18 Aralık 2017 Pazartesi

Barış Bıçakçı - Baharda Yine Geliriz

Bıçakçı'nın anlardan çekip çıkardığı taneleri bir inci gibi imliyorum. Değil, kıvılcım gibi. Her an belirip kaybolabilirler, bakılmazlarsa görülürler, görmek için incelikli olmak gerekir, gerekmezse lanettir, bir insan bütün bunların farkında olarak nasıl yaşar? İyi ki kurmaca, gerçeğe çok yakın olmasına rağmen gerçekten gerçek olsa yük dünyaya yaklaşır. Ağırlığı. Korkunç bir sızı. Ankara'nın yürünecek sokakları aradan kendini gösteriyor ki Ankara'yı hemen hiç bilmem, önceden de söyledim, acemiliği Ankara'da yaptım ve Ankara'yla ilişkim orada kaldı, kalsın, daha fazlasını istemem ama o birkaç gün için görebildiğim caddeler ve sokaklar ve şehrin geri kalanını düşününce Ankara taşınması gereken bir yükmüş gibi hissediliyor. Bilmem.

Öyküler on Şehir Rehberi'yle bağlanmıştır, bu rehberler mekanları derinleştirir, açar, karakterlerin adım attıkları zemini aydınlatır, nasıl yaşadıklarını ve nasıl düşündüklerini de. Mesela şehirde görüp görülebilecek en güzel şeyin terk edilmiş bir fabrikanın kara yıkıntısı olduğu söylenir rehberlerden birinde. Katılırım. İnsana özgülüğü hatırlatırmış, bizim burada inşaatı yarım kalmış ve yıkılmasına beş kalan AVM için korkulacak bir yer olduğu söyleniyor. Facebook'ta mahallemin -Altıntepe- sayfası var, konuşmalar dönüyor, ben de mahallenin öcülü, ecinnili mekan ihtiyacını karşıladığı için bu metruk yapıyı sevdiğimi açıkladım. Yani tama ihtiyaç duyduğumuz kadar yıkılı da lazım sanırım. Yarım ya da. Belki de saatlerin geriye akmasını isteyen, bütün ecinnileri ortadan kaldıracak bir akışın özlemini duyan insanlara ihtiyaç. En derin mutluluğun özlemini duyuyorum, en derin acıya duyduğum özlem kadar.

Rehberlerden devam ediyorum, bunlar kısa parçalar. Tren yolları ve dolu otobüslerden biri kavuşmaları ve yeşillikleri çağrıştırır, diğeri sayılı nefesleri ve sayısız hüzünleri. Sanırım işin içine çürümüş bitkilerin, hayvanların geride kalan dumanı karışıyor, şehri karartıyor. Kapkara bir şehir görmek ister misiniz? Zonguldak'a gidin. Zonguldak'a dair birkaç öykü yazıyorum ve masadan kalktığımda tişörtümün yakasını kararmış halde buluyorum. Ankaralılar yakalarını nasıl buluyorlar? Yoksul. Leylek yuvalı, kadim bir sütunun üstünde. İnsanın sert yapıları arasında bir tüy, salınır halde görülebilir. Bıçakçı bu tüyü yakaladı sanki, bir zaman, belki her an.

Bir diğer rehberde açılışlar ve şaraplar. Ressam birkaç arkadaşım var, bir zaman Emre'yle peşlerine takılıp açılışlara katıldık, eserleri beşer dakika inceleyerek ikişer kadeh aldık, altmış dakikada bayağı bir şarap eder ama ucuz şarap, de ki Cumartesi. Beyoğlu'nun aşırı sanatlı ortamında bir önemi yok, malzemelere harcanan onca para şaraba mı dökülecekti? Bir damlasını dahi dökmedim, Emre'nin duvarlara bakışını ve yürüyüşünü aklıma kazıdım. Dünyada hiçbir şey yapmamak denen bir şey varsa Emre'nin o halini görmelisiniz. Bitiremiyorum, bir başka rehberde bayramlarda ortaya çıkan yoksullar. Yedi metrolu kentimde dağlardan deniz kıyısına akınları bir görmelisiniz, çocuklar gibi şenler ve yaşlılar, "Bunlar da doldurdular buraları canım, ne diye geliyorlarsa artık!" diye söyleniyorlar. Bakınız, bir tarafta gettoların kötü çocukları ve diğer tarafta kentin asıl sahipleri olduklarını düşünenler. Aralarındaki mesafe üç saatten yarım saate indi, bu bir kıyamettir bazıları için. İnsanlardan birkaçı mutluluk vazifesi görürler, aynı sınıftan olanlar için, bazıları huzursuzluk vazifesi görürler, muhtelif vazifelere sahip, nesne tabiatına bürünmüş zatlar bulunmaktadır. Bıçakçı birini saat olarak kullanmış. Çöpçüler Kralı'ndaki yere tüküren adamı hatırlayın. Yok mu böyleleri? Ütü vazifesi göreni, pencere işlevinde var olanı, neleri var insanların yahu, bu insanlar nasıl da başlı başına kocaman bir dünya oluyorlar, akıl alır gibi değil. Bazen o sonsuzluğu hissediyorum da ağlayasım geliyor, gözlerim doluyor, kaldırım taşlarına sıkışmış ağaçlardan veya kilim desenli apartmanlardan bir anlam kopartmaya çalışıyorum. Ne olur, bir parçacık. Öleceğim, ölüyorum, biraz anlam verir miydiniz, hay hay, hemen getiriyorum ama beklediğiniz, umduğunuz şey çıkmayacak, neyi umarsanız onu bulamayacaksınız, beni bir yaşamı bölüşecek, paylaşacak biri olarak gördünüz mesela ama bunu size sunmayacağım, sunamam, bunu ben de istedim ve sizi buldum, artık siz değilsiniz aradığım.

Öleceğim, ölüyorum, biraz anlam verir miydiniz?

Yaz Gecesi Gökyüzü: İçilmiş, arkadaş, caddede yürüyüş. Otostop, bir kamyonun kasası, kasadaki baba ve oğluyla baş selamlaşması, çocuğun kağıttan dürbünü merakla Ay'a doğrultması, içlerinden birinin söylediği şey, taşların yerine oturması. Umulmadık şeylerin zaten olana mükemmel uyumu.

Öğleyin Gelenler: Kız, mezun, annesiyle yaşıyor ve başvurduğu bankalardan gelecek telefonları bekliyor, bir de bahçede öğlenleri ortaya çıkan kadınla adamın konuşmalarını. En heyecanlı yerinde daha iyi dinleyebilmek için koştururken telefon çalıyor ve olduğu yerde kalıyor kız. Çay demleyip yanlarına inmek, sohbet etmek istediği insanlara mı, telefona mı?

İncelikli öyküler soluğumu kesti, bu kadar. Şeffafsanız, görebilirseniz şehrin içinizden geçip gittiğine şahit olacaksınız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder