Toplumcu gerçekçiliğin bir yanı büyük şehrin tutunmaya çalışan insanlarını anlatırken bir yanı da taşrayı anlatır. İkincisi, birincisinin köküdür aslında. Köylerinden çıkıp mevsimlik işçi olarak çalışmak üzere göç eden insanlar, bir süre sonra işsizlikten ve hastalıklardan kırılacak, ardından şanslarını büyük şehirlerde deneyeceklerdir. Orhan Kemal'in Gurbet Kuşları romanı bunun böyle lök diye oturan en somut örneğidir. "Suvazun köylüğünden" gelen kahramanımız, Anadolu'dan gelen diğer "kardeşleriyle" mücadele etmek zorunda kalır, yengilerinin ölçüsünde gecekondu olaylarına girer ve İstanbul'un pek dile getirilmeyen zorlu yanının sayfalardan çıkıp ete kemiğe bürünmüş binlerce şahidinden biri olur. Burada mücadele edilen yerini tutmuş, ekmeğini sağlama almış insandır, kendi insanı. Bir adım öncesinde yine böyle insanlar var, fakat bu insanların büyük şehirlerdekinden farkı teknolojiyi kullanıp cebini dolduracak ölçüde ekonomik refaha kavuşmuş olması. Bu açıdan baktığımızda daha ciddi, daha büyük bir problem var. Büyük şehir bir fırsat kapısı, ucundan tutabilen için yaşanabilir bir cennet adeta. Anadolu'da ise tek bir fırsat var, işçilik. İşte bu işçiliğin artık makinelerce yapıldığını düşünelim. Traktörler, biçerdöverler, bilmem ne. Marshall Planı'nı ele almayacağım; neye yarayıp yaramadığı, karşılığında ne ödünlerin verildiği bu yazının konusu değil. Daha doğrusu sadece bir yönü konuyla alakalı; tarım işçilerinin kapitalizme geçiş aşamasında yaşadıkları. Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Yaşar Kemal, Orhan Kemal bu insanları anlattı, bu insanların içinden çıkarak. Şunu paylaşıyorum ve bu bahsi kapayıp romana geçiyorum:
http://www.youtube.com/watch?v=aiAWmexF8ZA
Yaşar Kemal'in yazdığı ilk romanmış Hüyükteki Nar Ağacı. 1951'de yazılmış, Yaşar Kemal'in vefat eden annesinin sandığında bulunmuş. Yaşar Kemal, hemen hemen hiçbir değişiklik yapmadan 1982'de okuyucuya sunduğu bu kitabı tekrar yazsa aynı şekilde yazmayacağını, fakat o yalınlığa, tazeliğe de ulaşamayacağını söyler, doğa-insan ilişkilerini en iyi anlamda verdiği yapıtlarından biri olduğunu da ekler. Mühim kitap yani, ona göre.
Bereketli Topraklar Üzerinde'yle paralel olarak okumak lazım aslında. İki romanda da köyden çıkıp iş arayan, ezilen insanlar var. Birinde fabrikalar var, birinde tarlalar. Ezenler aynı, değişen bir şey yok. Neyse. Memet, Hösük ve Aşık Ali, Çukurova'ya gitmeye niyetlenirler, çünkü toprak cansızdır ve onca insanı besleyemeyecektir. Tohumlar çürümüştür, yapılacak başka bir şey yoktur. Yola çıkarlarken Yusuf gelir. Yusuf, önceden Çukurova'ya gitmiş, sıtmayı kapıp dönmüş biri olarak bu üçünü uyarır, gitmemelerini söyler. Giderler, çoban Memet çocuk da peşlerine takılır. Bir zaman sonra Yusuf da onlarla birlikte gelmeye karar verir. Öylesine bir açlık tehlikesi var işte.
Memet'in bir ablası vardır, hanım ağa. Yanına giderler, hanım bunları sallamaz. Traktörler, makineler gelmiştir ve işçilerin hemen hepsi kovulmuştur. Memet'i tanıyan bir çocuk anlatır bunları, çocuk şoför yapılmak üzere çiftlikte bırakılmıştır. İşçilikten şoförlüğe. Geleceğin mesleği.
Yolda kendileri gibi iş arayan köylülere rastlarlar, selamlaşırlar ve geçip giderler. Herkes dönüp dolanıp iş arıyor, sonra tekrar tekrar karşılaşıyor. Durum bu. Bir iki yerde iş tutmuş insanlara yardım ederler, su ve ayran içerler.
Bir ağayla karşılaşırlar, ağa bunlara tepeden bakar ve açlıktan kemiklerinin çıktığını söyler. Aşık Ali'yi aşağılar, aşıkların karın tokluğuna çalgıcılık yaptığını falan söyler.Aşık Ali'nin Dadaloğlu'nun soyundan geldiğini duyunca öyle de dalga geçer. Adamdan temiz bir sopa yemeden kurtulurlar. He, bir de adam bunlara iyi ki traktörlerin falan geldiğini, yoksa bu ağzı kokuşanlarla bir iş becerilemediğini söyler. Böyle ayı bir adam. Ağa işte.
Dönmeye karar verirler, dönüş yolunda Memet her gördüğü köye iş çıkar umuduyla gitmeleri gerektiğini söyler ama her seferinde elleri boş dönerler. Bol ağaçlı bir köy görürler, Hösük iyice fenalaşmış olan Yusuf'u taşırken Memet'e gider yapar. Çünkü her seferinde hayal kırıklığıyla ayrılırlar köylerden. Memet ısrar eder, giderler köye. Bu köy cennet gibi bir yer aslında, Çukurova'da gizli bir cennet köşesi. Gerçi yine iş yoktur ama köy ahalisi bunlara yemekler çıkarırlar, sıtma için Yusuf'a ilaç verirler. İhtiyar bir kadın, yaşlı bir nar ağacından bahseder. Ağacın altında bir gece geçirenler iyileşir, dilekleri yerine gelirmiş. Bu ikinciyi sallamış olabilirim dsfd, böyle bir şeydi. Sıtmaya tutulan köy ahalisi de zamanında bu ağaca gitmişmiş, iyileşmiş olarak dönmüşler. Bu bilgiyi veren ihtiyarın adı da Cennet. Sembole gel. Şu da var:
"Pembe hatminin üstünde çok kocaman bir mavi kelebek, öyle dondurulmuşçasına duruyordu.
Memet boynunu kıvırarak, ulan, diye düşündü, şu Allahın yangınında, şu bir damla suyun olmadığı yerde, şu kelebeğin işi ne..." (s. 45)
Böyle değil mi oğlum bu işler zaten. Savaş alanında bir tanecik çiçek vardır mesela. Hemen pes etmeyin gebeşler, her şey daha güzel olacak ve güzel olurken de siz ayvayı hamuduyla yiyeceksiniz anlamına geliyor bu. Saksıya fesleğen gibi oturturum anlamı da çıkar.
Yüzük Kardeşliği yolculuğa çıkar, amaç bu nar ağacını bulmaktır. Yolda Memet çocuk bir acayipleşir, aldırmazlar. Bir bostana gelirler, bostancı bunları pek sever ve ikramda şey etmez. Yani deli ikram yapar. Kavunlar, karpuzlar, bilmem neler. Ağacı buna sorarlar, bu da bilmediğini, fakat Lokman Hekim gibi bitkilerin dilinden anlayan bir adam olan Hasan Ağa'nın garanti bildiğini söyler. Hasan Ağa'yı beklerler, tarlalardan birinde açan çok nadide bir çiçeği almak için geleceğini söyler bostancı. Ağa gelir, hoşbeşten sonra öyle bir ağacın olmadığını söyler. Bizimkiler ısrar eder, öylesine inanmışlar çünkü. Adam yok der. Bizimkiler var der. Adam yok der ve kafasına odunu yer. Dsfd, yok lan, kandırdım. Bizimkiler eyvallahı çekip ağacı aramayı sürdürürler. Bostancıyla ağanın şu konuşması:
"'Kim bilir,' dedi. 'Belki de bulurlar. İnsanoğlu bu, çok keramet var insanda.'
'Çok keramet,' dedi bostancı." (s. 81)
Ağacı buluyorlar en sonunda, fakat kurumuş. Bir kökü kalmış. Yine de umutla uyuyorlar. Rüzgar sert estiği için sivrisinek tutmuyor orası. En büyük sıkıntı sivrisinekler, uyunmuyor bir türlü. Neyse, sabah uyanıyorlar. Memet çocuk yok, kaçmış. Giderken de Hösük'ün baba yadigarı hançerini yürütmüş.
Köye dönüş başladıkları gibi oluyor, umutla. Umut etmekten başka güç veren bir şey yok orada.
Böyle. Yaşar Kemal'in yeni bir dil, bir mitos yarattığından bahsediliyor bu kitap konusunda. Eserlerinin geneline yayarsak belki, fakat ben o coğrafyanın olaylarının olduğu gibi verilmesinden başka bir gaye düşünülmediğini sanıyorum. Dilin yalınlığı, bölge insanının kelimelerinin kullanılması oradaki hayatın, acıların yalınlığıyla bir. Yaşar Kemal'in bahsettiği sadelik bu işte; insanların teknoloji karşısındaki çırpınışlarını yalınlıktan başka ne verebilir? Bunun mitosla, dille bir alakası olduğunu sanmıyorum. Bu tamamen gerçeklerin olduğu gibi aktarılmasının sebebi. Sonucu da.
Bir de Anadolu'nun mucizeler diyarı olması. Hz. Ali'nin kondurduğu söylenen nar ağacı, cennet gibi köy, melek gibi insanlar... Belki de çirkinlikler içinde parıldayan bir iki nokta oldukları için mucize gibi geliyor insana.
Böyle. Dinleyin ulan develer, okuyun.
ana fikri ne
YanıtlaSilLiseli kardeşler için özet geçeyim: Ana fikir Anadolu insanının yaşam mücadelesi. Açlıkla, toprak ağalarıyla, insanlarla.
YanıtlaSilOlay örgüsü ne dir
YanıtlaSilHatırlamıyorum ya, kitap da İstanbul'da kaldı. Performans ödevi falan için mi lazım? Haftaya kadar süreniz varsa gidince alırım kitabı, yazarım.
YanıtlaSilPERFORMANS ÖDEVİM VAR YARDIM EDEBİLİR Mİ BİRİ ?
YanıtlaSilEline Sağlık çok güzel olmuş ancak ben biraz geç kalmışım sanırım en yakın yorum 2014 yılında.
YanıtlaSil