Bitireli aşağı yukarı dört hafta olduğu için leş gibi anlatacağım, çoğu ayrıntıyı unuttum çünkü.
Kabaca şu: Tecavüz kurbanı, akıl hastalığından mustarip kardeşini ara ara ziyaret eden hanımımız, tecavüzcü bayı bulup psikolojik işkenceye başlıyor. Adam gayet saygın, tanınmış biri ve aile kurmuş. Geçmişte hiçbir şey olmamış gibi. Bu sebeple hanım telefon sapıklığı yapıyor, adamın eşiyle arkadaş oluyor falan. Onlarla yemek yiyor, geziyor, bu sırada adamın hayatını mahvetmeye başlıyor yavaştan. Sanki hiçbir şey yapmıyormuş gibi. Hissizleşme değil, yenen soğuk bir yemek gibi düşünün. Aynen böyle.
Bununla bitmiyor, Ambjörnsen'ın Norveç'i ana karakterlerden biri, üstüne Leo var. Otostopla Rebekka'nın, yani hanımın arabasına binen Leo, gayet "gore" işlerle ilgilenen bir sanatçı. Kendi çapında ünlü. Gore derken işte kanlı bağırsak, dalak, ciğer, organlar falan, parçalanmış şeylerden bahsediyorum. Leo'nun da kendine özgü bir intikam hikâyesi var; çocukluğunda ölümüne korktuğu Cato adlı köpek. Bu köpeği besliyor, onunla dost oluyor ve gırtlağını kesiyor. Bizi korkutan şeyle dost olmayız, tekrar düşman olma ihtimalini göze alamayız çünkü.
Neyse, iyi arkadaş, iyi sevgili, iyi dost, ne oldukları önemli değil. Leo, Rebekka sapıklık yaparken ona yardımcı oluyor. Mesela Rebekka sapık adamla ve eşiyle yemek yerken Leo telefonla arayıp kapatıyor ki sapığın Rebekka olmadığını düşünsünler. Böyle şeyler. İkisi de bildikleri işi yapıyor. Hepsi bu.
Bir serüven değil bu sadece, Rebekka'nın ruhsal hedeleri biraz da Norveç'in yardımıyla şahane inceleniyor. Bildiğimiz Ambjörnsen üslubunda. En sevmediğim şeyi yapıp bitiriyorum, tonlarca alıntı.
"Tepeden kente inen yolda yürürken çürüme ve yok olma süreci üzerine düşünceler geçti aklından. Bu süreç hayatın ilk anında, yani döllenmeyle başlıyor, insan daha ilk saniyelerden itibaren tüm çıkış noktalarının ölüm tarafından tutulmuş olduğu bir gerçekliğe adım atıyordu. Yol üzerinde sağlı sollu sıralanan ahşap villalarda oturmuş bir şeylerle meşgul olan her yaştan insan, yavaş yavaş ölmekteydi. İnsan ne yapsa, ne söylese boş! Yol üzerine sağlı sollu sıralanan ahşap villalarda onlardan önce de birileri oturmuştu. Artık ya toprak olmuş, ya da deniz suyuna karışmışlardı. Ne derin düşünceleri, ne geri zekâlılıkları, ne boş muhabbetleri, ne de kallavi tutkuları engelleyebilmişti o sıfır noktasına nihai yolculuğu." (s. 36)
Felaketlerde düşünüyor insan bunları daha çok, sebebi de sanırım acımızı paylaşabileceğimiz insanların aynı acıları çeken insanlar olduğunu düşünmekte yatıyor. Bunları kısa bir sürede bulamayacağımıza göre en yakınımız ölüler, onları düşünüyoruz. Sadece felaket olarak da düşünmeyelim, herhangi bir duyguyu büyük bir yoğunlukla yaşarken. Cihangir'den karşıya bakarken, Moda'dan Kınalı'ya bakarken. "Kaç kişi benim şu an hissettiğimi hissetti, tam burada?" Kariler, yürüdüğümüz yollarda yürüyen binlerce insan öldü, onların ruhlarının ağırlığını bir Kadıköy'de, bir Beyoğlu'nda hissetmiyor musunuz? Belki yaşadığımız dairede değil ama apartmanımızın arazisinde eskiden bir ev, köşk vs. vardı, buralarda kaç insan yaşadı, kaç insan öldü? Belki göremiyoruz ama hayaletlerle çevriliyiz ve bunların arasında ister intikam alalım, ister mutlu olalım, gideceğimiz yer onların yanı. Evet. Gitmek de değil aslında, hâlâ aynı sokaklarda yürüyor olacağız ve birileri bizim de kendileriyle aynı şeyi düşünmüş, hissetmiş olma ihtimalini düşünüp huzursuz olacak, ürperecek.
"Ya cennete gidemezsek Rebekka?
Ya bir hayatın tamamını yaşamak zorunda kalırsak bu dünyada Stina?" (s. 37)
Stina tecavüze uğrayan kardeş tabii.
Çok malzeme var çok. Heba etmek istemezdim ama tembellik kötü bir şey, yazmanız gereken şeyi zamanında yazın. Sevgileri, görüşesi.
öncelikle merhaba :)
YanıtlaSilingvar ambjornsen benim geç keşfettiğim keşfettikten sonra bırakamadığım bir yazar.
açıkçası leş gibi inceleme buysa blogunuzun geneline göz attığımda güzel bir içerikle karşılaşacağımdan eminim.
kitaba gelirsek güzel ancak ben oyumu beyaz zencilerden yana kullanmak isterim.
nice güzel paylaşımlarda buluşmak dileğiyle.
sevgiler.