Heh, şimdi büyülü Osmanlı gerçekçiliğine geldik.
Arkadaşlar, bir söz vardır. Yeterince gelişmiş bir teknoloji, sihirden ayırt edilemez. Arthur C. Clarke söylemiştir bunu. Bu tarz bir söz yani. İki asır öncesinin insanına cep telefonu nasıl gelirdi, işte öyle bir şey. Yeterince gelişmişten kasıt da çok gelişmiş, inanılmaz gelişmiş, öyle böyle gelişmemiş yani. Şimdi bunu alalım, III. Selim'den başlatalım, II. Meşrutiyet'e dek getirelim. Bu araya üç adet mucit koyunuz, zamanına göre inanılmaz olan icatları, devri daim makinesi yapma uğraşlarını koyunuz, bolca masalsı öğeler koyunuz. Bu.
İhsan Oktay Anar'ın dilinden bahsedeceğim. Açılarak değişen bir dil. Tanzimat Fermanı'nı aslından bir okuyun, ilk okuyuşta bir bok anlamazsınız. Birincisi, kelimelere birazcık yabancılık çekeceksiniz. İkincisi de o zamanlar cümleymiş, noktaymış, pek olmadığı için virgüllerle, fiilimsilerle bağlanan cümlelerin sonu bir türlü gelmez, bilgiyi işlemeye çalışan beyin de bir süre sonra infilâk eder. Anar'ın diline bakalım, rivayetlerin dile getirilişi, cümle yapıları tam o zamanların cümle yapısı. Güzelliğe gel, bir süre sonra yapı değişiyor ve okuyucu bunun farkına bile varmıyor. Hemen çok kültürs bir çıkarım: Modernleşmenin nasıl yapılması gerektiği metinlerle, dile işlev açısından yaklaşarak da verilebilir mi, bu ileti bu metinde mevcut mu? Ohoho, deli postmodern.
Kapağa gel. Steampunk hastaları bu kitabı çok severler aslında.
İlk bölüm: "Yâfes Çelebi Hazretlerinin Görülebilen Menkıbelerinden Bazılarının Bildirilmesi Hakkındadır".
Yâfes Çelebi, gençliğinde kılıç dövme işinde hünerlenmek isteyen ve bir ustanın yanına çırak olarak giren bir Osmanlı genci. Süper kılıçlar yapıyor, en sonunda loncası tarafından ustalığa yükseltiliyor. Bu hususta Sâmiha Ayverdi'nin zamanın birinde bahsettiğim kitabında da yer alan peştemal kuşanma gibi adetler var, çok çok ince ayrıntılar bunlar ve Anar'ın Osmanlı hakkındaki derin bilgisinden bahsetmeme gerek yok. İşte bu Yâfes Çelebi bir kılıç yapıyor, makas gibi. Soktuğun düşmanı ikiye yarıyor. Bu olayı hiç beğenmiyor kılıç ustaları, anında şutluyorlar bizimkini.
Yâfes Çelebi, Frenklerin hiyel ilmine gönül veriyor. Hiyel hem hileler anlamına geliyor, hem de mekanik ilmi anlamına geliyor. İnce noktayı çakozladınız mı, Clarke'ın söylediği şey. Bir müzik kutusu yapıyor ve padişaha vermek istiyor bunu Yâfes, böylece doğaya hükmettiğini, hiyel ilminde çok ileri olduğunu gösterecek, hem de adeta büyücü olarak kabul ettirecek kendini.
el-Cezerî'nin hiyel kitabını kakalıyorlar buna, bir de bir Frenk usta aracılığıyla mühendishaneye giriyor ama tutunamıyor, aklı derslerde değil çünkü. Suyla etkileşince patlayan bir bomba buluyor bu, çalışmalarını fark eden ve kendisini tehdit eden Frenk ustayı havaya uçuruyor. Mühendishane de cortluyor haliyle.
Bir debbâbe tasarlıyor Yâfes, tankın en öküzce hali. Yuvarlanan bir fıçı adeta. Bu icatların çizimleri kitapta var ve Anar kendi çizmiş hepsini. Süper.
Yâfes bu aleti padişaha sunabilse süper olacak ama parası yok. Zencefil Çelebi'yi buluyor. Zencefil kardeşimiz aşık oluyor, kızı istiyorlar fakat baba hayvan gibi masraf çıkarıyor. Zencefil önce babayı memnun etmek için hacca gidiyor, ardından Şam'da kumaş satıyor üç yıl boyunca ve parayı denkleştiriyor. Döndüğünde ne yazık ki Yâfes'e takılıyor. Yok bir top diğerine uymadı, yok kıldı, tüydü derken ince işlere paralar gidiyor, padişaha ulaşmak için aracılara deli rüşvet veriyorlar. En sonunda Yâfes icattaki kendi payını da Zencefil'e kakalıyor, ihale zavallıya kalıyor. Ev satılıyor derken sokaklara düşüyor baba oğul. Yâfes, seni adi kıç. Osmanlı bürokrasisine de fena giydiriliyor tabii, rüşvetsiz iş olmaz, rüşvetlisi de olmuyor işin garibi.
Düşahî ve Zülkarneyn adında iki top-gülle tasarlıyor bu sefer Yâfes. Kabaca ilki bumerang gibi bir şey, iki toptan oluşuyor. Diğeri de yerde seken, güm güm her şeyi parçalayan bir top. Bu icatların ayrıntıları da sayfalar dolusunca verilmiş, resimlerin yanında onlar da yer aldığı için okuyucu anlıyor yapılmak istenen şeyi.
Bu icatlar için de para lazım. Buluyor Yâfes, saksağan yuvalarına bakıyor ve bir kaza sonucu yola saçılan altınları alıp kaçan saksağanların yuvalarını eşeliyor. Hazine bulmuş kadar oluyor; hem daha iyi bir yere taşınıyor, hem de icatları için kaynak yaratıyor. Bu taşındığı yer önemli, çünkü Büyük İskender orada iktidar taşını kaybetmiş. Bu iktidar taşına tekrar tekrar döneceğiz.
Patent gibi bir şey için Hiyel Kalemi'ne başvuruyor Yâfes ve Zencefil Çelebi'nin yoluna daha yeni girmiş oluyor. İhtira beratı alması gerekiyor bizim tanıdık Uzun İhsan Efendi'den. Efendi vermiyor, çocuğundan oluyor sonunda. Çocuğunu kaçırıyor Yâfes. Derken olaylar olaylar, ne diye bütün romanı anlatıyorsam.
Anar'ın başarıyla yaptığı şey: Zaten günümüz insanına birazcık büyülü gelen Osmanlı'ya biraz da büyülü gerçekçilik eklemek. Bu büyünün içinde felsefe de var, başlı başına bir sihir olan teknoloji de var, tesadüfler de var, var da var. Kurguyla birlikte okuyucuyu bağlayan bu olay anlatım tekniği olarak da kullanılıyor; zamanda bir ileri, bir geri giderken eskinin şimdiden pek kopuk olmadığını adeta kelebek etkisiyle görüyoruz. Bir de kullanılan dil var, onu Amat'ta ele alacağım.
Neredeyse bir aydır nasıl tamamlayacağımı düşünüyordum bu taslağı, en sonunda bitirdim. Okumayan biraz olsun bir şey çıkaramaz şu yazdıklarımdan, Anar'ın kitaplarını anlatmak Anar'a hakarettir. Okuyun ve edebiyatın pırıltısından bir parça üstünüze sinsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder