Ortadaki labirenti görüyorsunuz. Dedalus meşhur labirentini yaparken ne hissetmiştir acaba, kendi oyununu en iyi kendinin oynayabileceğini düşünmüş müdür? Bir müddet sonra kendini labirentin içinde bulsa çıkamayabilirdi gibi geliyor bana, anlar ve duygular dedik ya. Her seferinde başka yolları kullanarak da çıkabilir, bunu yazar da yapar. Yapmış mıdır?
Sır: "'Anlat' demesi kolay!" der anlatıcı. Başka kaynaklardan dolup başkalarını eksiltmektedir, anlatmaya çalıştığında hikâyeyi çarpıtmaktadır ve kendisi olmaktan çıkmaktadır. Michel Butor'nun anlatı incelemelerine bakınız ama öncesinde yarım yamalak iki kakalak bir öykü var elimizde, ona bakalım.
Anlatıcının yanında bir de dinleyici var, okur değil. Ara ara sözlerini işitebiliriz ama anlatıcıyı hiçbir zaman kesmez, anlatıcı bu herifin farkında olsa da görmezden gelir. Diyemem, diğer parçası onun için hikâyenin gerçekliğinin kanıtıdır. Okur sezer bunu. Sezmezse başka bir şey sezer. Dolmak veya doldurmak aziz dostlarım.
Kesintili anlatı filmlerden alınmış karelerle bezelidir. "Annem ve babam mesut günlerindeyken." Üstte bir fotoğraf, siyah beyaz. Yıkık bir dördüncü duvara asılan afişlerdir bunlar.
Küçük bir çocukmuş meğer anlatıcı da, ninesi ölmüş. Ağabeyi anarşik olduğu için götürülmüş, anneyle baba darmadağın.
"Ninemin ölürken yere düşürdüğü aynayı bulamadık.
Aynanın arkasına sürülen boyaya sır denildiğini çok sonra öğrenecektim." (s. 28)
Ayna nerede, tavanarasındaki sır ne? Tavanarası hiçbir zaman çözümlenmiyor. Anlatıcının bile çözemediği bir gizem. Çatlakları sıvıyor da içinden elinin geçebileceği gedikler için yapabileceği bir şey yok. Öbür taraf karadır, yazılmamış ve dahi düşünülmemiştir. Kendinin varlık sebebidir, kendini içerir ve önemsizdir. Anton Ssliharf'in olmayan harfidir, aynı soydan gelir. Uzamın ne hale geldiğini şuradan çıkarın:
"Zaman daha hızlanıyor; ama durdurulmuş, sabitlenmiş bir zaman diliminin içinde.
Mekânlar değişiyor durmaksızın; ama bir mekânın içinde sabitken, ancak.
Felaket, bu değil midir?" (s. 35)
Bir ev kaç görünmez kenti taşıyabilirse o kadar!
Anlatıcı ses verir, bir buçuk sayfalık boşluktur bu. Deprem ve diğer doğa olaylarıysa gerçekliğin sabitidir. Gerçekliğin yalvarışıdır, kendisine inanılmasını ister. Söylenenler gerçeğine uygundur ama inandırmak için kadar yeterlidir, onu okur söyleyecek. Belki de anlatıcı çoktan söylemiştir, labirentten çıkış yolunu bulabildiniz mi? Öykünün epigrafında bir şeyin pipo olup olmamasıyla ilgili ünlü sözden yola çıkın. Burada bir hikâye yoktur, bu onun yansımasıdır. Çünkü yazarın kafası karışık olabilir, öykünün bir bölümünde anlatıcının ağabeyi ve arkadaşı, anlaşılmayan bir kitap hakkında konuşurlar, belki de o kitap bu kitaptır. Çok katmanlı anlatı derler ya. Bir kitap, içerdiği eşini yadsıyabilir.
Eflatun Hata: Propp'un Masalın Biçimbilimi adlı kitabından yapılan bir alıntı, epigraftır. Masalın kökeninden önce ne olduğunu bilmek gerekir kısaca. Bakın, yine bir öyküyle karşı karşıya değiliz, onun içinde yer almak zorundayız, anlatıcının bizi içeri almamak için tüm çabalarına rağmen -okuduğumuzun bir öykü olduğu gerçeğini ısrarla söylemesine rağmen bunu inkâr edeceğim, benim için ilk kattaki defineyi bulmak önemli- anlatıcının dıştan içe doğru ilerlemesini takip edeceğiz. Nasıl? Bir öykünün kahramanı olduğunu bilmeyen adamın etrafına örülen dünyada rol alması, bizi de hikâyeyi takip etmek için doğru perspektifi tutturmaya zorlayacak. Sağ elinizi duvara koyun ve çıkışı bulana kadar yürüyün, labirentten çıkmanın en kolay yolu budur. Sabitinizi doğru seçmekle ilgili her şey. "Açıkçası, yeni basılmış bir kitabın içinde bilinmedik bir sona gidiyor gibiydim." (s. 134) Sen yine iyisin, biz ne edek?
Adam bir bara gider ve iki süper gücün arasında kalacağı bir dizi olaya bulaşır. Bir tarafta sanatçıları korumaya çalışan bir çete, diğer tarafta onları öldürmeye çalışan diğeri. Kovalamaca esnasında adam aslında en başından beri olayların içinde olduğunu öğrenir. Öyle olduğuna inandırılması da aynı şey değil midir? Kaçmacalardan sonra bir tiyatro sahnesinin önüne oturtulur ve dünyanın bütün dehşeti gözlerinin önünde canlandırılır. Ölümler, kazalar ve kendisi. Kendisini sahnede görür, yaşadıklarından sonra krize falan girer ve başka bir gerçeklikle uyanır gibi bir şeydi. Evet.
Sessiz Kuğuların Uykusu: Yaşlılık. Tanizaki'nin Çılgın İhtiyar'ıyla benzerlikler kurdum, ikisinde de yaşlı adamlar var. Şaka. Bu kadar değil tabii, şöyle ki yaşlılığın sonsuz umarsızlığında bir hayatın bütün dönemleri doğabilir; çocukluğa kadar geri giden bir sürecin noktalanması için her şeyin bir arada yaşanması gerekir, öyle değil mi? Yani yaşlılığın, ölüm öncesinin hatta, şanındandır bu. Son bir parıldama anı. Yaşama son bir kafa!
Bu öyküdeki yaşlı adam son bir kez parıldıyor, yaşamına dair küçük detayların ardındaki yetmiş yılı düşününce insan anlıyor aslında. Yetmiş yılın acıları, komiklikleri, nesi varsa birkaç güne sıkışmış durumda. Sesli güldüğüm yerler oldu, kitaptaki en mizah dolu öykü bu.
Evet, mis gibi bir kitap. Bulursanız bir kafa atın.
Tamam,sen öyle tavsiye ediyorsan atarız bir kafa.Baya uzun yazmışsın,çoğunu okuyamadım ama okuduklarımdan çıkardığım anlamsa çok derin.Hem de çooook.Yorumun için teşekkürler. :)
YanıtlaSilKolay bir kitap değil, baştan uyarıyorum. İyi şanslar. :j
YanıtlaSil