Bir başyapıtla karşı karşıyayız. Kutsal kitap. Bilimkurgunun (TDK, yürü git) yüz akı. Canısı.
Arkadaşlar, kimin dediğini hatırlamıyorum, ünlü bir yazar demiş ki klasikleri her on yılda bir okumalıyız falan. Demiş. Bence çok güzel demiş. Ben üç dört gün önce tekrar okudum. Çünkü her okuyuşta biz aynı biz değiliz. Aynı duşta iki defa yıkanılmaz, bir duş iki defa alınmaz. Çünkü manyak değiliz, fatura çok geliyor öyle yapınca. Evet.
Eskileri bilmiyorum, 2000'lerdeki film versiyonunda bildiğimiz gibi bir sürü zamana gitmeler, yok Ay'a gitmeler, yok Ay'ın çökmesi derken Morlockbaşı Jeremy Irons'un küsküyü yiyişine tanık oluyorduk. İşte kız uğruna zamanı geri almaya çalışmalar, bilmem ne. Kitapta öyle bir şey yok. Gayet tak tak tak. Bilim çerçevesinde şimdi, gelecek ve bazı gelecek yorumları. Bu kadar.
Bir toplantı var kitabın başında, anlatıcının Zaman Gezgini dediği biri önce üç boyutla, dört boyutla ilgili fikirlerini söylüyor. Dördüncü boyut olan zamanı beş yıl arayla çekilmiş fotoğraflarda görebileceğimizi belirtiyor. Üç boyutta seyahatin mümkün olduğundan, dördüncü boyutta seyahati de kendisinin mümkün kıldığından bahsediyor. Diğerleri karşı çıkıyor, olmaz öyle şeyler, efendime söyleyeyim, kafayı mı yedinler havalarda uçuşuyor. Sonra küçük bir model getiriyor Zaman Gezgini, masaya koyuyor. Zamanda bir yere yolluyor bunu. Geleceğe veya geçmişe gitmiş olma ihtimalinden bahsediyorlar zamanda yolculuk paradoksu açısından. Oradaki bir psikolog diyor ki yolculuk ışık hızına yakın olduğu için geleceğe veya geçmişe gitmişse onu görememiz doğal, çünkü çok hızlı falan. Ben bu açıklamayı anlamadım mesela. Yolculuk ışık hızında, o tamam. Nasıl ışık hızına ulaştığını sorgulamayalım, büyü bozulmasın. Kitap 1890'larda yazılıyor zaten, kuantum muantum bir şey yok o zamanlar. E yolculuk bitince hızı da kesilir? Neyse, zaten bilimden anladığım da TÜBİTAK'ın kitaplarını okumak. İki kilo hava da bence üç litre sudan daha ağırdır. O derece anlamıyorum yani, düşün.
Zaman Gezgini, yaptığı makineyi gösteriyor arkadaşlarına. Ardından bir sonraki hafta tekrar toplanıyorlar, Zaman Gezgini ortalıkta yok. Bir süre sonra geliyor, üstü başı perişan, yüzü müzü çökmüş, yorgun. "Bana bir şey sormayın, hikâyemi anlatacağım," diyor, anlatmaya başlıyor. Bu noktada kitabın olayına geliyoruz.
Zaman hızlanırken eğlence treninde gibi hissetmiş bizimki. Hizmetçisi fişuv diye odaya girip çıkmış. Hızlı gösterim gibi. Sonra tabii ev mev kalmıyor etrafta. Zaman aktıkça renkler değişiyor, dünya değişiyor. Korkunç bir görüntü aslında düşününce; güneşin doğuşuyla batışı, mevsimlerin hızlı değişimi. Bir de ışık hızındayken madde değil, enerji halindeyiz. Bu yüzden Zaman Gezgini de bulunduğu yerdeki şeylerin içinden buhar gibi geçtiğini söylüyor, lakin ki durmak üzere olduğunda, eğer bulunduğu yerde bir şey varsa onun içine molekül molekül hapsolmaktan korktuğunu da ekliyor. Göze alınması gereken bir riskmiş bu. Helal, korkusuz çatlak seni.
Sonra yavaşlamaya başlıyor, duruyor. Etraf çayır çimen. Birkaç beyaz sütun var, bir de kısa boylu insansılar var. Bunlar kafaca yavaş biraz, elma yanaklı canlılar. Yıl 802000 mi ne. Ağır ağır git değil mi, mö gibi asırlar atlamak ne oluyor.
İşte bu canlıları tanıyoruz. Kıyafetleri basit, meyve yiyorlar, çiçekleri çok seviyorlar, gülüyorlar sürekli. Zeka yaşları beş falan. Buradan sonrası Zaman Gezgini'nin kendi uygarlığıyla bu uygarlığın kıyaslaması. Herhangi bir mülkiyet kavramı yok adamlarda. Herhangi bir sıkıntı, bir dert yok. Aile kavramı yok olmuş. Bizimki, "Komünizm," diyor kendi kendine. Kendi dünyasının/bizim dünyamızın tarım, sağlık koşulları vs. açısından daha işin başında olduğunu, zamanla doğaya kısmen baş eğdirileceğinden ve insanoğlu için ideal bir denge noktası bulunacağından bahsediyor, ardından bu dengenin içinde bulunduğu dünyada kurulmuş olduğunu söylüyor. Etrafta ne bir sivrisinek var, ne bir hastalık var, hiçbir şey yok. Tam da bu yüzden bu insanlar mücadele edecek bir şey bulamadıkları için embesile dönmüşler çok affedersiniz. Öküze, dana kıçına dönmüşler. Çok pardon. Yani evrim bu yönde gerçekleşince vasıfsız canlılara dönüşmüşüz. Tam şöyle diyor Zaman Gezgini:
"Biyoloji bilimi bir yığın yanlışla dolu olmadıkça, insan zekâsı ve gücünün kaynağı nedir?"
Yaa. Öz bu. Dolayısıyla böyle bir dünyada cesaret, savaşma aşkı gibi şeyler de değersiz olacak, dışlanacakmış. Savaş tehlikesi yok, insanoğlunu sıkacak bir olay yok. Yayıl, yat. Oh ne âlâ dünya. Böyle soytarıya dönersin sonra. Sanat diye de bir sürü çiçek yetiştirir, çayırda çimende dans edersin.
Bu arada Zaman Makinesi cebellebe ediliyor. Bizim adam kafayı yiyor tabii, makine olmazsa dönemez. Ararken tararken bir gün bu Eloi kardeşlerin gece vakti dışarıda yatmadığını görüyor, bir şeyden korktuklarını anlıyor. Şans eseri karşılaşıyor korkunç varlıklarla: Morlocklar. Wells'in "Kapitalist ile Emekçi" arasındaki farkı irdelemesi, Morlock biraderlerin ortaya çıkmasıyla başlamış oluyor. Sistemin kabul etmediği bireylerin alternatif dünyalarını yaratması, yerin üstüyle altı arasındaki derin uçurumu ortaya koyuyor. Wells'e göre 1890'ların zamanın Londra'sında -ki 802000 yılında da Londra'nın bulunduğu yerde Zaman Gezgini- yaşanan alt-üst sınıf arasındaki uçurum, gelecekte "yerin üstünde zevkle, konforla, güzellikle yaşayan Sahip-olanlar ile yerin altında, sürekli bir biçimde işlerinin koşullarına uyum sağlamakta olan İşçiler, yani Sahip-olmayanlar" biçiminde iki farklı evrime yol açacaktı. Vay arkadaş.
Morlocklar etobur. Kızıl gözlü, beyaz yüzlü, lanet yaratıklar. İşçi sınıfının düşürüldüğü hallere bak, heh heh.
Neyse, Weena diye bir kız yazılıyor bizim Zaman Gezgini'ne. Sonra Morlocklar saldırıyor bunlara, neyse ki Zaman Gezgini'nin elinde metal boru gibi bir şey var. Bir müzenin kalıntılarına rastlıyor kendisi, oradan alıyor boruyu. Hacamat ediyor bu yaratıkları, sonradan Morlocklar'ın kaçırdığı Zaman Makinesi'ni buluyor, atlayıp gidiyor. Gitmeden önce Weena'nın cebe attığı iki çiçek kalıyor yanında.
Sonrası daha da gelecek. Güneş yakacak değiştirince büyümeye başlıyor, Venüs'ü, Merkür'ü falan yutuyor. Atmosfer cortluyor, mavilik sonsuz bir karanlığa dönüşüyor. Yıldızlar çok daha parlak. Dünya üzerinde garip yaşam formları beliriyor, dev böcekler gibi bir şey. Dünya çok soğuk. Iced Earth dinleme zamanıdır.
Sonrasında kendi zamanına dönüyor bizim gezgin, arkadaşlarına olanları anlatıyor ve cebindeki kurumuş iki çiçeği kanıt diye masaya koyuyor. Olay bu.
Bir günde biter, bence herkes okusun. İyi günler.
Blogunuz çok zengin. Uzun süredir yaptığınızı görüyorum. Ben geçen sene başladım. Bu da benim Zaman Makinesi yazım...
YanıtlaSilhttp://kitapokurum.blogspot.com.tr/2015/07/h-g-wells-zaman-makinesi.html
Su gibi akan yazınızı okuduktan sonra Zaman Makinesini okumaya yeltenir miyim, bilmiyorum. Rıfat Ilgaz'ın Don Kişot İstanbulda'sını okuduktan sonra Cervantes'in Mançalı Don Kişot'unu okumaya benzer herhalde. :)
YanıtlaSilElinize sağlık.