12 Şubat 2016 Cuma

Olaf Olafsson - Geceye Yürümek

Geceye yürüyünüz buyuran bir din/tanrı olsaydı en sağlam müridi olur, risaleler, nasihatnameler yazardım. Lakin öyle bir şey yok. Kullara kaldık ama içlerinden bazıları nereye yürüneceğini iyi biliyor. Siz bilemeyeceksiniz, kitabın baskısı yok. Yazarın başka bir kitabı da çevrilmemiş. Amazon'dan diğer kitaplarını alacağım çünkü pek, pek güzel.

Olaf Olafsson, bir şey mühendisi ama hatırlamıyorum, genç yaşta Sony'de çalışmaya başlıyor ve üst düzey yönetici -CEO falan- olarak maişetini temin ediyor. Bunun yanında eleştirmenlere göre, "O yazarlığı seçmedi, yazarlık onu seçti." Babadan yazar olan Olafsson, aile geleneğini sürdürmeyip edebiyat eğitimi almıyor. Belki edebiyatın eğitimle alakasının olmamasındadır. Ben şahsen harcadığım dört, yüksek lisansı da katarsak beş seneye yanıyorum da yanıyorum. Neyse. Her kurumu kokuşmuş Türkiye için böyle, adamlarda harbici eğitim vardır muhtemelen, zaman kaybı olmaz. Hah, Olafsson pozitron fiziği okumuş. Zannediyorum çok mühim bir alan.

Bu Legend diye bir film var, yeni. Tom Hardy'nin aşırı iyi oyunculuğunun yanında filmin sonunda anlatıcı kızın ettiği bir iki söz aklıma kazındı da kazındı. "Ahlak veya alçaklık diye bir şey yok. Hayatın sonlanana dek, sona dek yalnızca 'sen' ve senin kuralların var. Bir zamanlar olduğumuzu sandığımız kişilerin hayaletleri olduğumuz zamana dek." Christian Berediktsson, kendi hayaletinden Kristjan- kurtulmak için medya patronu William Randolph Hearst'ün uşağı olarak yıllar boyunca çalışırken Klara'nın soluğunu hissediyor sık sık, huzur bulamıyor ve yaklaşık 20 yıldan sonra, bir gün ansızın terk ettiği karısı Elisabet'e hiç göndermeyeceği mektuplar yazmaya başlıyor. İki farklı zaman diliminde ilerleyen hikâyenin bir bölümünü bu mektuplardan, diğerini anlatıcının gözlediklerinden takip ediyoruz.

"Görevlerimi özenle yerine getirmeye ve aklımı mümkün olduğunca küçük detaylarla meşgul etmeye çalışıyorum, böylelikle zaman daha çabuk geçiyor ve istemediğim şeyleri hatırlamama engel oluyor." (s. 27)

"Kendinden başka hiçbir şeyden korkmayan" Christian, yine de mektupları birbiri ardına diziyor ve geçmişiyle hesaplaşmaya çalışıyor, belki kaçmak için enerjisi kalmadığından. Patronunun malikanesinde, el değmemiş bir doğanın hüzünlü güzelliğinde hatırladıkları; oğlu Einar ve kızı Maria, ikizler, Elisabet ve ailesini terk etmesine sebep olacak kadar aşık olduğu Klara.

Elisabet'le Kopenhag'da tanışıyor ve Reykjavik'e dönüyorlar. Eyrarbakki'de sabah yürüyüşleri, göl kenarı huzuru ve arka arkaya gelen çocuklarla pekişen bir mutluluk. Görünürde her şey kusursuz; Kristjan eşinin aile şirketini çekip çeviriyor ve evine bağlı. Oysa ailesini yavaş yavaş terk ediyor, yapabileceklerinden korkuyordu. Korktuğu tam olarak başına geldi sayılır. Şirketten önemli bir miktarda para alır ve ABD'ye gider, iş için çıktığı seyahatlerden birinde tanıştığı Klara'yla birlikte olmak için.

"Kopenhag'da olduğu zamanlar gibiydi: özgür ve bağımsız." (s. 120)

Klara'nın nişanlısı olan Bay Jones'la iş yapmaktadır Kristjan, oysa aşk iş falan dinlemiyor. Kadın bir işaret bekliyor, sadece bir söz. Kristjan, nişanlısını terk etmesini söylemiyor ve Klara'nın hamileliği ayyuka çıkana kadar Jones'un hiçbir şeyden haberi olmuyor. Olduğu zaman da son derece sakin bir şekilde Kristjan'a teşekkür ediyor, bir orospuyla evlenmekten kurtardığı için. Tabii bir daha ABD'de iş yapamayacağını, kariyerinin bittiğini de ekliyor. Nüfuzlu bir adam Jones ama son darbe en ağırı oluyor ki Klara'nın bütün hayatının bir yalandan ibaret olduğunu anlatıyor. Kadının anlattığı hiçbir şey doğru değil, kısmen bir yalana aşık olan Kristjan'ın gidecek hiçbir yeri yok. Kendisi de Elisabet'e üniversiteden mezun olduğu yalanını uydurduğundan belki de yaşattığı acının büyüklüğünü anlamıştır. Christian adını alıp patronun yanına girmesi bu olaylardan sonra.

İşin Elisabet boyutu çok hüzünlü. Kadın, Kristjan'ın yolunu kaybettiğini ve yardıma ihtiyacı olduğunu düşünüp bütün dedikodulara kulağını tıkayıp ABD'ye gidiyor, kocasını arıyor ama bulamıyor, oğlu Einar'ı bir akrabasının yanına bırakıp İzlanda'ya dönüyor ve kırık yaşamına devam ediyor. Bir annelik güdüsü var sanki, zaten Kristjan'ı uzaklaştıran biraz da bu: "Biz asla eşit olmadık, Elisabet. Seviştiğimiz zamanlarda bile. O zamanlarda bile sanki bir çocuğu avutur gibiydin." (s. 164)

Yangın arındırıyor; patronunun evini kurtaran Kristjan gazetelerde boy gösterdikten sonra Elisabet'in ABD'deki akrabasından bir mektup alıyor. "Çocuklar iyi, her şey güzel, Elisabet beş yıl önce öldü."

Malikaneden gizlice ayrılırken patrona yakalanıyor. Belki de adamın söylediklerini duymaya ihtiyacı vardı, güzel bir rastlantı. "'Hepimiz iyi bir insan olduğumuza inanmak isteriz. Ne olursa olsun, buna inanmak zorundayız. Çünkü hiç kimse masum değil, hayat gizem ve hatalarla dolu. Sen iyi bir insansın Christian.'" (s. 262) Kötünün kim için kötü, iyinin kim için iyi olduğu bu noktada belirsizdir insan için, çünkü iyi veya kötünün yaşam karşısında ne gibi bir tutunabilirliği var? Zeno Cosini'nin dediğini düşünün: "Hayat güzel ya da çirkin değildir, orijinaldir." Acısı, mutluluğu, her şeyi yenidir, kişiseldir ve kaçarsız yaşanacaktır, tercih etme özgürlüğünün bir sonucu olarak.

Suçluluk duygusu, tutkular, sevmek, yitirmek ve anımsamama özlemiyle dolu bir roman. Hoş.


3 yorum:

  1. Bozuldum baskısının olmamasına. Asla okumak istemediğim bir kitap olsa da bozulurum. Genel olarak böyle şeylere bozuluyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. kısıtlanıyormuş gibi hissediyor insan. ben öyle hissediyorum. bir kere basmışsınız, tekrar bassanız nuğolcak.

      Sil
  2. Bu kitabi basan ve ismini fotoda gorundugu icin anmadiğim yayinevi bunu hep yapiyor zaten. Bir kitabin telif hakkini aliyor, şaka gibi ama bazen sadece 1000 adet basiyor. Artik ikinci baskisini yirmi yil sonra mi basarlar muamma. Ayrica bariz sekilde fiyat kalite orantisizligi da var. Böyle kalitesiz bir yayin anlayisi olan bir ekibin önde gelen yayinlardan olması uzucu.

    YanıtlaSil