Oyuncu romanları çok severim, oyunların sınırı yoktur çünkü. Mıy mıy hikâye dinlemezsin, zaman, mekan, karakter, ne varsa birbirine girer. İçinden çıkabildiğin ölçüde zevk alırsın. İşte bunun yeni bir örneği, en kralından.
Epigrafı kes: "Canımın içi, böyle şeyler yalnızca romanlarda olur." Cüneyt Arkın [Sıkı Dur Geliyorum, 1964]
Şundan sonra düz bir roman beklemek mantıksız olur. Belli ki aklımız alınacak, belli ki balatalar yanacak, kayışlar kopacak.
Nuh Tufan biraderle giriyoruz. Kutlama gibi bir şeydeyiz, Nuh bir konuşma yapacak. Söze başlama aşaması. "Muhterem misafirler..." Mekana Ferruh Ferman girdi, Nuh'un dikkati bozuldu.
"Meziyetli leydiler..."
Dsdf, şundan sonra ben kitabı bitirene kadar gün yüzü görmedim, pkfmp diye güldüm otobüste. Devamı da komik de söylemeyeyim, keyfi kaçmasın. Sonra mekana bir Ferruh Ferman daha giriyor, derken sayıları 20 oluyor. Bir de Bay Nike var, yanağındaki yara izi Nike amblemine benziyor. Onun adamları silahlı, Ferruhlar silahlı. Kurşunlar havalarda uçuşmaya başlıyor. "Ortalık cehenneme döndü. Jet sosyete, havada çarpışan jetler gibi darmadağın olmuştu. Fakat çığlıklar duyulmuyordu, çünkü müzik silah seslerini bile bastırıyordu." (s. 14)
Ya böyle filmler var ama hiç aklıma gelmedi hay anasını. Şunun çatışmalısını düşünün:
Alıntıdan anlaşılacağı üzere bir sürü çılgın benzetme bekliyor okuru. Eğlendirici gayet.
Belli bir zaman sırasına göre anlatmayacağım, zira böyle bir şey yok. Nuh Tufan bir albinodur; bembeyaz bir adam. Otobüste gördüğü çok güzel bir kıza gayet başarısız bir şekilde yazar, kız Nuh'tan iğrenir ve uzaklaşır. Nuh, arkadaşı İbrahim Kurban'la buluşur. Lise arkadaşı bunlar. İbo bir yıl kimya, bir yıl tıp okumuş. Sonra güzel sanatlar fakültesinin heykel bölümüne girmiş. Nuh da aynı fakültede tiyatro öğrencisi. Neyse, İbo bir canlı doku ürettiğini söylüyor Nuh'a. Böylece yüzleri müzleri kopyalayabiliyorlar. Buradan para kazanma olayına girecekler ama öncesi var.
Geri gidiyoruz, Meyvertigo adlı bir meyve suyu markasını bok etme operasyonu düzenleniyor. İşin başında Nuh ve o sıralarda birlikte yaşadığı Baretta namlı arkadaşı var. Şant-Ajans adlı bir şirket kuruyorlar ve gazetelere ilanlar, bir şeyler. "Sayın şirket sahibi, rakibiniz boku yesin mi?" Mesela. Sonra bir iş geliyor, ortalık yerlerde, "Bu kutudan bok çıktı," diyorlar, "Vişneli diye aldık, çıkmadı," diyorlar. Böyle ha, abarttığım falan düşünülmesin. Şimdi ne kadar oyun oynanıyor da olsa ben süper kıçımın yardımıyla bir fikre vardım, bu yüzden her şeyi dikkatlice inceliyorum.
Bir iki ayrıntı var, onları vermeden geçme yazar. Ahmet Midhat Efendi'ye denk geliyoruz Menteş'te. Neşelere gel: "Konservatuarda geçirdiğim üçüncü senenin son günleriydi. Aldığım burslarla kıt kanaat geçiniyordum. Çevremdeki çocukların tamamı denyoydu. [Denyo: Ortaoyununda budala tipi. Denilo da denir. Yaygaracı, kendisine gösterilen müsamahayla şımarmış, küstah, arsız, küfürbaz, yüzsüz ve sırnaşıktır.]" (s. 25) Metin arasına açıklama sıkıştırmak nedir? Postmodernciler, göreve.
Bir de şu: "Bir Meyvertigo yetkilisi, canlı yayında bir kutu Meyvertigo'yu bardağa boşalttı ve bir dikişte içti. Türk televizyon tarihinin en mide bulandırıcı sahnesiydi! Bir sürü kusan oldu!.." (s. 29)
Hemen oraya gelmeyeyim dedim, yine geldim. Murat Menteş izlediğim kadarıyla, ki pek de izlemedim taktığı gözlüklerden ötürü, tüketim toplumundan iğrenen bir şahıs. Beigbeder, Ellis, Palahniuk gibi biraderlerin bizdeki temsilcilerinden biri. Dolayısıyla reklamlar, şunlar bunlar kötü. Eh, şu reklam katakullilerine bakınız. Gerçeği bilmeyip reklama inananlara bakınız, hatta gerçeğin zaman zaman reklam olup olmadığını bile bilmeyenlere bakınız. Bunların hepsi daha büyük bir hadisenin parçası ama oraya bari gelmeyeyim daha lan. Devam. Bir saniye, şu da var: "Her ev, tüketim çılgınlığıyla satın alınmış lüzumlu lüzumsuz ürünlerle giderek daralmaktaydı." (s. 65)
Paralar suyunu çekince civardaki bir zenginin, Umur Samaz'ın köpeğini kaçırıyorlar. Para babası bunlara parça parça para gönderiyor, bunlar da ha bugün, ha yarın, köpeği vermiyorlar sahibine. Bir gün köpek ellerinden kurtuluyor, Umur Samaz sokağa fırlıyor ve köpeğine kavuşuyor. O sırada oradan geçen bir arabadan ateş açılıyor, ikisi ölüyor. Umur Samaz'la köpek. Cenazeye falan gidiyor Baretta'yla Nuh, biri Nuh'a sarılıp ağlıyor. Falan.
Kısa kesiyorum, maske olayı vardı ya, ilan veriyorlar gazeteye. Bir davete mi gidilmesi gerekiyor, zenginin biri arayacak, onun yerine bunlar gidecekler maskeyle. Olay bu. Ferruh Ferman diye birinin yerine geçiyor Nuh, sonra otobüsteki kız da bu Ferruh'un sevgilisiymiş meğerse, böyle böyle acayip acayip olaylar. Bok etmek de istemedim şimdi, bütün kitabı anlatmanın alemi yok.
Oyunlara bakalım; üç dört farklı karakter, yer yer anlatıcı oluyor. Farklı açılardan olayları izleyebiliyoruz böylece. Borges, Tolkien, Nueve Reinas, bir sürü gönderme, bir sürü atıf. İbolu bölümlerde ihtimaller (Kafanıza meteor düşmesi ihtimali 7/3678234682, yani var) mesela.
Son olarak, kitabın kendisi bir simulakr. Baudrillard'ın varlığı da bu sebeple önemli. The Matrix'in efil efil Baudrillard estiğini biliyoruz, Voçoski Biraderler kör göze parmağım şeklinde gösterdilerdi. Murat Menteş, burada Baudrillard'ın kendisini koyuyor romanın ortasına. Bu şahsın sahtelik, kandırıkçılık, simülasyon ve kaotik diğer şeyler temalı fikirlerinden yola çıkarsak maskeler, yüzlerin kopyalanması, ürünler, reklamlar, hatta karakterlerin adları ve hatta kitabın adı da bir gerçeklik-taklit ilişkisini, bu çıkmazı ortaya koymuyor mu? Nuh, Ferruh'un yerine geçtiğinde bazen kim olduğunu unutacak gibi olur. İbo bir bilen abidir, bir yüce dayıdır, maskeler onun başının altından çıkmıştır ama ondan da üstün bir yaratıcı vardır; yazarın ta kendisi. Onun da üstünde birileri vardır, hayatımızı yönlendiren, sadece görünüşlerinin farkında olduğumuz şeyler.
Bir simulakr bile günde iki kez doğruyu gösterir. Menteş'ten komik, edebisi yer yer derin, güldüren, güldürürken düşündüren, düşündürürken kusturan süper bir roman.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder