14 Nisan 2012 Cumartesi

Füruzan - Kırk Yedi'liler

İki haftadır bir şey yazmadım. Çünkü okul için okuduklarımı yazmak istemedim. Müşahedat mı yazaydım, Mai ve Siyah mı yazaydım be çitlembik. İstemedim, yazmadım.

Füruzan'a döndük. Uzun sürmüş bir yazının ertesinde görüşmek üzere. Gutbay bulu sıkay. Uzun sürecek çünkü.

Vücudun korkması. Ömer Seyfettin'in Perili Köşk öyküsünde vardı. Periye dokunmadan önceki andan bir monolog. Emine'de şöyle oluyor:

"Emine," diyordu. "Korkma. Nasıl olsa bu bitecek. Kimseyi ele vermedin; verecek kim vardı ki. Geçecek hepsi. Sen güçlü kızsın. Olduğun yeri biliyorsun. O yere aklınla, yüreğinle geldin. Korkmaktan utanma. Vücudun korkuyor..."

Aklın vücuda söz dinletemeyişi bir değil mi? Periye dokunmak, işkenceden korkmak çok mu farklı? Bilinmeyenin korkusu, insanoğlunun en derin korkusu değil miydi hani, hele hele 24-25 yaşında bir kız için?

Selahattin kızı Emine Semra Kozlu. Nüveyre'den doğma. Doğum 1947. İstanbul. Beşiktaş.

Nereden başlasam?

Emine İstanbul doğumlu. Ailecek Erzurum'a gidiyorlar çocukken, anne baba öğretmen. Cumhuriyetin ilk öğretmenleri. Vatana, millete hayırlı bireyler yetiştirmeleri için idealizm pompalanmış emekçiler. Kardeşinin adının Kubilay olmasından belli değil mi? Bir de Seçil var, abla.

Esaslar bunlar. Kurgu şöyle: 72'de yakalanıyor Emine, sorguya çekiliyor. İşkenceler çok fena. Bu noktada geçmişe dönüşler hakim. Bunları ikiye ayırabiliriz:

Büyükler: Erzurum anıları, üniversite arkadaşlarının anıları. Bu üniversite arkadaşlarının bahsi geçtiğinde yukarıda yazdığım şekilde arkadaşların tutanağa mı diyeyim, neye diyeyim bilemedim, yazılı bir belgeye geçirilmiş isimleri, cisimleri yer alıyor. Bunlardan başka Seçil'in intihar girişimi var. Oraya geleceğim.

Küçükler: Bilinç akışı gibi. Bir yerden küçücük bir olay çağrışıyor, bir paragraflık bir geriye dönüş yaşıyoruz, sonra kurgunun asıl yolundan devam ediyoruz.

Adım adım inceleyeceğim şimdi. Ben böyle güzel bir nokta yakaladığım zaman sayfanın üst köşesini kıvırırım. İçim de acımaz. O kadar para veriyorum kitaba, onun da canı yanacak arkadaş. Her şey karşılıklı. Allah Allah yav. Neyse, o köşelerden de kopya çekeceğim biraz.

Erzurum: Erzurum, Emine'nin siyasi olmayan yönünün geliştiği yer. İnsanlığının diyeyim.
Erzurum'da kaldıkları ev iki katlı. Alt kat buz gibi, üst katta soba yanıyor, nispeten daha iyi. Apartman dairesine taşınmaya çalışıyorlar. Sürekli daha iyiyi kovalayış var, daha iyiye ulaşma arayışı var ailede.
Anne Nüveyre. Sahip olduğu idealizmle kişiliği birleşmeyen bir kadın. Elinde bir öğretmenlik, katakulli sonucu evlenmek zorunda bıraktığı bir adam ve üç çocuk var. Kazanmaya oynuyor, kaybetmeye tahammülü yok. Çocuklarının hatalarına hele, hiç yok. 70'lere doğru Emine'yi evlendirmeye çalışırken şunları söylüyor:

"Aç açık olmayınca mutsuzluğa alışılıyor kızım. Herkesi nasıl yaşıyor sanıyorsun yani. Ailelerin çoğunluğu... Yorgunluk var Emine çocuğum, yorgunluk."

Anne böyle. Seçil de bir teğmendi galiba, ona aşık oluyor. Annesi kızını İstanbul'a yollayıveriyor çat diye. Öyle bir anne. Baba biraz anlayışlı gibi gözüküyor, sessiz. Öyle bir eş varken normal.

İclâl diye bir öğretmen var, şeker gibi kadın. Emine'nin en sevdiği öğretmeni. İclâl, sevdiği evli bir erkekle basılınca doğruca Erzurum'a gönderiliyor, orada öğretmen oluyor. İşte Türk kadınlarının en büyük eğlencesi olan dedikodu devreye giriyor burada. Bu dedikodular üstünden hem Nüveyranım'ın karakterini, hem de dönemin ahlaki, sosyolojik, psikolojik falan yorumunu öğreniyoruz. Kadının İclâl için dediği şeye bak:

"İyi ailesi olsa öğretmen olur muydu?"

Kadın problemli, baba suskun, çocukların biraz manyak olması kaçınılmaz.

Bak çok ince noktalar var anneyle ilgili, almazsam olmaz. Konu yine İclâl.

"Birden annesinin, 'Demek ki bayağı tutulmuş İclâl'e adam,' deyişindeki özlemi sezerdi Emine. Oysa yüzünde açık vermeyen bir örtülme olurdu annesinin."

Her şeyi de almak istemiyorum, 113. sayfada kadın-erkek meselesinde kadının düşündükleriyle ilgili güzel şeyler var mesela. Anne burada bitsin. Anne böyle yani.

Seçil... Seçil bir zenginle evleniyor sonra, intihar girişiminde bulunuyor. Oğlu oluyor, pek umursamıyor. Hayatından memnun değil. Öylesi bir parçalanmışlıkta zaten memnun olması da pek mümkün değil. Başka bir şey söylemiyorum Seçil hakkında, okuyan bilsin.

Kubilay varla yok arası bir şey, içten pazarlıklı bir genç izlenimi bırakmıştı bende. Anneye çekmiş olabilir.

Erzurum'da ilgimi en çok çeken kişi Leylim nine oldu. Bir Marquez romanından fırlamış gibi bu ninemiz. Açlık yüzünden bir torununu alıp Kars'tan Erzurum'a yürüyor. Torun Kiraz, sonradan Emine'nin en yakın arkadaşı oluyor ve onlarda kalıyor. Bu vesileyle Leylim nine de arada geliyor, bu iki kızcağıza uyku vaktinden hemen önce yaşamla ilgili çok güzel şeyler anlatıyor. Romanın TDK'dan ödül almasının en büyük etkeni bu Leylim nine bence. Dil, kelimeler çok güzel.

Üniversite arkadaşları/İstanbul: Burada Emine kızımız artık bir üniversite öğrencisi, devrimci. Etrafında bir sürü arkadaşı var, bu arkadaşların çoğunun akıbetini biliyoruz aslında, anlatmaya gerek yok. Kitabın kapağına bakmak yeterli.

Soldaki Mardin doğumlu arkadaş muhtemelen Haydar. Emine'nin sevdiği adam. Abisinin uğraşlarıyla okuyor, yoksa çiftçi olacak. Haliyle fakirliğin bilincinde, İstanbul'a gelip iktisat okuyor ve bir eylemde yakın arkadaşı Zülkadir'in vurulup ölmesine şahit oluyor. Yine diyorum; anlatmaya gerek yok. 70 başlarının kaotik ortamında bir grup gencecik insanı izliyoruz.

Kurgusal yapıyı anlatmıştım. Kitabın ortalarının sonunda, sonlarının başında işkence zamanına dönüyoruz ve bir iki geriye dönüş dışında o zamanda kalıyoruz. İşkence tasvirlerini nasıl anlatayım şimdi. "Çok güzel" dersem içim huzursuz olacak.

Erkek-kadın mevzusu demiştim. Başka bir örnek:

"Eh... bak en iyi sözü ettin, "bir erkek gibi" lafının alaylı yükünü çocukluğumuzdan beri biliriz. Bir kadın gibi olmak, bir erkek gibi olmak... bunlar iki cinsin sınırlarına çekilmiş çok kurnazca düzlemler Seçil."

Gerisi geliyor.

Haydar'ın kendini anlattığı sahnelerde bir Anadolu insanının sıcaklığını, içtenliğini buluyoruz. Eleştirel boyut elbette mevcut, hükümetlerin politikalarından çokça çekmiş, torpil olmadan iş dönmeyeceğine inanan, devlet karşısında ezilmiş insanlar bunlar. Haydar gibi bataktan çıkmak isteyen insanlar oluyor. Haydar çıkıyor, adam zeki beyler. Sınıfsal bir eleştiri var burada. Sayfa 302'de başlıyor.

Daha da yazmıyorum, zira hem karnım aç, hem de ne yazcam. Pazar günü sabah sabah yazı yazıyorum ya. Bir gideyim uyuyayım. Seçil'in intiharı kalmıştı. Yaşamına, ailesine uyum sağlayamadı. Uyumsuzdu, dayanamadı diyelim.

Çok güzel kitap, zengin. Okuyunuz. İyi günler. Sırada Erhan Bener'den Anafor var.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder