16 Ağustos 2018 Perşembe

Marcel Proust - Swann'ların Tarafı

Bachelard'ın zaman ve mekân hakkındaki sözlerini hatırlıyorum; mekân zamanı sonsuz odacıklarında barındırır. Zaman da mekânı aynı şekilde barındırır. Anılar zamanı mekânda barındırır. Zaman, anıları mekânda diriltir. Mekân, zamanı anılarda oluşturur. Nesne, mekânın anıları sonsuz bir zamana yerleştirme çabasıdır. Mekân, nesnenin zamanın sürekli değiştirdiği anılarda var olmasıdır. Zaman, nesnenin biçimlediği anılarda mekânlaşma pratiğidir. Anı, nesneye bağlı olarak mekânın ve zamanın aynı ana yaratılmasıdır. Bu kadar üfürükten çeşitlemenin ardından madlenden bahsedebilirim, anlatıcının yediği tek bir çikolata öyle bir coşkun nehri serbest bırakır ki tat alma duyusundan kokulara, görülere, pek çok duyuya yol açılır. Proust bir sinestezik olabilir, bu konuda yazılıp çizilmiş pek çok kaynak var. Proust bir sinirbilimci de olabilir, kurduğu bağlantılara baktığımızda beynin işleyişini adeta haritalandırdığını görürüz; hatırladığı ve hatırlamadığı onca şeyin arasında, sürüklendiği anıları çözümleyebilecek bir görüye sahip. Anlatıyı bir noktada durdurup noktada hissettiklerini ve insanoğlunun bilişsel yapısının nasıl işlediğini incelemeye başlayabilir. Bu açıdan Proust'u bir yazardan çok daha fazlası olarak görmek mümkün, o aynı zamanda bir bilim adamı, andaç koruyucu ve duyarlılığının olağanüstü derecede yüksek olması sayesinde bir sihirbaz, anı sihirbazı, böylesi bir derinliğin sihirden başka bir açıklamasını düşünemiyorum. Ockham'ın Usturası ağladı, omzunu pış pışladım.

Proust'un Kayıp Zamanın İzinde adlı dev anlatısı hakkında pek çok inceleme var, Ricœur'den Booth'a pek çok düşünür, metnin orasından girip burasından çıkarak olabildiğince detaylı bir şekilde açmışlar. Az çok neyle karşılaşacağını bilebilecek hale gelmiştir okur, metin hakkında yazılanları metni okumadan okuduysa. Eco da tez yazımıyla ilgili kitabında mevzuyla alakalı ilginç bir örnek verir, aslında okumadığı bir metin hakkında okudukları üzerinden sanki metni okumuş gibi hissetmesi, metni direkt okumaya başlayınca gelen aşinalık, okumuşluk duygusu anlaşılabilir. Peki böyle bir şey mümkün olabilir mi? Herhangi bir alıntı, birkaç tane alıntı olsun hadi, Proust'un metninin sadece belli bir duygusunu, içeriğini verebilir. Oysa birleştirilecek o kadar çok parça, bir araya gelince başka anıların belirmesine yol açan, hatta o anılara dönüşen hafıza kırıntıları var ki sanırım bu anlatı için incelemeler üzerinden edinilen fikirler yeterli olamaz, süreğen bir anlatı değil bu, okurun da ciddi bir emek sarf ederek okuması, kendisine sunulan sayısız parçayı uygun bir şekilde bir araya getirmesi gerekiyor. Yirminci yüzyılın en büyük anlatılarından biri olan bu metin için mütevazı bir çaba, hazza değecek bir uğraş. Kendi uğraşımın izlerini takip edeceğim, patikaları takip edip nereye çıktığımı anlatacağım, gevşek gevşek yorumlayacağım kısaca.

Üç bölüm, birincisi Combray. Çocukluk. Uzun zaman, geceleri erkenden yattığını söylüyor anlatıcı ve kişileri, mekânları, olayları biriktirmeye başlıyoruz. Hiçbirini kaybetmemeliyiz, sonraları anlatıyı birleştirmede çok işimize yarayacaklar. Uykuyla başladık ve uykunun anlatıcı üzerindeki etkisiyle devam ediyoruz. Sadece bir edim değil bu, yaşamı bir araya getirme konusunda ölüme benzer bir enstrüman. Uykuya dalmadan önce odadaki her şeyin teker teker kaybolması ve uyanır uyanmaz gözleri bir hiçliğe açmak, meseleler bunlar. "Uyuyan kişi, saatlerin akışından, yılların ve dünyaların sıralanmasından oluşan bir halkayla çevrelenmiştir." (s. 9) Bu çevrelenmenin sonucunda hatıralar işlenir, hatırlanmak üzere yerlerini alır. Uyanmak bir açıdan hatıraları şimdiye taşımaktır, önceki gecenin hatırası olarak orada bulunan oda... Oradadır, her şey hatırlandığı gibidir. Nesneler doğalarının dışına çıkmaz, düşüncemiz onları kerteriz alarak sabitlenir, nesnelerin karşısında kendimizi daha iyi biliriz. Nesnelerden odalara geçeriz ve yine her şey, nesneye duyulan itimat gibi sabittir. Anlatıcı, kendi bedeninden başlayarak odasını, diğer odaları, ailesini ve mahallesini yaratır, anılan her insan ve nesne müthiş bir detaycılıkla tamamen belirlenmiş, anıların oluştuğu maddeden yaratılmış olarak belirmiştir. Combray'in sokakları, bahçeleri, nesi varsa algıların elde ettiği bütün verilerle anlatılır, hatta işin metafiziksel boyutunda anlatım çok daha öteye uzanır; zamanlar aşılır, kişilerin ruh hallerine uygun duygular üretilir, biraz yorumlamaya da varılır kısaca. "Büyü" bulur anlatıcı, kendi sözüne göre. Büyü yardımıyla bütün diyalogları anımsar, geçmiş zamanın bütün duyularını tekrar canlandırır. Bir akşam yemeğini anlatır mesela, sonsuz katlı kuyunun ilk katı, nereden neyin çağrışacağını veya anımsanacağını kestirmek zor. Neyse, yemek. Yemek sırasında babanın, annenin, büyükannenin, halanın ve halanın uşağı Françoise'nın suretleri teker teker belirir. Combray'deki halanın ziyaret edildiği her yazdan bir yazdır, efendisine hizmet eden Françoise için efendinin ailesi de saygıda kusur edilmemesi gereken kişilerden oluşur. Burjuva ailesi, burjuva davetleri, burjuvazinin dibine vurulduğu bir ortam. Etiket kaideleri, diyaloglar, bir oyuna benzeyen her türlü burjuva adeti anlatıcının zihnine kazınmıştır. Çocuğumuz bütün bu adetleri bir oyun olarak gördüğünden, tabii bir de çocuk olduğundan büyük bir merakla izlemiştir olup biteni diye düşünüyorum, hatta gözümde canlandırıyorum: M. Swann evlerine geliyor, büyükannenin bu adamı sevmemesine rağmen kapı dışarı etmemesi, adama laf sokmakla yetinmesi beyefendinin eşi yüzünden. Cemiyetin kabul etmediği, hafif olduğu düşünülen bir kadınla birlikte olan Swann'da şeytan tüyü var; adam müzikten anlıyor, muhabbeti iyi, anlatıcının ailesiyle kendi ailesi eskiden beri yakınlar, ilişkileri derin. Eve girip çıkıyor bu yüzden, anlatıcıda derince bir yer ediyor ki ikinci bölüm tamamen kendisine ayrılmış durumda. Birazdan, önce inceliklerden biraz daha bahsetmeliyim. Sıçramalar bir anlatım tekniği olarak müthiş kullanılmış; odanın camından görülen yaprakların dökülme mevsiminden başka bir mevsime atlanabilir, hatta başka bir mevsimin gününü yaşadığını düşünür anlatıcı, kış yazdan bir günü ödünç almıştır mesela, bu tür imajlar her yerden fırlayabilir ve anlatıyı derinleştirebilir. Genellikle duygu yoğunluğunun arttığı anlarda kurulur bu bağlantılar; örneğin bahsettiğim bir madlen bölümü var, bir çikolatanın tadından zamanda yolculuğa çıkılıyor adeta. Bahçelerdeki çiçeklerin kokularından başka yolculuklar doğuyor, nesnelerin etkisi çok çeşitli. Annesini özleyen anlatıcının uyumadan önce ona son bir kez sarılamamasıyla beliren üzüntüden başka üzüntülere atlanır, oradan oraya zıplanır, anlatıcı bir türlü yerinde duramaz. Anlatıcı da şaşkındır, daima var olacağını zannettiği birçok şeyin zaman içinde yok olduğunu söyler, sanki her şey yitip gitmesin diye geçmişin izini sürmektedir. Kişisel inançları da bu doğrultuda biçimlenir; Keltlerin ağaçlarda barınan ruhlarına inanan anlatıcı, her bir anının kendi ruhundan bir parça taşıdığını düşünür. Ruhunun parçalarıyla nerede, hangi nesneyi anımsayarak karşılaşacağını bilemez, bu yüzden odağı her yerdedir.

Swann'ın Bir Aşkı, ikinci bölüm. Odette ve Guermantes tarafı bu bölümde ortaya çıkar. Swann ve Odette arasında yaşananlar, Swann'ın ve Odette'in dönüşümleri tam bir psikolojik çözümleme şaheseri. Muhteşem. Direkt geçiyorum, duyguların böylesi bir hassasiyetle anlatıldığı pek az şey okumuşumdur. Arthur Schnitzler belki de Proust'un çağdaşları arasında ona en çok yaklaşabilen yazardır ama yine de çok eksik; onca insanı ve olayı bir araya getirebilmek, belki yaratabilmek veya anımsayabilmek kamera niteliğine sahip bir zihin gerektiriyor.

Memleket İsimleri: İsim üçüncü bölüm. İkinci bölümü Swann'ın aşkının solmaya yüz tuttuğu sırada bitiriyorduk, Odette zaten rüzgâr nereden eserse oraya gittiği için kim bilir neredeydi, oysa burada evlendiklerini görüyoruz, hatta çocukları oluyor ve bizim anlatıcı yumurcak, Swann'ın kızına aşık oluyor ama kız da annesi gibi uçarı, çocuğun kalbini kırıyor bir güzel. Bu bir, ikincisi de Combray ve civarı derinlemesine ele alınıyor, bir de Floransa gezisi. Şehirlerin isimleri ve isimlerin uyandırdığı çağrışımlar, bir şehrin ruhuyla birleştiriliyor. Şehrin insanlarıyla, sokaklarıyla, her şeyiyle. Özellikle insanlarıyla. Prensler, prensesler, kontlar, kontesler derken kaymak takımını iyice tanıyoruz, hepsini aklımızda tutuyoruz ki unutmayalım, sonraki bölümlerde karşımıza çıkacaklar, dediğim gibi.

YKY'nin baskılarından bahsetmek gerekiyor biraz. Delta nam seriden çıkan versiyonu iki cilt, ilk ciltte ilk üç kitap, ikinci ciltte sonraki dört kitap mevcut. Tek tek de okunabilir, baskıları var sanırım. Bence tek tek okunması daha iyidir, iki sebepten: Delta versiyonunda kullanılan kağıt ince. Sarı olması gözün performansını yükseltiyor ama inceliğinden ötürü sayfanın arkasındaki yazılar da gözüküyor, bu da gündüz vakti okumayı işkenceye dönüştürebiliyor. İkincisi de punto küçük. Göz bozmaya çok müsait. Yarattığı korku da cabası; külçe halindeki paragraflarla karşılaşan okurda yılma, okumaktan vazgeçme gibi yan etkiler görülebiliyor. Delta versiyonuyla ilgili yapılan yorumlarda bu mevzuya çok denk geldim. Burada da iş okura düşüyor gerçi, bir kez o dünyaya girdikten sonra, girebildikten sonra diyeyim, punto veya kağıt vız geliyor.

Uzun süreden sonra çok büyük bir şeyi ellerimin arasında tuttuğumu hissediyorum, ara vereyim dedim de canım Genazino'nun Aşk Aptallığı'nı okumaya başladım ama çok yavan geldi. Proust, anıların ne işe yaradığını -bana, nihayet- anlatan en büyük yazar.

1 yorum: