı vardı beni böyle nitelemelerinin, bir nebze de olsa gerçeği içeriyordu, ama bunu ancak biraz ilerde anladım. Mümkün olsa da bir insan özgür olarak kendine bir din seçebilseydi, ruhumun en derin köşesinde saklı yatan özleme uyarak diyelim ki Konfüçyüs, Brahmanizm ya da Katoliklik gibi tutucu bir din seçerdim. Ne var ki, buna karşı kutba duyduğum özlemden yapar, söz konusu dinlere doğuştan yakınlık hissettiğim için böyle bir şeye kalkışmazdım; çünkü sadece bir rastlantı sonucu dindar Protestan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmekle kalmayıp mizaç ve yaradılış bakımından da bir Protestanım, şimdilerde var olan Protestan mezheplerine karşı beslediğim şiddetli antipati hiç de benim Protestanlığımla çelişki oluşturmuyor. Karşı kutba duyduğum özlemin nedeni de şu: Gerçek anlamda bir Protestan hem kendi kilisesinin, hem de başka kiliselerin karşısındadır her zaman, çünkü yaradılış onun olmuşa değil, olmakta olanın yanında yer almaya zorlar. Bu bakımdan Buda'nın da bir Protestan sayılacağı söylenebilir kuşkusuz." (s. 67)
İnançları konusunda bir kaya gibi sert, düşünceleri dağ gibi sağlam, böyle bir adama inanç değil, düşünce sistemi lazım. Katoliklik veya Budizm, ne olursa olsun, kendisi için bu yüzden ilgi çekici. Son cümleleri de bunu gösteriyor.
Metnin sonraki bölümü de ilginç; yaşadığı ana kadar yazan Hesse, geleceği kurgulayarak yaşanması mümkün olayları inceliyor. Tabii hapsedildiği odanın duvarına çizdiği resmin içine girerek kaybolmak bunlardan biri değil.
Kardeş Antonio'nun Ölümü: Bir rahibin ölümü ve yitip giden hayata son bir güzelleme. Tanrıyla uzlaşma demeyelim de, kaçınılmaz sonu kabullenme de var. Mistik biraz.
Büyücünün Çocukluğu: Kitabın ağır toplarından. Hesse'nin büyülü çocukluğu. Büyülü Gerçekçilik, çocukluktan doğmuş olabilir. Neyse, Sihirli bir dünyada yaşayan küçük bir çocuğun büyüdükçe hayali arkadaşlarını kaybetmesi, dünyanın değişmesi. Böyle şeyler. Hesse, bir zamanlar olduğu çocuğun bakış açısıyla yazıyor, yaşlı adamın sesini satırlarda duymak zor, son cümlelere kadar.
Ermiş Franz von Assisi'nin Çocukluğundan: Bir çocuğun kötülük ve iyilikle tanışması, şövalyelik hayalleri ve azize bir anne. Ne tatlı yav.
Chagrin D'Amour: Başarısız bir şövalye, başarılı bir ozan. Kralın kızıyla evlenmek isteyenler için düzenlenen bir yarışmada iki defa yenilen Marcel namlı kardeşimiz pes eder ve yarışmanın sonunda verilen ziyafette kraliçenin karşısına geçip çok hisli bir aşk şarkısı, ayrılık şarkısı söyler, sonra uzak diyarlara gider.
Ne prensesin, ne evlendiği adamın adı kalır geriye, bir tek Marcel'in şarkısı hatırlanır yüzyıllar sonra bile.
Orman Adamı: İşte bir kahramanın sonsuz yolculuğu daha. Çağlar önce ormanda yaşayan genç Kubu, kabilenin yaşlısı tarafından şutlanır ve lanetli olduğuna inanılan orman sınırına doğru gider. Söylenenlere göre ormanın dışına çıkanlar kör olmuştur, acılar içinde ölmüştür, kıça tekmeyi pat pat yemiştir, gözlerine parmak sokulmuştur. Yalnızlığın acısı, aydınlanma, şu bu derken Kubu kardeşimiz çıkar bakar ki bir şey yok, bir de yepyeni bir dünya var önünde. Helal lan Kubu.
İçte ve Dışta: Mistikli. Bilime çok deli inanan, safsatalardan uzak duran robot gibi bir kardeşimiz var. Bir de bunun mistikli bir dostu var. Kardeş, dostuna sezgi mezgi din min ne ayak çekiyor, dost da buna bir heykel veriyor, "Zamanı gelince gel, konuşalım," diye havalı bir çıkışla ortadan kayboluyor.
Bizim kardeş heykelle geçirdiği günlerden sonra, tabii nefret dolu günler bunlar, heykelin kaybolduğunu görüyor. Temizlikçi kırmış meğerse. Sonra heykelin düşüncesinden kurtulamadığını görüyor ve kafayı yiyor yavaş yavaş. Dostuna gidiyor, dost da, "İşte şimdi için dışın oldu, dışın için oldu," falan diyor. Böyle bir şeyler.
Çok Kitaplı Adam: Özdeşleştirme falan yapmadım, hayatımı gayet dolu dolu yaşıyorum ama bu hikâye benim için çok özel bir durumda. İlk beşe aldım.
Hayatını kitaplara adamış bir adam var, yaşlı. Okumuş da okumuş, öyle böyle değil. Bir gün bir de bakmış ki hayatlardaki olayların, insanların, kentlerin alayı dışarıda, pencerenin önünde uzanıyor ama göremiyor bizimki. En sonunda gerçeği fark ediyor, atıyor kendini dışarı. Sabahlara kadar dolanıyor, sonra yorgun düşüyor ve yere çöküyor. Bir kız geliyor adamın yanına, onu kendi evine götürüyor. Adam, "Bırakma beni, bir tek seni biliyorum," diyor. Kız da adam gibi aslında, daha yolun başında olması dışında. "Bırakmayacağım seni," diyor. Ne kadar güzel ya.
Üç beş tane hikâyeyi atladım, onlar da çok güzel. Ya bir şey diyeyim, gidip birinci elini alın bunun. Emin olun pişman olmayacaksınız, değecek.
O kadar şarkı konuştuk, bir Kansas demedik. Gitarcı dayı yine benim. Şu an gün belli değil ama her hafta bir gün çalıyoruz Dorock'ta, beklerim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder