11 Haziran 2016 Cumartesi

Karl Ove Knausgaard - Âşık Bir Adam

Karl Ove anlatıyor, çocuğuna bakar gibi anlatıyor, aşık olduğu kadınla kavga eder gibi anlatıyor, su içer gibi anlatıyor, nefes alır gibi anlatıyor. Okura oyun oynamadan, anlatmakla ilgili başka hiçbir derdi olmadan elinde nesi var nesi yok ortaya koyuyor. Blöf yok. Anlaşılmak, tek derdi bu. Övgü istemiyor, hayran istemiyor. Ne eksik ne fazla, sadece bir mesele var ve anlatılması lazım. İki mesele, pardon. "Bir yaşamı anlamak kolaydır, onu belirleyen etkenler azdır. Benimkiler iki tane. Babam ve gerçekte hiçbir yer ait olamamam. Bu kadar basiti." (s. 536) Basiti? Yedi veya sekiz typo var ve göze oldukça batıyor. Bir de "simgesiler" olayı var, o da ilginç. "Simgeleri" yerine "simgesiler".

Bu mevzunun ne olmadığından başlamak daha iyi bir tercih.

"Kendini alçaltmayı bir tür kibarlığa, utancı saf gurura ve en önemlisi kurguyu en acı verici biçimde doğruculuğa çevirmeyi başardı." The Daily Beast

Karl Ove'un meselesi kendini bir şeye çevirmek değil, başta onu söylemek gerek. Yaptığı şey bu değil, olduğunca gerçeğe sığınıyor, sadece gerçek. Kendini alçalttığı yok, kibarlık yaptığı yok, utancı yok, elinde zaman zaman kaçırdığını düşündüğü bir yaşam var ve bu yaşamın kaçan noktalarıyla birlikte anlatılması gerekiyor, hepsi bu. Arkadaşı Geir'in Karl Ove'u "modern aziz" olarak değerlendirdiği bir bölüm var, yazarın işlevini -metinde ve yaşamda- etraflıca anlatıyor diyebiliriz. Karl Ove, kendini arkadaşının ağzından dinlediğinde "şeytanla terapiye başlamış gibi hissettiğini" dile getiriyor, mühim bir ifade. Kendini bir başkasından dinlemek, başkasının karakter kavrama yeteneğine göre acı verici olabilir, kimse böyle bir gerçeklik düzeyiyle baş etmek istemez. Geir-Karl Ove ilişkisinde durum buyken Karl Ove-okur ilişkisinde şeytanın söylediklerini mi dinliyoruz, aslında Karl Ove bize duyarlı, yaşam tarafından kuşatılmış bir insanın aşık olurken, aile kurarken, çocuklarla ve genel olarak insanlarla uğraşırken neler yaşayacağımızı mı anlatıyor? Okur, Karl Ove'la özdeşim kurarken aslında kendi kavgasının izlerini buluyor. Baba olmak isteyen herkesin bu  kitabı okuması gerektiği bu yüzden söylenmiş olabilir. Sadece babalık problemi de değil, The Wall Street Journal şöyle demiş: "(...) İlk cilt ölümle başa çıkma kavgası ise, ikinci cilt olan Aşık Bir Adam ise hayatla başa çıkma kavgasıdır." Ağza tıkılan yiyeceklerden psikopat komşulara, yaşamın en küçük detayının bile yer bulabildiği anlatıda mevzu tam olarak bu. Cebindeki her bir eşyaya kadar kendini deşifre eden bir anlatıcı, dünyayı olabildiğince basit bir şekilde görmeye çabalar. "John elindeki biberonu yere fırlattı. Vanja çitin altından sürünerek geçip madene doğru koşmaya başladı. Heidi bunu fark edince pusetinden kalkıp peşinden gitti. Şerif ofisinin arkasında kırmızı beyaz renkte bir kola otomatı gördüm, şortumun ceplerini arandım ve bulduklarım şunlardı: iki firkete, uğur böceği desenli bir saç tokası, bir çakmak, Vanja'nın Tjörn'de bulduğu üç taş ve iki küçük beyaz deniz kabuğu, bir yirmilik ve iki beşlik banknot, dokuz tane de bir kronluk madeni para." (s. 19)

Cüzdanla zaman kaybetmeyen bir adam daha.

İlk kitapta Karl Ove'un babasıyla olan ilişkisi, babanın ölümünden sonra göğüs germek zorunda kaldığı sıkıntılar, ailesi ve gençliği vardı. Karakter hakkında temel oluşturacak bilgileri aldık, ikinci kitapta üç yıllık bir zaman dilimini geri dönüşlerle birlikte görüyoruz.

"Onu terk etmek istiyordum, çünkü sürekli şikayet ediyordu, hep bir şeyler istiyor, kendisi hiçbir katkıda bulunmuyordu, sadece şikâyet edip duruyordu, hiçbir şeyi olduğu gibi kabullenmiyordu, ve eğer gerçekler beklentilerini karşılamıyorsa, beni suçluyordu, bu, büyük küçük her olayda böyleydi." (s. 16)

Karl Ove'un aşık olduğu kadın Linda hakkında söyledikleri. Aşk iyi, gözün görmesi daha iyi. Yıkıcı bir ilişkiyi ortadan kaldırır bu, dengelemeye açar. Her an yeniden yaratılan aşk, Baugman'ın dediği gibi, sürecek aşktır. Terk etme isteği bir an sonra inceliklerle ortadan kalkar, belki sevilen bir filmi izledikten sonra yok olur, her an dönüşebilecek bir potansiyele sahiptir. Bu potansiyelin izinde bir Karl Ove, uğruna yıktığı evliliğin, terk ettiği ülkesinin ardından nasıl yaşadığını gösterecek. Üç çocuk, bir Linda, yazılması gereken metinler, inişli çıkışlı sosyal yaşam, hepsi yetmezmiş gibi anıların zamanlı zamansız belirmesi oldukça zorlu bir mücadeleye yol açacak.

Meseleler bir bir belirip kaybolurken metnin akışında hızla yol alıyorsunuz. Başlardaki doğum günü bölümü, Karl Ove'un çocuklarıyla olan ilişkisini ortaya koyarken diğer ebeveynlerle kendini kıyaslamasını, her zaman kendini hissettiren bir ait olamama duygusunu ortaya çıkarıyor. Yalnız babalar, puset ittiren babalar, çocuklarıyla boğuşan babalar anlatıcının büründüğü rollerden bazıları. Babalık, Karl Ove'u besleyen en büyük kaynaklardan biri, büyük ödünleriyle birlikte.

Kaçırılanlar, Karl Ove'un davranışlarını bir ölçüde belirlediği gibi dünyaya verdiği anlamı da büyük ölçüde etkiliyor. Adam Phillips'in Kaçırdıklarımız nam metniyle birlikte okunduğu zaman daha doyurucu çıkarımlar elde edilebilir. "İnsanlar tarafından yeniden yaratılma" olayını onca karaktere karşı çoğunlukla farklı tavırlar sergileyen Karl Ove'un kişilik tahlillerinde görmek mümkün. Kendi çıkarımı olan anlamların yanında çok fazla şeytan terapist göremememiz, benliğinin dışından bakmamaya çalışan anlatıcıyı düşündüğümüzde anlaşılabilir. Başka bir insanın anlatıcı hakkında söyledikleri başka bir anlatıdır ve metinde yeri pek yoktur, Geir'le olan muhabbet hariç. O noktada da kendini şekillendirme ortaya çıkıyor. Neyse, şöyle bir şey: "Yalnızca küçük ve kendini önemsizleştiren ile büyük ve mesafe yaratan vardı. Ve benim gündelik hayatım işte bu ikisinin arasında yer alıyordu. Belki de bu hayatı sürdürmekte o yüzden bu kadar zorlanıyordum. Gündelik hayat, bütün görevleri ve rutinleriyle katlandığım bir şeydi; hoşlandığım ya da bana anlamlı gelen ve beni mutlu eden bir şey değil. Bunun yerleri silmek ya da çocuğun altını değiştirmek konusundaki isteksizlikle hiçbir ilgisi yoktu, esasen daha temel bir şeyle ilgiliydi; sürdürdüğüm hayat anlamlı değildi, ondan hep uzaklaşmak istiyordum. Dolayısıyla sürdürdüğüm bu hayat bana ait değildi. Benim olmasına çabalamıştım, kavgam bu olmuştu ve bunu istemiştim elbette, ama başaramamıştım, başka bir şeye duyduğum özlem bütün çabalarımın kuyusunu kazmıştı." (s. 75) Anlamı ne kadar çok ararsa o kadar çok kaçıran, bulunduğu anın dışında başka bir zaman arayan anlatıcı, her yolun ölüme çıkmasıyla anlamsızlığı bir tutar, bütün sıkıntısını bu çıkmaza bağlar. Ölümlü olmanın bilinci her güzelliği katletse de hayatı değerli kılan da ölüm duygusunun ta kendisidir, yine Monokl'dan çıkan Ölümü Düşünmek'le paralel haller. O halde nasıl yaşamak lazım gelir, hormonlara yükleme yaparak? İyi fikir, insanların aşk için yalvarması belki ölümsüzlük isteğinden kaynaklanır. Aşık olunca anlam arayışının bittiğini söylerler, her şeyin tek bir anlamla dolup taştığını söylerler, sonuçta aşk insanı sonsuza en çok yaklaştıran duygu olduğu için lazımdır. Karl Ove, aşık olduğu zaman bunun farkına varıyor. Gelsin cicim ayları ve sancı.

Karl Ove, yaratıcılığını körüklemek için Norveç'ten İsveç'e geliyor ve Linda'yla tanışıyor. Bu süreç son derece yalın ve Dostoyevski içeriyor. Bu kitapta geçiyor: Dostoyevski'nin her çağın ergenlerine hitap ettiğinden bahsediliyor. Kötü bir şey değil, yaşamın coşkuyla karışık olarak en saf haliyle hissedildiği dönemin ergenlik dönemi olmasından yola çıkılarak söylendi bu. Karl Ove, aşk acısından yüzünü keserken Dostoyevski okuyor ve acıyı tam kalbinden yakalıyor. Bu referanslar kitabın çoğu bölümünde mevcut. Hamsun'le, Beckett'le ve pek çok sanatçıyla dolu birkaç satır, metnin yerini konumlandırmada yardımcı oluyor. "Yanımda Dostoyevski taşıyordum; ilkin Ecinniler, sonra da Karamazov Kardeşler. Bu kitaplarda ışığı yeniden bulmuştum. Ama Hölderlin'de olduğu gibi mağrur, açık ve saf ışık değildi bu; Dostoyevski'de hiçbir yükseklik yoktu, hiçbir dağ, hiçbir tanrısal perspektif yoktu, her şey insana ait alandaydı; yani Dostoyevski'ye özgü sefil, pis, hastalıklı, neredeyse kirletilmiş ve histerinin eşiğindeki ruh haline bulanmış yerde." (s. 81) Buna paralel olarak Tanrı'yla Dostoyevski arasındaki meseleye Tolstoy da dahil ediliyor, sonra anlamın insana verilmediği, insanın anlamı yarattığı sonucuna varılıyor. Olay anlatısının yanında düşünce altyapısı, metni tek boyutlu olmaktan çıkarıp derinlik kazandırıyor. Karl Ove'un dünyayı yaratırken fenomenolojiye şöyle bir bakıp çıkması, somut dünyayı sözle biçimlendirme üzerinden edebiyatın yerini de inceliyor. Önce söz vardı ve her söz, söyleyenle söylenen arasında değişmeden, bozulmadan kalabilirdi. Mişima dayanamadığı bir dünyada yaşamaya devam etmedi ve yazdığı metinlerle yaşamaya devam etti. Somutla soyut arasında bir araf. Nietzsche'nin uçan tekmesi, tersini iddia edenler için bu metinden de fırlıyor.

İsveç'e gelen adamımız aşkına karşılık bulamadı, sekiz yıllık eşinden ayrılıp kendi yoluna gitti ve bir zaman sonra kızla tekrar karşılaşıp bu kez başardı. Üç de çocuk, ziyade olsun. Beş yüz sayfalık bir geri dönüşten sonra kaldığı yerden devam eden anlatı, ilk kitabın yazıldığını öğrenmemizle ve ailelerin hemhal olmasından sonra Karl Ove'un annesinin babayla nasıl tanıştığını anlatmaya başlamasıyla bitiyor. Yeni kitabın devam edeceği noktayı biliyoruz, tek sorun senede bir kitap çıkacak olması gibi gözüküyor.

Bu adam yaşadığını bir fırtına gibi anlatıyor ve kafaya kazıyor, elinizdeki kitabın soluk alıp verdiğini duyacaksınız.


Steven Wilson konserini unutamıyorum, Opeth'ten sonra ruhumu verdiğim ikinci konserdi galiba. Kitaba da tam uydu şarkı, heh.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder