2 Şubat 2020 Pazar

Memet Fuat - Gölgede Kalan Yıllar

"Piraye öldü. Dün gece. Kaçta bilmiyorum. Bir iki kaşık süt içirmeye çalışıp başaramadığımızda saat yediyi biraz geçiyordu. Yan çevirip üstünü örttük. İki gündür gözlerini açmıyor, hiçbir şey yemek istemiyordu. Sürekli uykuda gibiydi." (s. 7)

Nâzım Hikmet'in şiirlerini saklayan, kimselere vermeyen, çoğaltılmadığı sürece Aziz Nesin'e bile vermekten imtina eden Piraye'nin ölümünün ertesi günü, oğlu Memet Fuat anılarını yazmaya başlamış, iki yıl boyunca çalışmış ve anlatacağı daha pek çok şey varken yazdıklarının yettiğini söyleyip bitirmiş. Memet Fuat'ın edebiyat dünyamıza kattıkları malum, toplumcu gerçekçi kanada yakınlıktan ötürü yazdığı öyküler ve şiirler gündelik problemlere ağırlık veriyor, bunun yanında yayıncılığı ve eleştirmenliği -bana göre- daha önemli. Ne yazık ki anılarında bu uğraşlarına pek yer vermiyor, daha çok Erenköy-Göztepe-Altunizade üçgenindeki eski zaman insanlarına ve köşklerine değiniyor, kendi çocukluğuna ve gençliğine yükleniyor, çağrışımlardan yola çıkarak geçmişi inşa ediyor. Tabii bu geçmişte uğruna onca şiir yazılan, doludizgin bir aşkı bir yere kadar, her şeye rağmen sürdüren Piraye'nin ağırlığı var, anne olarak oldukça sevecen, çocuklarına düşkün bir kadın, öte yandan Fuat'ın incelikle anlattığı Nâzım Hikmet'in Piraye'si aşkına sadık, eşi Çankırı'da ve Bursa'da hapis cezasını çekerken elinden geleni yaparak eşini yalnız bırakmayan bir kadın. Çankırı'da ev tutuyor, insanların söylediklerine kulaklarını tıkayarak sevdiği adamı görmek için yüzlerce kilometre yol gidiyor. Utanırmış Piraye, Nâzım Hikmet'in coşkunluğuna sahip değilmiş, herkesin içinde sarılıp yakınlaşmak istemezmiş. Uyumsuz gibi duruyorlar, aşk sürdüğü müddetçe bu uyumsuzluk çekicilikle birmiş ama sonrasında başka kadınlar ortaya çıkınca, Nâzım Hikmet'in de salıverilmesi gündeme gelince bir mektup ayırmış ikisini. Mektupta artık bir araya gelmelerinin mümkün olmadığı yazılıymış, Nâzım Hikmet'in yeğeni, değerli çevirmen Rasih Güran ağlayarak getirmiş mektubu. Piraye soğukkanlılıkla karşılamış ayrılığı, zaten bir gün ayrılacaklarını, aldatılmalara daha fazla katlanamayacağı bir zamanın geleceğini bildiğini söylüyor. Sonrasında Nâzım Hikmet'in barışma çabaları olmuşsa da Piraye için biten bitmiş, geriye dönmek mümkün değil. İlk evliliğini on beş yaşında yapan, iki çocuk doğuran ve on yedisinde kocasının kendisini bırakıp gitmesiyle hayal kırıklığına uğrayan Piraye, ikinci hayal kırıklığından sonra hayatına kimseyi sokmamış bir daha, Nâzım'dan sonra bir daha kimseyi öyle sevemeyeceğini söylemiş ve yalnızlığa çekilmiş.

Memet Fuat hatırlıyor, 1995'ten 1920'lerin Kadıköy'ü pek parlak, güzel gözüküyor. Küçükyalı'da oturuyorum ben, anlatılan yerlerde birçok kez bulunduğum, boş zamanlarımda sokak sokak gezdiğim için gözümde canlandı her şey. Ethem Efendi'deki köşk otuz dönümlük arazi üzerine kuruluymuş, bir ucu istasyona yakın, diğer ucu bugünkü Bağdat Caddesi'ne bakıyor herhalde. Muazzam büyük bir alan, komşu köşklerle birlikte dev bir yeşilliğin içinde birkaç binadan başka bir şey yok. Hatırlayamadığım pek çok yazar bu yakanın o zamanlarını anlatmıştır, şimdi hatırladığım iki metin: Melih Cevdet Anday'ın Aylaklar romanı, bir de Peride Celal'in bir romanı, neydi o? İnsanlar sahile inip denize girerlermiş, Pendik'e kadar sahil varmış, müthiş bir şey. Sonra parsel parsel satılmış tabii bu arsalar, önce başka köşkler belirmiş, sonra bu köşkler de yıkılıp koca koca apartmanlar dikilmiş. Numunelik birkaç köşke rastlayabilirsiniz, daha çok üst taraflarda. Erenköy Fizik ve Tedavi Hastanesi'nin bahçesinde bir tane var, über süper lüks bir iki sitenin bahçesinde de duruyor öyle, cıvık bir beyaza, kırmızıya boyanmış, geçmiş zamanın güzellikleri berbat edilmiş. Zevksizlikte çığır üstüne çığır açıyoruz, malum. Neyse, Fuat'ın dedesi Mehmet Ali Paşa'nın anılarda aslan payı var, köşkün sahibi olarak hemen her yere burnunu sokan uçarı bir adam. Torunlarını o kadar seviyor ki Fuat'ın aşırı kilo aldığı bir dönemdeki zayıflama çabalarına karşı çıkıyor, torununa yedirdikçe yedirmek istiyor ve istediğini yapamayınca onca orduyu yönettiğini ama bir çocuğu yönetemediğini söyleyip torununu kovalamaya başlıyor. Matrak bir adam. Oğulları, kızları, hepsi ayrı bir alem. Kimin kim olduğuna pek girmek istemiyorum, o kadar çok insan var ki işin içinden çıkamam, çok önemli olaylara değineceğim sadece. Bir iki detay vereyim ama, o dönemdeki çoğu aile birbirini tanıyor, İstanbul o zamanlar küçük bir yer, dolayısıyla ailelerde pek gizli saklı olay olmuyor. Piraye'nin ilk eşi Vedat Örfi Bengü çok yönlü bir adam, yazarlığı var, müzisyenliği var, yönetmenliği var, yerinde duramayan biri. Paris'e gidiyor ve başka kadınlarla takılmaya başlıyor. İlginç bir şey, Vedat Örfi'nin Mısır sinemasının kurucusu olduğu yazılıp çizilmiş bir zaman, Mısır'a geçip orada birkaç film çekmiş, tekniği öğretmiş sanırım. Neyse, kadınlarla olan mevzu hemen duyuluyor tabii, Piraye dört yıl bekledikten sonra ümidi kesip babasının evine dönüyor, talipleri çıkıyor ortay. Sonra Nâzım Hikmet'le tanışıyor ve hayatı bir kere daha değişiyor. Cihangir'deki evde yaşamaya başlıyorlar, Nâzım Hikmet sinema sektöründe çalışıyor o yıllarda, hapse girmeden önce. İpek Film için film çekiyor, seslendirme yapıyor, Shakespeare'den çeviriler yapıyor falan, ekmeğini sinemadan kazanıyor yani. Erenköy'deki köşkte de filmler çevriliyor haliyle, Muhsin Ertuğrul başta olmak üzere pek çok sanatçı gelip gidiyor eve. Bu dönemin anıları çok hoş, yokluklar içinde bir şeyler yapmaya çalışan insanların mücadeleleri. Köşkte çalışanlar, çalışanların çocukları, komşular, komşuların çocukları derken kadro genişledikçe genişliyor, nehir anı bu. Bir iki mesele tekrar tekrar ele alınıyor dolayısıyla, kronolojik bir yapı yok.

Abdülhamid bahsi ilginç. Dede ketum, pek bir şey anlatmıyor, kardeşinin padişah damadı olması dolayısıyla ülke dışına çıkarıldığı zaman da pek bir tepki vermiyor. Dedesinin Abdülhamid'e dair anlattığı tek bir anı var, o da ekmeğe zam yapıldığı zaman Abdülhamid'in odasında döne döne uyuyamadığı. Bunun yanında açıktan bir övgü veya yergi yok. Atatürk'le ilgili de aynı durum söz konusu, doğrudan bir söz, bir şey yok. Cumhuriyet ilan edildikten sonra pek bir şey yok, Fuat anlatmıyor en azından. Tek bir nokta var, mimariyle ilgili bir meselede yeni çıkan bir kanuna uymuyorlar, sorunu tanıdıklarıyla hallediyorlar, sıkı ilişkileri var kısacası. Nâzım Hikmet'le ilgili meseleye güçleri yetmiyor tabii, Fevzi Çakmak'ın kızından yardım istiyorlar, ağır hasta olan ve kızını çok seven Fevzi Çakmak mevzu açılır açılmaz çıkıp gidiyor odadan, kızını dinlemiyor. Çok sonraları yurt dışından yükselen protestolara yurt içindeki sesler de karışıyor da o şekilde serbest kalıyor Nâzım Hikmet, bir süreliğine tabii. Tekrar hapse girme tehlikesi ortaya çıkınca Refik Erduran'ın yardımıyla Rusya'ya kaçıyor, iyi de ediyor. Başka bir ilginç mesele, Yahya Kemal hakkında kötü bir şey söylemiyor ve söyletmiyor Nâzım Hikmet, Galata Köprüsü'nde tek başına eylem yapan annesini görmezden gelen şaire duyduğu saygı büyük. Annesiyle Yahya Kemal arasında bir şeyler yaşanmış, Yahya Kemal evlilikten son anda vazgeçmiş diye hatırlıyorum, yanlış olabilir.

600 sayfa boyunca geçmişin bir muhasebesi tutuluyor, şahane. Memet Fuat'ın okul yılları, üniversite yılları, Nâzım'la geçen zamanları, askerlik dönemi derken kişisel bir tarihin en parlak anlarına şahit oluyoruz, pek hoş. İlgilisi mutlaka okumalı.

1 yorum:

  1. büyüyen ay , arifan, ketebe gibi yayınevlerinin olmaması büyük eksiklik. çok güzel bir blog tebrik ederim

    YanıtlaSil