Balıkçı'nın öyküleri. Manevi oğul Şadan Gökovalı, öyküleri derlerken Balıkçı'nın diğer üç kitabına girmemiş öyküleri seçtiğini belirtiyor.
Bir de kitabın ilk sayfasında şöyle bir yazı var:
"Anadolu Halikarnas Balıkçısıyla doğdu
O'nunla birlikte büyüdü
O'nunla birlikte ölmedi
fakat...
Can çekişiyor.
Sahiller betonla, denizler pislikle.
İonya'yı İonya, Karya'yı Karya
yapmaksa biz gençlere düşüyor.
24.3.1988 - Hasan Kaplan"
Bununla birlikte Balıkçı'nın üç kitabını daha almıştım sahaftan, hepsinde Balıkçı'ya duyulan sevgiyle yazılmış notlar var. Sahaf ikinci elcilerden yok pahasına aldıklarını satıyor, Hasan Kaplan'ın kitaplarının spotçulara düşmesinin sebebini ölüme bağlıyorum ister istemez. Sürekli gittiğim üç dört spotçudan birine sormuştum, "Abi ya hediye kitaplar geliyor buraya, ya da bir yaşlı ölüyor, onun kitaplarını getiriyorlar," demişti. Hediye edilen kitapları sudan ucuza eskiciye vermek zaten ayrı bir danalık da bu ölüm olayı garip. Çok üzücü bir şey; ölüyorum ve eşim, annem, kimse o, kitaplarımı eskicilere veriyor. Versin, öldükten sonra umursayacağımı pek sanmıyorum ama şu an, harcanan onca emeği, çöp kitapların arasında didik didik aranıp güzel bir kitabı bulmanın zahmetini düşününce gayet basit ve insani bir bencillik hissediyor insan. Ben de başkalarının geride kalmış hayatlarındaki emeklerini topluyorum gerçi, böyle iğrenç, nalet bir insanıböğhühüa.
Balıkçı'nın muazzam bir araştırmacı olduğu malum, kendi üslubuyla mitoloji tarihini bir anlatıyor, köpek olmamak elde değil. Kendisinin böyle dört beş kitabı var, hepsinde benzer konular olmasına rağmen Balıkçı'nın anlatımı değişiyor. Kimi bildiğin akademik araştırma, kimi deneme, kimi de hikâyelere yedirilmiş mitolojik mitolojik şeyler. Yazacağım bunları. Bu son grupladığıma bir örnek bu.
Dalgıcın Parçaları: Dalgıçlara hemen her Balıkçı kitabında rastlarız. Üç kuruşun peşinde, ekmeğini çıkarmaya çalışan insanlar. Güvenlik önlemi neymiş o zamanlar. Vurgun yerler, hava hortumu dolanır, bir boklar olur. Sünger avcısı gördüğünüz yerde peşinen üzülün, çünkü başına boktan bir iş gelecektir.
Burada da bir işçi dalıyor, boğulmuş olarak çıkarılıyor. Vücut şişmiş. Kafayı kesiyorlar, bu sefer kafa başlıktan çıkmıyor. Parçalıyorlar kafayı. Beyin ve kemik parçalarının yapıştığı başlığı işçinin kardeşi giyiyor, ekmek parası çünkü. Deniz emekçisinin çilesini bir Sait Faik'te, bir de Balıkçı'da gözlemleyebilirsiniz.
Gerçeğin Direkleri: Gönül kıran ve hatasını anlayan bir hocanın pişmanlığı, anne olan bir kızın kahramanlara yaraşır hoşgörüsü ve mitolojiden fırlayan olaylar, olaylar. Naif.
Etrim Yolunda: Balıkçı'nın ağzından bir Anadolu güzellemesi. İlyada, Troya ve kaybolmuş bir şehir: Etrim. Diyecek bir şey de bulamıyorum, şunları okurken bir yandan da oraları gezmek lazım aslında.
Ege'nin Dibi, bundan sonraki hikâyelerin yer alamadığı kitap. Balıkçı bir yazısında, "Ben Ege Diplerinde olsun istemiştim, Ege'nin Dibi yapmışlar. Elinin körü dermiş gibi," diyordu. Haklı, yazarın istediğine uysanıza kardeşim.
Bu hikâyeler Balıkçı'nın büyüsünü taşımayan, insanın biraz daha merkeze alındığı hikâyeler.
Pazen Don: Daktilo Gülşen'in Bay Haşmet'i tavlama çalışmaları. Tam amacına ulaşacakken pazen don giydiğini fark ediyor, istediği olmuyor ama arkadaşlarına da ballandıra ballandıra yalan söylüyor. Böyle.
Domino Ayşe: Ayşe'nin kötü yola sapıp bir süngerciyle mutluluğu bulması. Bir de bir meczup, "Ölüm de var!" diye bağırıyor ikide bir. Hemen Gölgesizler'in, "Kar neden yağar?" diye haykıran adamını hatırlıyoruz ama Toptaş başka bir yerden esinlenmiş, bununla bir alakası yok. Yine de böyle bir şeyi ilk kez Balıkçı'nın kullandığını görüyoruz.
Karabulutoğulları: Yine bir emekçi hikâyesi. "Milas yolunun taşları kadar kalabalık" aileden birkaç erkek kalır, onlar da denize açılırlar. Başa gelen malum, bunu bir de ana Kara Ayşe'ye söylemesi var. Acı bir hikâye.
Fosforlu Handan: Handan'la okullu bir gencin ilk bakışta ccozurtlayıp tanışmasından sonra Handan'ın hapisten yeni çıkmış belalısı kızcağızı öldürür, olaydan haberi olmayan genç de arkadaşıyla konuşurken kızın güzelliğini anlatır. Yine acı.
Dönmeyen: İzmir'e okumaya giden bir çocuğu serseriler vapurdan atıyorlar. Çocuğu gören olmuyor bir daha. Bu da acı.
Haydut: Kerimoğlu Hasan bir eşkıya. Karaya yanaştığı bir gün, kendisinden korkmayan bir kızı görüyor ve ona mücevher veriyor. Eşkıyalıktan da bıkmış açıkçası, kız da hayatında önemli bir değişiklik. "Başın derde girerse aha şu kayalara odun dik," mi ne diyor, bunu yakalamak isteyenler de kızın aldığı mücevheri öğreniyorlar ve odun vasıtasıyla Hasan'a tuzak kuruyorlar. Olayı çok geç çakıyor Hasan, lakin korkmuyor. Battı balık gerçekten de yan gidiyor; vücudundaki onlarca delikle denize düşüyor haydut.
Parmak Damgası: Bir şey diyeceğim; şu hikâye edebiyatımızdaki en güzel aşk hikâyesi olabilir.
Seniha Öğretmen, köye geldiğinin ilk zamanlarında köylülerce pek beğenilmez. Yedibenli Huriye'nin çocuğunu okula kabul etmesi mesela, hiç hoş karşılanmaz ama çok iyi bir öğretmen olduğu anlaşılır ve zamanla köylülerce sevilir. Ardından Balıkçı Mahmut, öğretmene balık getirmeye başlar sürekli. "Parayla değil hoca abla," der, balıkları bırakıp sıvışır. Aşık olmuştur, etrafındakiler, "Birader, okumuş kadın alma, sen ona yetemezsin," derler, adam, "Hayır, başıma hiçbir şey kakmaz," der. Aşık lan işte. Haber Seniha'ya uçar, Seniha kıpkırmızı olur, "Olur," der.
Nikah masası. Mahmut'un okuması yazması yoktur, parmak basar. Seniha bir okkaya, bir Mahmut'a bakar ve kocasının parmak izinin yanına kendi parmağını basar. Ne kadar güzel bir hikâye, kısacık ama bir mutlu oluyor insan, deme gitsin. Sevda böyle bir şey.
Ege'nin Dibi: Ah be abi...
Bay Haşmet'in paralarının olduğu gemi batmıştır, bu paragöz göt de yok pahasına bir dalgıçla anlaşır. Dalmamasını söylerler buna, hem para azdır, hem de enkaz bayağı derindedir. Bizimki dalar, paraları bulur, bir de günlerce telgraf beklediği, hasretinden yandığı aşığını bulur orada. Bir adamla gemiye binmiş, kazada boğulmuştur. Aliş intihar eder orada. Ciğerim kebap oldu Balıkçı kardeş. Merhaba!
Dört Kaptan: Aşık oldukları kız için zar atan, yarışan dört arkadaş. Eğlenceli.
Hoşbulduk Selim Dede: Şadan Gökovalı, bu öykünün daha önce Ötelerin Çocukları adlı romanda yer aldığını söylüyor ama eksik söylüyor, zira Ege'nin Dibi, Haydut, Yaşasın Atlar ve Domino Ayşe de o romanda vardı müstakil parçalar olarak.
Dedemizin büyüttüğü anasız babasız çocuklar var, bunlar denize açılıp kimi ölünce, kiminin yeri yurdu belirsizliğe karışınca bir martıyla dost oluyor dede. Bir gün martının yırtıcı bir kuş tarafından parçalandığını görüyor. Bu martıyla gerçekten çok iyi arkadaştı, "Naa! Naa!" diye bağırınca martı geliyormuş mesela. Neyse, martının yavrularına bakıyor dedemiz. Bu yavrular uçmaya çalışırken uçurumdan aşağı atıyorlar kendilerini, dede de arkalarından.
Beş on hikâye daha var, onlar da şahane. Balıkçı işte; Ege'nin mitolojiyle büyülendirilmiş insanları. Süper.
Parmak Damgası'nı yeni okudum ve yazınıza denk geldim. Uzun yıllar önce okumuştum Balıkçı'nın bazı kitaplarını, şimdi tekrar ele alıyorum, bu sefer hepsini okuma niyetindeyim.
YanıtlaSilBenim de, çok denemeyecek kadar olsalar da, sayıları zamanla artan ve her biri birbirinden değerli -maddi olarak demiyorum-, kimisi denk gelinmek için aylarca beklenmiş/aranmış kitaplarımın benden sonraki akibeti hakkında ara ara düşündüğüm olur. Onlardan her ne kadar kopmak istemesem de, bir gün kaçınılmaz olarak kopacağım. Benden sonra onlara ne olacağını ben takip edemem, ama isteğim -vasiyetimde de belirttiğim üzere- değer bilen bir yakınımın (henüz küçük olsalar da yeğenlerimden biri muhtemelen) onları sahiplenmesi ve nesilden nesile aktarması, ya da, ilgilenmek istenmezse, bir sahafa üç beş kuruşa "satılmak" yerine, bir kütüphaneye bağışlanması.
Sizi anlıyorum, ben de aynısını düşünüyordum ta ki kütüphanelerin halini görene kadar. İSAM'dan ve benzerlerinden bahsetmiyorum, düz kütüphaneler için konuşuyorum. Umarım içinize sinecek bir kurum bulunur. Ben biraz daha yaşlanınca hepsini elden çıkarıp hiç yapmadığım bir şey için kullanacağım parayı galiba. Arjantin'e gidebilirim örneğin, bu tür bir şey.
SilGönlünüzce olsun.