7 Ağustos 2013 Çarşamba

Mustafa Kutlu - Rüzgârlı Pazar

Üst geçitlerde alayımız gördük kılıfçıları, oyuncakçıları, tespihçileri. Düşünüyorum, ulan bu adamlar ne kadar kazanıyor, nerelerde yaşıyor diye. En aşağı bir kez akla düşer bu, sonra yürür gideriz. Hayat devam eder. Ertesi gün yine oradalar. İyi de harbiden ne yapıyor bu adamlar? Biz sıcak evimize ulaşabilmek için hızlı hızlı yürürken onlar karda kışta hep orada. Göz göze gelmemeye çalışıyoruz, elimizden gelse önlerinden de geçmeyiz. Dilenci değil ki bu adamlar, neden çekiniyoruz? Bilmiyorum, yine de bundan ötürü kötü hissetmeyi yadırgamıyorum. Belki de onların yerinde olmadığım için farkında olmadan duyduğum bencilce sevincin karşılığı kötü hissetmektir. Eh, insanız sonuçta.

Rüzgârlı Pazar'da bu insanların hikâyeleri var. Bir açıdan yazarın diğer kitaplarını da tamamlayan hikâyeler bunlar; Kutlu'nun diğer metinlerinde, kasabalarını taşı toprağı altın İstanbul için terk eden karakterler, onların kardeşleri, oğulları vs. hepsi burada. Anlatıcının karakter geçmişlerini incelediği bölümlerde ne umutlarla şehre geldiklerini görüyoruz. Çok acı. Daha iyi bir yaşam için kasabayı terk edenler büyük şehirde tutunmaya çalışırken kasabalar da yavaş yavaş ölüyor. Kutlu'nun mevzuya yaklaşımı Beyhude Ömrüm'de buradakinden daha geniş bir şekilde ele alınıyor, orada yazacağım.

İğdeyle, iğde kokusuyla giriyoruz. Rüzgârlı Pazar'a geçmeden önce Anadolu'dan bir esinti, anlatıcı için büyük bir özlem. Sanki pazardaki insanlar iğdeyi peşlerinde getirmişler gibi. Memleketlerinden gelen hoş bir anı.

Pazarın bir ucundan girip öbür ucundan çıkacağız, bu sırada anlatıcı, karakterlerle teker teker tanıştıracak bizi. Çoğunun acı bir hikâyesi var, sadece Duran'ınkini alacağım. Diğerleri benzer. Zaten hepsinin derdi tek.

Tanışacağımız ilk pazarlı Duran. Çocuk. Annesi eve ekmek getirmesi için dua edecek, yoksa açlar. Babasının sağlığı bozuk, evdeki herkes Duran'ın eline bakıyor. Duran balon satıyor. Balonları geçitteki bir abisinden alıyor, satabildiği kadar artık. Küçücük çocuğun yaşamla kavgasına öfkelenmiş anlatıcı tepkisiz kalmıyor. Gazete eklerinde, televizyonlarda görülen, durmadan konuşan insanlara çatıyor: "'Susun ulan' diyesi geliyor insanın; Mehmet Âkif'in gözyaşları geliyor aklıma 'Sus ey bülbül' diyen merhamete boğulmuş kalbi." (s. 18) Bunun ardından bir tüketim toplumu giydirmesi geliyor. Anlatıcı, "Mutsuzluk bu mu?" diye sorsa da cevabı belli bir soru.

Çiçekçi Cemile, Hacı, Doktor, bir sürü insan. Birbirine destek olan, elbet köstek de olan, yaşamaya çalışan insanlar. Hepsini teker teker tanıdıktan sonra birkaçının üzerine yoğunlaşıyor anlatıcı. Bu arada anlatıcı da Rüzgârlı Pazar'ın satıcılarından, onu da öğreniyoruz. Neyse, görme özürlü bir kızla erkeğin hikâyesi, onca sıkıntıya rağmen mutlu olmaya çalışmaları... Doktor'un hikâyesi mesela, böyle yerlerde herkes biraz ilginçtir ama Doktor çok acayip. Duran'ın yavaş yavaş büyümesi, aşık olması. Çok küçük şeyler belki ama o insanlar için küçük değil, kocaman.

Haberlerde Somalili çocuklar çıkardı ben küçükken, şu sıralar koymuyorlar pek haberlere. Bir deri bir kemik. Belki unutuyorduk on saniye sonra, çok acı. Bu insanları da unutuyoruz ama şu kitabı okuduktan sonra unutamayacaksınız. Belki bir bileklik alırsınız, belki yeğene bir oyuncak alırsınız. Bir lira, iki lira. Dediğim şey işte; küçük şeyler ama onlar da büyüyor.

2 yorum:

  1. Çünkü bize masa başı işi olmayan, ne bileyim bir çatı altında işi olmayan zavallıymış gibi öğretiliyor hep. Oysa bunlar da hep yaşam biçimleri işte. O da bir şeyler satıyor mağazadaki de. Tabii kalite farklı, kazanılan para farklı vs. Ama biri diğerinden daha mı zavallıca ki? Koşulları daha çetin olabilir, kazanılan meblağ da daha düşük olabilir de bu demek midir ki o adamlar zavallı, biz de onlardan olmadığımız için şanslı hissetmeliyiz?

    YanıtlaSil
  2. Aynen. Masa başı işi olan da bir çıkış yolu arıyor, bu adamlar da arıyor, kazanç ne olursa olsun herkes kendi yokluğundan kurtulmaya bakıyor. Herkes kendi trajedisini yaşıyor. Eh, insan bütün bunlarla ne diye uğraşayım diye düşünüyor ama iş, evlilik, çocuk, emeklilik çemberine girmeyen yandı. Toplumsal baskı o açıdan süper. Abi oturur konuşuruz iki saat bunları, sonra uyuruz uyanırız işe gideriz. Olay buyken bu insanlarla beyaz yakalılar arasında bir fark göremiyorum. Aslında bir tane görüyorum; beyaz yakalıların daha iyi şartlarda ölecek olmaları. Yoksa harcanan zaman, geçen günler herkes için aynı.

    YanıtlaSil