7 Aralık 2012 Cuma

Orhan Pamuk - Benim Adım Kırmızı

Romanın yazılış aşamalarını Manzaradan Parçalar'da bulabilirsiniz, ayrıntılarıyla anlatılıyor. Bir iki şey haricinde bu kısmı geçek.

Öncelikle bu romanın bir "oyun" olduğunu unutmamak gerekiyor, Pamuk'un hayatına yedirilmiş bir oyun. Gençliğinde ressam olmak isteyen ve bütün zamanını buna ayırıp üniversiteye gelince hayallerini bir anda değiştirmek zorunda kalan yazarın gençlik hayallerinde ve o yılların keyif dolu anlarında yer etmiş büyük mutluluklar, romanın kaynağı. Böyle mutluluklara Pamuk'un diğer romanlarında da rastlamak mümkün, Sessiz Ev'i düşünürsek her bir karakterin beklentisi farklıydı. Yeni Hayat bir yolculuğun romanıydı, yolculukların kendine has bir burukluğu olsa da mutsuzluğundan bahsedemeyiz. Kısaca Pamuk'un romanlarında hiçbir zaman tamamen batmış bir insana rastlamazsınız. Burada da rastlamazsınız. Sebebi, romanın ortaya çıkış sebepleriyle aynı: Unutulmaya yakın bir mutluluğu canlandırma çabası ve oyun oynama ihtiyacı.

Oyunu, romanın kurulduğu dünyada aramak gerekiyor. Pamuk anlatmış; yıllar süren araştırmalar, binlerce minyatürün incelenmesi, daha bir sürü ayrıntı. 1591'deki bir şehre, meydanlara sokaklara, evlere, odalara, mutfaklara, mutfaklardaki tabak çanağa ve yiyeceklere dair ne varsa Pamuk'un zahmetli araştırmalarının ürünü. Hatta söylediğine göre romanı yazmaya bir türlü başlayamamasının sebebi de doymak bilmez araştırma açlığı. Burada ilginç bir nokta, yazarın daha çok Batılı gezginlerin seyahatnamelerinden faydalanması. Kendisi British Museum'da bir deryaya düşüyor, kitapların arasında bir oraya bir buraya saldırıyor ve orada canımız, canısı, pek sevdiğimiz Mario Vargas Llosa'yı görüyor falan. Neyse, bu seyahatnamelerin bence şöyle bir etkisi olmuştur ki misal Edmondo De Amicis'in İstanbul'una baktığımızda, sanki büyülü gerçekçiliğin kralıymış gibi gelir. 1800'lerde böyle bir İstanbul var, kim bilir 1600'lerde nasıldı. Büyülü bir alemi dolaşan Batılıların izlenimleri, ister istemez Pamuk'un kurduğu dünyayı ve karakterden karaktere dolaştırdığı anlatıcının üslubunu değiştirmiştir. Sanıyorum.

Anlatıcının ağız değiştirmesinin hiçbir fark yaratmadığından şikayetçiydi bir arkadaşım. Yani bizim Kara nasıl konuşuyorsa, Leylek de öyle konuşuyormuş. Sadece anlatıcının değişmesi, karakterin değişimini yansıtmaya yetmiyormuş ama Pamuk'un öyle bir kaygısı olmadığı çok belli. En başta diyor ki, "Bak cakabo, ölüler konuşmaz, köpekler hiç konuşmaz, ağaç hiç hiç konuşmaz. Öyleyse bu senin bildiğin bir dünya değil, senin istediğin cümlelerle karşılaşmayacaksın, benim dünyama hoş geldin ve hoşuna gitmediyse kapa kitabı." Böyle. Aslında tek bir anlatıcının varlığını seziyorum ben; her bölümün başında anlatıcıların adı verilirken bölümlerin, dolayısıyla anlatıcıların tümüne kitabın adı vasıtasıyla Benim Adım Kırmızı denmesi mesela, gayet mümkün.

1591'deyiz, devlet boku yemeye başlamış. Ekonomik sıkıntıların ortaya çıkışıyla birlikte nakkaş sınıfı da etkileniyor bundan ve ısmarlama şeyler çiziktiriyorlar. Bu bir sıkıntı, zira Allah'ın gözünden gördükleri alemi beş kuruşa şuraya buraya minyatür bezektiriyorlar. Bu, romanın bir boyutu.

Padişahın emriyle Enişte Bey'in hazırlaması gereken bir kitap var ve bunu dört usta nakkaş işleyecek: Zeytin, Leylek, Kelebek ve Zarif Efendi. Zarif Efendi daha başta öldürülüyor ve bunun ucu Nusret Hoca'ya dayanıyor. Nusret Hoca, memleketin kötüye gidişini dinden sapılmasına bağlayan kuvvetli bir zat, roman boyunca kendisiyle hiç karşılaşmayacağız ama her sayfada gücünün farkına varacağız, zira nakkaşlar arasında yayılmasından korkulan resim sanatına düşman bir dayımız. Buradan da Doğu-Batı konusuna geliyoruz. Denebilir ki Beyaz Kale'deki "ben sen miyim, ben kimim, burası neresi, neresiydi doğu, batı neydi, biz ne olduk, neleroloyor" fikrinin yansıması, Benim Adım Kırmızı'daki nakkaşların dünyasına gizlenmiştir. Şimdi romanda bu resim-minyatür çatışmasının süper anlatıldığı bir bölüm vardı, lakin orayı kıvırmadığım için bulamadım bir türlü. Kabaca şöyle: Bu minyatür, 16. yüzyılda Tebriz taraflarından, Horasan taraflarından akın akın geliyor ve bir yüzyıldan biraz daha uzun bir süreç için Osmanlı'nın başlıca sanat alanlarından biri oluyor. Devlet bünyesinde bir nakkaşlar sınıfı bile oluşturuluyor. Batı'nın resim sanatına karşı bir duruş değil, çünkü zaten resim tamamen reddedilmiş. Nakkaşların Allah'ın gördüğüyle sanatlarını ortaya çıkardıkları söyleniyor, yani minyatürdeki her şey, Allah'ın gördükleri. Aşağı yukarı böyle bir şey. İşte unuttuğum nokta burası ki bu minyatürlerde bir sebeple perspektif yok, dolayısıyla uzak, yakın, nerede olursa olsun cisimlerin boyutu aynı. Belki şimdi kitapta bulursam yazarım olayını. Oysa Batı'nın resmi zındıklık ve kafirlik, zira her şey gerçekteki haline benziyor ve ahirette bunlara can verilemezse cehennemi boylamak garanti. Maddi gözle değil, mana gözüyle görme hadisesi. Bir de üslup olayı var, nakkaşların üslubu olmazmış da nakkaşhanenin üslubu olurmuş. Zira görüleceği üzere en iyi nakkaşların körler olduğu söyleniyor, çünkü yıllar boyunca aynı figürleri yapa yapa el alışır ve en saf, basit haline ulaşırmış işlenenler, ilahi bir boyutta sürdürülürmüş sanat. "Bir"e ulaşma çabası. Bu sebeple üsluba iyi gözle bakılmıyor.

 Üslup meselesi önemli; romanın bir cinayetle açıldığını söylemiştim. Dört nakkaştan biri öldürülüyor ve diğer üçünden şüpheleniliyor. Romanda anlatıcı olarak bu üçünü görmemizin yanında bir de Katil Diyecekler Bana namlı müstakil bir bölüm daha var, burada personayı değil, kişiliği görürüz. Pamuk'un yönlendirmesiyle birlikte bu üç nakkaşın bölümleriyle Katil Diyecekler Bana bölümleri arasında bir bağlantı kurulmaya çalışan çoktur eminim ki. Ben de bir tahmin yürüttüm ama yanlış çıktı dsfd. Neyse, bu Katil Diyecekler Bana bölümlerinin ilkinde şöyle bir kısım var:

"Zavallı kurbanımı can havliyle bulduğum sıradan ve kaba bir usulle öldürdüm. Eserimden geriye beni ele verecek kişisel herhangi bir kalıp kalmadığını araştırmak için geceleri bu yangın yerine geldikçe üslup sorunları kafama daha da çok şey üşüşmeye başladı. Üslup diye tutturdukları şey, kişisel bir iz bırakmamıza yol açan bir hatadır yalnızca." (s. 27)

İlerleyen bölümlerde Enişte Bey'in yeğeni Kara adlı arkadaşın bu nakkaşlarla konuşmalarını ve nakkaşların anlattığı hikâyeleri göreceğiz, en büyük çıkarım noktaları buralar. Bir de şu: "Onu kuyudan aşağıya attıktan çok sonradır ki, yaptığım işte bir nakkaşın inceliğine hiç mi hiç yakışmayacak kaba bir yan olduğunu düşünebildim." (s. 30) İşin içine polisiyenin girmesini değerlendirirken roman biterken geriye dönüşün olmadığı bir noktada yapılacak pek bir şeyin kalmadığından ve bu yan kurgudan pek memnun olmadığından bahsediyordu Pamuk, oysa bu cinayet olayının başlı başına bir parça olmadığını, kurguyla bütünleşik bir hadise olduğunu düşünüyorum, Katil Diyecekler Bana da bunun en büyük kanıtı. Polisiyeyse polisiye, okuyucunun yorumlamasına göre farklı kimliklere bürünebiliyor.

Resim-nakış arasındaki mücadelede epigrafa gitmek gerekiyor.

"Doğu da Batı da Allah'ındır."
"Körle gören bir olmaz."

Kuran'dan alınan bu ayetlerin kazandırdığı okuma biçimiyle birçok çatışmayı bulmak mümkün, en önemlisini alacağım ben:

Ben Bir Ağacım'dan: "Ben, fakir, gördüğünüz ağaç resmi, böyle bir akılla resmedilmediğim için Allahıma şükrediyorum. Frenk usullerince resmedilseydim beni sahici bir ağaç sanan İstanbul'un bütün köpekleri üzerime işer diye korktuğumdan değil. Ben bir ağacın kendisi değil, manası olmak istiyorum." (s. 63)

Dönemin nakkaş ortamlarını anlatmaya sabrım yetmez. Körlükten onca minyatüre, yan hikâyeciklerden nakkaşların evlerine, üstatlardan üstatların eserlerine birçok yolculuk yapacak okuyucu. Fikrimce nakkaşların anlattıkları hikâyelerin özünü kavrayıp okumaya devam etmek lazım, öbür türlü sadece polisiye okuyormuş gibi sonuca odaklanmak, romanın sunduğu güzellikleri kaçırmaya sebep olabilir. Ben Pamuk'un "saf" tarafıyla bitireceğim, "düşünceli" bölümü aha, yukarıdakiler.

Şeküre, Enişte'nin kızı. Kara da gençliğinde Şeküre'ye aşık olmuş, lakin Enişte'nin olayı öğrenmesiyle tey Tebriz'e neyin gidiyor, 12 yıl dolaşıyor galiba, oradaki minyatürleri, nakkaşları inceliyor ve dönüyor. Romanın aşk hikâyesi bölümü de burası. Ondan sonra bir sürü olay, bir şeyler. Bu Şeküre'nin iki oğlu var, Orhan ve Şevket. Pamuk, abisiyle kendisini yerleştirmiş romana. İlk kez Pamuk okuyanlar bunun farkına varamayabilir, bilenler içinse hoş bir sürpriz. Bir de Ranlı şair Sarı Nazım var, o da gülümsetiyor.

Son olarak, kaybolan bir sanata ağıttır bu roman. Manzaradan Parçalar'da Pamuk şey diyor, işte, bu roman kaybolmuş bir güzelliğin izinin sürülmesidir, zira kök salacak kadar bir mazisi olmadı ve Batı da resim sanatında gümbür gümbür geliyor. Enişte Bey'e söyletiliyor ki zamanla minyatür geleneği kaybolacak, üstatlar unutulacak, Batı'nın resimleri ve sanatı baskın olacak. Gerçekten öyle, kendi adıma konuşmam gerekirse küçük adamların, aynı yüzlerin resmedilmesiydi minyatür, felsefesini hiç bilmiyordum. Köklü kültür olayı romanda da mevcut, Katil'in ağzından duyduğumuza göre resim baskın olunca nakkaşlar unutulacak, çünkü Batı yüzyıllardır bu sanatla uğraşıyor, oysa Doğu'da bırakın uğraşmayı, yasaklanmış.

Böyle. Orhan Pamuk okumayı geciktiriyorum, çünkü mesela güzel bir çikolata olur, öküz gibi yeriz tek hamlede, elde bir şey kalmaz. Böyle olsun istemiyorum. Kara Kitap'ı seneye okurum artık. Tabii ucuza bulabilirsem.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder