Şu link'i verip uzasa mıydım acaba? Dsfd, yok yok. Üç aşağı beş yukarı röportajın içeriğiyle kitabın içeriği denk. Bir iki bir şey söyleyeyim ama ben. Niye açtık siteyi yoksa.
Böyle kitapları okurken, eğer iyi bir okuyucuysanız ve yazı işleriyle uğraşıyorsanız kitap yorumu dışında okuma ve yazma olayıyla alakalı söyleyeceğiniz üç beş şey oluyor. Zaten bir yazarın kendi yazı serüvenini anlatması, bir anlamda kendi otobiyografisi olmaz mı? Kuramsal olaylar bir açıdan bunun dışındaysa da aslında olayın içindedir; yazarın neyi nasıl yazdığı, yazarla ilgili bir fikir oluşturur. Tabii buradan Pamuk'un "gerçeklik-kurmaca" zıtlığına geliyoruz. Neyse, adım adım gidelim. İşte, söylenecek üç beş şey oluyor. Ben de uğraşan biri olarak biraz fikir belirteceğim.
"Saf" demek, böyle içinden akarsular akar ya, foşur foşur. Aktığı gibi yazmak yani. "Düşünceli"yse o akarsuya bent yap, baraj yap, şekiller yap, çok acayip aksın. O. Kullandığın anlatım teknikleri falan. Pamuk diyor ki bu ikisini süper şekilde birleştiren iyi yazardır. Evet. Çok güzel demiş. İşte bu kavramları ilk kez kullanan Schiller var, bilmem kim var. Öyle eski eski adamların kitaplarından düşünceler var.
Bağlantılarla uzayalım. Saf olsun, düşünceli olsun, yazar bir ressamdır. Yani yazara ressamlık vasfını yüklemen lazım. Bir kitabı okurken -vapurda, trende, otobüste, koltukta, yatakta- her paragrafta, satırda, harfte farklı bir resim görmek gerekir. Ben kitabı okumadan önce resimlerden ziyade bir film gibi düşünürdüm kitapları, arka arkaya akan sahneler bütünü. Diyalogları gözümde canlandırmaya çalışırdım, tabii kulaklarımla duyduğumu da biliyorum. Yolculukların bir an önce bitmesini sağlayan da bu kişisel filmler değil midir? Mesela eğer betim mevcutsa eşyaları, manzarayı olabildiğince detaylı olarak görmek isterdim, öbür türlü odayı, parkı vs. kendimce canlandırırdım. Sanırım ben bu ikincisini tercih ediyorum. Kitapta da yer alan Goriot Baba'yı düşünelim. Ben Goriot Baba'yı lisedeyken okumuştum ve ilk yüz sayfada ölüyorum sandım, çünkü pansiyonun bulunduğu sokak, pansiyon, duvarlar, tabaklar, insanlar öyle uzun uzun anlatılıyordu ki artık canımdan bezmiştim. Zevksiz değil, söylemek istediğim şey; okuyucuya hissettirilmeden verilen ayrıntıların okuyucuda resimleştirilmesi bir tık daha üstte. Tamamen kendi hayatımıza, kendi düşüncelerimize, kendimize göre gözlerimizin önünde belirmesi. Süper bir şey. Burada devreye giren olay işte "gerçeklik-kurmaca" zıtlığı. Pamuk'a göre ikisiyle de yaşayabiliriz, zira insan zıtlıklarla yaşayabilir. Orhan Pamuk'a, "Sen Kemal misin pampa?" diye soruyorlarmış, bahsedeceğim şey tam olarak bu tür bir gerçeklik değil.
Okuduğum hiçbir romanı gerçeklik açısından ele almadım, daha doğrusu gerçekliğini sorgulama ihtiyacı duymadım. Bütün romanların bir şekilde gerçek olduğunu biliyordum, fakat söz gelimi çok sevdiğim bir yazarla tanıştığımda, yazara kitabım(n)ı imzalattığımda, bir iki konuşabilme şansı elde ettiğimde romanlarıyla alakalı hiçbir şey sormadım, sormak bana ayıp bir şeymiş gibi geldi. Çünkü adamın aylarca uğraşıp ortaya koyduğu bir gerçekliği sorgulamak, o gerçeklikle yaşam arasında dandik bir soruyla bağ kurmak, adama hakaret etmekle aynı anlama geliyordu benim için. Romanların başka bir yaşam olduğu doğrudur, fakat her romanın ayrı bir can taşıdığını düşünmek daha çok hoşuma gidiyor. Yazarla olduğu kadar okuyucuyla da alakalı bir şey; ben kurduğum bu dünyanın yıkılmasını asla istemediğim için bunlara inanıyorum. Elimde hiçbir şey kalmadığı zaman bir tek romanlar kalacak çünkü, romanlar ve müzik.
Kitaba devam edek. Romanın okuyucuda uyandırdığı gerçekliğin temel öğeleri: zaman, karakter, olay örgüsü.
Pamuk'a göre yazar, karakterlerle özdeşleşebildiği, bu yolla başarılı karakterler ortaya koyabildiği sürece romana inanış güçlenir. Burada benim dandik hikâyelerimden, yazmaya çalıştığım romandan öğrendiğim bir iki şeyi anlatmak isterim. Karakter her şeydir aga. Kurgunun kralını yap, tekniğin kralını kullan, karakterin başarısızsa dük gibi kalıyorsun ortada. Fransız dükü gibi. Şekilli şemalli, haritalı bir roman yazım tekniğin yoksa, "saf" bir romancıysan biraz, karakterinin nereye gideceğini, nasıl davranacağını, ne düşüneceğini, ne yapacağını bilmen gerekir. Onu bir insan gibi tanıman gerekir, yoksa sırıtır.
Karakter yaratımıyla alakalı birçok teknik var. Kimisi anne kızlık soyadına kadar özellik kağıdı hazırlar. Bir şablon üstünden karakter yaratır. Bu işte "düşüncelilik". Pamuk da diyor ki, "Teyzeciğim, ben Kemal olduğumu söyleyemem, bazen de söylerim." Anladın mı? Kemal'de Orhan'dan parçalar elbette olacak. Romanda siyaset açısından da olaya bu yolla yaklaşıyor Pamuk. Ben o adamları anlayabilmek için, onların neler hissettiğini duyumsayabilmek için onları yarattım diyor. Bu durumda o karakterlerin Pamuk'tan ne kadar farklı olduklarını düşünebiliriz ki? Lacivert'i düşünelim mesela. Tamamen bir ayrılık yok, çok büyük bir benzerlik de yok. Ortası işte, en süperi.
Karakterle ilgili başka bir şey; Pamuk biraz da okuyuculara güvenin diyor yazar adaylarına. Küçük ayrıntılardan ruh hali çıkarmak, derin karakter tahlillerine yeğdir. Evet.
Eşyalar, eşyalar... Eşyalar insanı delirtmezse başka ne delirtir, bilmiyorum. 85. sayfada eşyalarla ilgili güzel bir bölüm var, buraya almayıp direkt oraya yönlendiriyorum.
Olay zaten olay, kurgulayışına göre... Zaman konusunda Aristoteles'ten örnek veriyor Pamuk. Şiir, romanlar, sonsuz bir andan parçalar sunar. Film demiştim yazının başında, kare kare düşünelim. Romanın yaptığı budur; zamanı parçalamak veya zamanı bir bütün halinde, geçmiş-şimdi-gelecek şeklinde içermek. Proust örneği var, Tanpınar örneği var.
Son olarak "merkez" mevzusu. Saf olalım, düşünceli olalım, romanın bir "merkez" noktası var. Ne kuruyorsak o merkezin etrafına kuruyoruz veya merkezin dışına çıkmadan kuruyoruz. Merkezin yeri azıcık değişirse koca bir romanı baştan yazmaya girişebiliyoruz. Kitapta örneklerle anlatılmış bu. Benim merkezden anladığım şu oldu: Romanı bir şey anlatmak için yazıyorsak -ki kendimizi kendimize anlatmamız da buna dahildir- merkez işte tam olarak bu anlatmaya çalıştığımız şey. Saflık, düşüncelilik, her şey, her şey bunun içinde veya çevresinde. Kuracağımız her bir cümle, seçeceğimiz her bir kelime bu merkezle alakalı olacak. Tabii artık merkezler kayabilir, birden çok merkez bulunabilir. Edebiyat çok acayip bir şey, istediğini yap.
Yani kısaca böyle bir kitap bu. Çok güzel. Akmar'da 5 TL'ye bulabilirsiniz. Dsfd.
Sırada Faulkner'dan Ayı var. İyi günler. Benim günlerim felaket geçiyor.
Böyle kitapları okurken, eğer iyi bir okuyucuysanız ve yazı işleriyle uğraşıyorsanız kitap yorumu dışında okuma ve yazma olayıyla alakalı söyleyeceğiniz üç beş şey oluyor. Zaten bir yazarın kendi yazı serüvenini anlatması, bir anlamda kendi otobiyografisi olmaz mı? Kuramsal olaylar bir açıdan bunun dışındaysa da aslında olayın içindedir; yazarın neyi nasıl yazdığı, yazarla ilgili bir fikir oluşturur. Tabii buradan Pamuk'un "gerçeklik-kurmaca" zıtlığına geliyoruz. Neyse, adım adım gidelim. İşte, söylenecek üç beş şey oluyor. Ben de uğraşan biri olarak biraz fikir belirteceğim.
"Saf" demek, böyle içinden akarsular akar ya, foşur foşur. Aktığı gibi yazmak yani. "Düşünceli"yse o akarsuya bent yap, baraj yap, şekiller yap, çok acayip aksın. O. Kullandığın anlatım teknikleri falan. Pamuk diyor ki bu ikisini süper şekilde birleştiren iyi yazardır. Evet. Çok güzel demiş. İşte bu kavramları ilk kez kullanan Schiller var, bilmem kim var. Öyle eski eski adamların kitaplarından düşünceler var.
Bağlantılarla uzayalım. Saf olsun, düşünceli olsun, yazar bir ressamdır. Yani yazara ressamlık vasfını yüklemen lazım. Bir kitabı okurken -vapurda, trende, otobüste, koltukta, yatakta- her paragrafta, satırda, harfte farklı bir resim görmek gerekir. Ben kitabı okumadan önce resimlerden ziyade bir film gibi düşünürdüm kitapları, arka arkaya akan sahneler bütünü. Diyalogları gözümde canlandırmaya çalışırdım, tabii kulaklarımla duyduğumu da biliyorum. Yolculukların bir an önce bitmesini sağlayan da bu kişisel filmler değil midir? Mesela eğer betim mevcutsa eşyaları, manzarayı olabildiğince detaylı olarak görmek isterdim, öbür türlü odayı, parkı vs. kendimce canlandırırdım. Sanırım ben bu ikincisini tercih ediyorum. Kitapta da yer alan Goriot Baba'yı düşünelim. Ben Goriot Baba'yı lisedeyken okumuştum ve ilk yüz sayfada ölüyorum sandım, çünkü pansiyonun bulunduğu sokak, pansiyon, duvarlar, tabaklar, insanlar öyle uzun uzun anlatılıyordu ki artık canımdan bezmiştim. Zevksiz değil, söylemek istediğim şey; okuyucuya hissettirilmeden verilen ayrıntıların okuyucuda resimleştirilmesi bir tık daha üstte. Tamamen kendi hayatımıza, kendi düşüncelerimize, kendimize göre gözlerimizin önünde belirmesi. Süper bir şey. Burada devreye giren olay işte "gerçeklik-kurmaca" zıtlığı. Pamuk'a göre ikisiyle de yaşayabiliriz, zira insan zıtlıklarla yaşayabilir. Orhan Pamuk'a, "Sen Kemal misin pampa?" diye soruyorlarmış, bahsedeceğim şey tam olarak bu tür bir gerçeklik değil.
Okuduğum hiçbir romanı gerçeklik açısından ele almadım, daha doğrusu gerçekliğini sorgulama ihtiyacı duymadım. Bütün romanların bir şekilde gerçek olduğunu biliyordum, fakat söz gelimi çok sevdiğim bir yazarla tanıştığımda, yazara kitabım(n)ı imzalattığımda, bir iki konuşabilme şansı elde ettiğimde romanlarıyla alakalı hiçbir şey sormadım, sormak bana ayıp bir şeymiş gibi geldi. Çünkü adamın aylarca uğraşıp ortaya koyduğu bir gerçekliği sorgulamak, o gerçeklikle yaşam arasında dandik bir soruyla bağ kurmak, adama hakaret etmekle aynı anlama geliyordu benim için. Romanların başka bir yaşam olduğu doğrudur, fakat her romanın ayrı bir can taşıdığını düşünmek daha çok hoşuma gidiyor. Yazarla olduğu kadar okuyucuyla da alakalı bir şey; ben kurduğum bu dünyanın yıkılmasını asla istemediğim için bunlara inanıyorum. Elimde hiçbir şey kalmadığı zaman bir tek romanlar kalacak çünkü, romanlar ve müzik.
Kitaba devam edek. Romanın okuyucuda uyandırdığı gerçekliğin temel öğeleri: zaman, karakter, olay örgüsü.
Pamuk'a göre yazar, karakterlerle özdeşleşebildiği, bu yolla başarılı karakterler ortaya koyabildiği sürece romana inanış güçlenir. Burada benim dandik hikâyelerimden, yazmaya çalıştığım romandan öğrendiğim bir iki şeyi anlatmak isterim. Karakter her şeydir aga. Kurgunun kralını yap, tekniğin kralını kullan, karakterin başarısızsa dük gibi kalıyorsun ortada. Fransız dükü gibi. Şekilli şemalli, haritalı bir roman yazım tekniğin yoksa, "saf" bir romancıysan biraz, karakterinin nereye gideceğini, nasıl davranacağını, ne düşüneceğini, ne yapacağını bilmen gerekir. Onu bir insan gibi tanıman gerekir, yoksa sırıtır.
Karakter yaratımıyla alakalı birçok teknik var. Kimisi anne kızlık soyadına kadar özellik kağıdı hazırlar. Bir şablon üstünden karakter yaratır. Bu işte "düşüncelilik". Pamuk da diyor ki, "Teyzeciğim, ben Kemal olduğumu söyleyemem, bazen de söylerim." Anladın mı? Kemal'de Orhan'dan parçalar elbette olacak. Romanda siyaset açısından da olaya bu yolla yaklaşıyor Pamuk. Ben o adamları anlayabilmek için, onların neler hissettiğini duyumsayabilmek için onları yarattım diyor. Bu durumda o karakterlerin Pamuk'tan ne kadar farklı olduklarını düşünebiliriz ki? Lacivert'i düşünelim mesela. Tamamen bir ayrılık yok, çok büyük bir benzerlik de yok. Ortası işte, en süperi.
Karakterle ilgili başka bir şey; Pamuk biraz da okuyuculara güvenin diyor yazar adaylarına. Küçük ayrıntılardan ruh hali çıkarmak, derin karakter tahlillerine yeğdir. Evet.
Eşyalar, eşyalar... Eşyalar insanı delirtmezse başka ne delirtir, bilmiyorum. 85. sayfada eşyalarla ilgili güzel bir bölüm var, buraya almayıp direkt oraya yönlendiriyorum.
Olay zaten olay, kurgulayışına göre... Zaman konusunda Aristoteles'ten örnek veriyor Pamuk. Şiir, romanlar, sonsuz bir andan parçalar sunar. Film demiştim yazının başında, kare kare düşünelim. Romanın yaptığı budur; zamanı parçalamak veya zamanı bir bütün halinde, geçmiş-şimdi-gelecek şeklinde içermek. Proust örneği var, Tanpınar örneği var.
Son olarak "merkez" mevzusu. Saf olalım, düşünceli olalım, romanın bir "merkez" noktası var. Ne kuruyorsak o merkezin etrafına kuruyoruz veya merkezin dışına çıkmadan kuruyoruz. Merkezin yeri azıcık değişirse koca bir romanı baştan yazmaya girişebiliyoruz. Kitapta örneklerle anlatılmış bu. Benim merkezden anladığım şu oldu: Romanı bir şey anlatmak için yazıyorsak -ki kendimizi kendimize anlatmamız da buna dahildir- merkez işte tam olarak bu anlatmaya çalıştığımız şey. Saflık, düşüncelilik, her şey, her şey bunun içinde veya çevresinde. Kuracağımız her bir cümle, seçeceğimiz her bir kelime bu merkezle alakalı olacak. Tabii artık merkezler kayabilir, birden çok merkez bulunabilir. Edebiyat çok acayip bir şey, istediğini yap.
Yani kısaca böyle bir kitap bu. Çok güzel. Akmar'da 5 TL'ye bulabilirsiniz. Dsfd.
Sırada Faulkner'dan Ayı var. İyi günler. Benim günlerim felaket geçiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder