10 Mayıs 2015 Pazar

Jean Dubuffet - Boğucu Kültür

Ressam, "raw art" katalizörü Jean Dubuffet'den kültür polislerine, sanat simsarlarına, akademik vaizlere ve politik taşeronlara atılmış bir taş. Yardığı kafaları düşündükçe mutlu oluyorum, tam olgunlaşmasa da aklımda uzunca bir süredir dönen düşüncelerin toparlanmış ve oldukça genişletilmiş halini bu kitapta buldum. Kişisel bir şey, "biliyorum" kadar hoşlanmadığım başka bir kelime yok. Şiiri bilmek, romanı bilmek, sanatı bilmek, bildiğinin arkasında müritler yaratmak, sanat eserlerini bu bilgiyle değerli veya değersiz görmek... "X şair değildir, çünkü şiiri biliyorum." Şu iyidir, bu kötüdür, öteki her neyse. Kısıtlanmanın farkında mısınız; bu adamlar yüzünden isimler konuyor, akımlar uyduruluyor, her şey tablolaştırılıyor. Tablonun içindeyseniz özgürsünüz ve iyi bir sanatçı olabilirsiniz, dışındaysanız sanat size göre değil. Yarışmalara katılmazsanız, adınızı duyurmak için eserleriniz dışında bir şeylerle uğraşmazsanız, sanatçı ortamlarında şöyle bir görünmezseniz, üzgünüm, bir kıvılcım olarak kalacaksınız, ateşe dönüşemeyeceksiniz. Ateşsiniz aslında ama göremezler, başka bir yere bakarlar çünkü. İşte Dubuffet bu kesin yargıların dışında yer alan ateşleri gören, onlara hak ettiği değeri veren bir amcamız. Siya Siyabend mesela, pek sevdiğim bir olaydır. Şöyle bir şey var onlarla ilgili: "Sokak müziği diye bir şey yoktur, müzik sokaktadır." Şiir, şarkı, türkü, alayı sokaktadır, kalptedir yani. Şunu bırakayım şuraya:



Dubuffet, Racine'e değer vermediğini söyleyen birine rastlamanın nadir görülür bir şey haline geldiğini söyleyerek giriyor mevzuya. "Klasik" kabul edilen eserlere değer vermenin kaçınılmaz bir hale gelmesi rahatsız edici, bunda patrimonyalizme bağlılık -Halil İnalcık'ın Şâir ve Patron kitabında mevzunun bizdeki yansıması incelenir, Boğucu Kültür'le paralel okunabilir- ve primadonna kompleksi gibi tırt olayların önemi büyük. Mutlak bir iktidarın sanatı yönetmesiyle birlikte azınlıkların sesinin çıkamayacağı malum. Sanatları değer görmeyecek, söz hakkına sahip olamayacaklar. İktidarın beğenisi -çoğunluğun güdülü beğenisi de diyebiliriz buna, bir noktada aynı kapıya çıkar- toplumun beğenisi haline gelir, kültürel asimilasyonun temeli budur. Primadonna kompleksini özellikle akademide görürüz. Ben şahsen akademiden ölümüne tiksinirim, aklıma geldikçe içimi fenalıklar basar. Neyse, belirli alanlarda çalışmaları bulunan hocalarımızın sözünün üstüne söz konmaz veya zıt bir şey söylenmez. Hocanın geçilecek bir kulak olduğunu düşünmezsiniz bile, "bilen" adamdır o. Bilir çünkü akademik tayfada yıllarını geçirmiştir, hayatını erdeme, bilgiye ve akademiye adamıştır. Evet. Niye sinirleniyorsam. Adamlar süper sonuçta. Peh. Jacques Ranciére'nin "cahil hocaları" görev başında. "Kültür, kültürlü olanı bilgi[lilik] yanılsamasına düşürür, bu ise çok tehlikelidir, zira bilmeyen biri arar ve tartışır, ama bildiğini sanan biri halinden memnun uyur." (s. 29) Tedirgin uyuyanlara selam!

"Kültür, vaktiyle dinin tuttuğu yeri alma yolunda. Tıpkı din gibi şimdi onun da rahipleri, peygamberleri, azizleri, yetkililerden oluşan organları var. Taç giymeye göz diken fatih, artık halkın önüne yanında piskoposla değil, Nobel ödüllülerle çıkıyor. Yolsuzluğa batmış senyör, günahlarını bağışlatmak için artık tekke değil müze kuruyor. Artık seferberlikler de kültür adına yapılıyor, haçlı seferleri de kültür adına düzenleniyor. 'Halkın afyonu' rolünü oynamak da artık ona düşüyor." (s. 7)

Hay elinden öpeyim. Ben daha kişisel, küçük bir pencereden yaklaştım olaya, dayı kültür emperyalizminden bahsediyor tabii ama çıkılan nokta aynı.

Burjuva sınıfının ve Batı emperyalizminin kültürünün yayılmasının devrimci devletlerden cevap bulmasını tedirgin edici buluyor Dubuffet. Aynı silahı kendi toplumlarına uygulayıp kullanmak isteyen devletler için bir Truva Atı bu. Burjuva sanatı, hangi devrimci devletin dönüşümünden geçip kullanılırsa kullanılsın burjuva sınıfını geri getirir. Toplumla birey ayrımını da bu bağlamda ele alırsak sanatın toplumca övgüye değer bir özniteliği olduğunu düşünmek sanatın anlamını çarpıtır. Sanat bireyseldir, ödünsüzce üretilmelidir ve olsa olsa toplum karşıtı ya da topluma kayıtsız bir işlevi olabilir.

Işığın tekelleştirilmesi. "Öğretmen sadece, nerede ve ne zaman gerçekleşmiş olursa olsun, 'ön-plana-çıkmış'ların listeleyicisi, resmileştiricisi ve onaylayıcısıdır." (s. 11) Ayrıca tarihçinin eylem adamına uzaklığı kadar kültür adamının da sanatçıya uzak olduğunu belirtir Dubuffet. Duygusal Eğitim'deki Arnoux geldi aklıma, sanat eserlerini metalaştırıp sanatçıları aç bırakan bir satıcıydı kendisi. Neyse, kategorizasyon yüzünden de sözel ifadenin enginliğini yazılı ifadeye yansıtmak zor diyor Dubuffet. Bunu daha geniş açıdan ele alırsak kitaplar, heykeller vs. formdur ve sanat belli formlara sıkışmış haldedir. Böyle bir avuç formla, bir avuç sanatçıyla bir medeniyetin sanatsal birikiminin dökümünü yapmak doğru değildir. Bence en iyisi Çernişevski'nin dediği. En güzel yaşayan, daha doğrusu kökünü yaşamdan alan bir sanat anlayışına sahip olan ve buna dayanarak en güzel sanat eserlerini veren toplumda yaşamak gerekir. Süper olay.

Para konuşur. İşe yarayan bir sanat eseri para da eder. İnsan bir sanat eserini incelerken ondan aldığı dolaysız zevke değil, ona bağlanan saygınlık derecesinin fonksiyonu olarak maddi ve manevi değere bakarak sanata yanlış bir açıdan yaklaşır, zaten sanat da bu tür bir yaklaşımı ortaya çıkarma amacıyla yapılmaz. Herhangi bir amaçla da yapılmayabilir. "Kültürün zararlı ve yok edici yükünden ancak zihinsel ürünlerden değer kavramını, en başta da bunların -söz konusu değerin göstergesi olan- parayla ölçülen fiyatlarını kaldırmakla kurtulunabilir. Ticaretin de pek iyi hissettiği bir husustur bu, zira var gücüyle kültür mitosunu desteklemeye, yetkesine dayanak olmaya çalışır." (s. 25) Sabitlenmiş, sınıflanmış sanatsal yaratıların ederi kadar değerli olmasında insan faktörü yoktur, güdülenmeyecek bir nesne olarak insanı bulmak çok zordur en azından. İnsan ürettiği zaman ürün insana hangi şartlarda ulaşacaktır? Sanatçıların iktidar-burjuva-nehaltsa egemenliğinde yarattıkları objeler bir yatırım olarak görülür ve karşılığı beklenir. Yani bu tür bir çarka girmiş sanatçının eserlerine sokakta rastlayamazsınız, aslında tam da olması gereken yerde. Paranız varsa ulaşırsınız, yoksa havanızı alırsınız. Korkunç.

Reklamlar, kavramların ardına sıkışmış estetik haz, dünyayı belli kalıplara oturtmaya çalışan bir kültür haritası, kokuşmuş kültürel camia, Dubuffet alayını kalaylayıp sudan geçiriyor. Helal be! Bir tokat da Dredg atsın!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder