8 Haziran 2015 Pazartesi

Yıldırım Keskin - Yoldan Geçen Adam

Erhan Bener gibi diplomat bir yazar. Büyükelçilik dahil olmak üzere memleketi süper temsil etmiş, yanında ödüllü tiyatro oyunları yazmış, öykü ve roman türünde eserler vermiş bir amcamız. Ölümü Bekleyen Kent, 1997 Orhan Kemal Roman Ödülü'nün sahibi. 2012'de hayatını kaybetmiş Yıldırım Keskin, okurlara bu karanlık adamı keşfetmek kaldı.

Keskin'in kara öyküleri insanın süreğen tedirginliklerinin belli izleklerle bir araya gelmesinden oluşuyor ve bir diğerini tanıyamama sıkıntısıyla baş edememek, ardından gelen özdeşim problemi hiçliğe giden bir yol açıyor. Bu bağlamda yaratılan dünyada karakterlerin kendine yer bulma çabası kimlik krizlerini tetikliyor; neredeyiz ve yolculuk nereye devam edecek? İnsanlara tabii, bütün sancılarına ve korkularına rağmen yolculuğu sürdüreceğiz.

Yoldan Geçen Adam: "Sıcaktı." Maskeli, sarı çorap üzerine mor ayakkabı giyen bir adamın umursamaz yürüyüşü sıcak havayla birleşince herkesin ilgisini çeker. Peşine takılanlar adamın kim olduğunu sorup durur. Boşluklarla ayrılmış her bölüm, başa yazdığım ilk cümleyle başlar. Birçok kişi maskeli adamı görür, karakterler birkaç kısa cümleyle örülür ve herkes adamı takip eder. Adamın arkasında kalabalık birikir, soruların cevaplanması gerekir. Bir polisin adamı vurmasıyla gizem çözülür. Hiçbir şey. Toplumsal paranoya bilinmeyeni ortaya çıkaramasa da yok eder, böylece çözüme kavuşulur. Sade bir yol; soru işaretlerini silahlarla yok etmek kolaydır. Bunun için kaç ölünün gerektiğini bir düşünmek gerek.

Ben Kimim?: Siz olduğunuz kişi değilsiniz. Eşiniz de değil. Çocuklarınız hiç değil. Sizin işiniz asıl işiniz değil. Adınız farklı, yaptığınız iş farklı. Bunu kabul etmelisiniz. Bunu kabul etmek çok kolay. Bunu kabul etmeniz için aynı cümleyi bunu kabul etmeniz için aynı cümleyi bunu kabul etmeniz psikolojik baskı uygulanabilir. Kabul etmezsiniz, kim olduğunuzu sizden iyi kim bilecek? Hayır, başkalarının bilmesine imkan yok. Olmaz mı, cinsel organınıza verilen elektrik bilir. Sopalar bilir. Kerpetenler bilir. Kim olduğunuzu en iyi acı bilir. Mesela Theon Greyjoy kim olduğunu biliyordu. Bir zamanlar.

Diyalog öykü. Tepenizde sadece yüzünüzü aydınlatan ışığın varlığını bile hissedeceksiniz.

Yıldızlar ve İnsanlar: Fransa'da çeşitli milletlerden müteşekkil bir arkadaş grubu, bir tane Türk var. Otobiyografik bir mevzu olabilir. Cezayirli arkadaşın memleketinde savaş var ve köyü yakılmış, ailesinden haber alamıyor. Kimi ailesini, kimi arkadaşlarını araya sokarak Cezayirlinin ailesinden haber almaya çalışıyor ve yapacak bir şey kalmayınca dansa gidiliyor. Yaşam bir şekilde devam ediyor, ölümün biyolojik engeli kalkmadıkça -ailenin ölümüyle bu engel kalkar ama karşıdan karşıya geçerken kafanıza bir piyanonun düşüp düşmeyeceği hakkında kesin bir şey söyleyemeyiz tabii- dans edilebilir, yıldızlara bakılabilir ve savaş kahramanlarının heykelleri hakkında atıp tutma hakkı sabittir. Anlatıcının heykellerle alıp veremediğini -savaşın ne kadar da kötü bir şey olması gibi- takdir ediyor, şöyle bir bölümünü de alıyorum: "Brezilya'nın kuzeyinde Bahia kentinin en görkemli alanında bir anıt varmış. Dört köşesinde birer kadın poposu bulunurmuş bu anıtın. Her kente dikilmesi gereken anıt budur kanımca." (s. 55) Hay yaşa!

Kutsal Canavar (Bağışlanmış Canavar): Tiyatrocu bacımız geçen yılların ağırlığını omuzlarında hisseder, repliklerini unutur ve üç yüz kez aynı oyunu oynadıktan sonra tiyatroyu bırakmaya karar verir. Bir an.

"'Bir insan kendi yaşamına karşı savaşmaz Béatrice... savaşamaz...'" (s. 76)

Safa Bey: Mahmut Bey'in evinin önüne bir adam dadanır, ilk öyküdeki adam gibi bir adam. Gece gündüz aynı noktadan eve bakar. Safa Bey'i beklemektedir sözde, mahallede öyle biri olmamasına rağmen. Adım adım yükselen gerginliğin sonucu ev değiştirmeye kadar gider, Mahmut Bet ve ailesi başka bir semte taşınır. Sürpriz; gece aynı adamı karanlıkların içinde eve bakarken görürler. Yabancılıktan kurtulamama paranoyası.

Yaşamın Karanlık Sularında: Evet, Keskin'in anlatısının zirve yaptığı nokta burası zannediyorum. Zamanında ASALA'nın Türk diplomatlara suikast üstüne suikast düzenlemesiyle konsolos çalışanları silahlandırılır ve korkunun her ana işlediği bir kubbede değişim, sorgulama başlar. Güvenlik kaygısı, kişinin korumalarla, çelik yeleklerle çevrildiği bir zamanın geçmesini beklemesini sıkışmışlık duygusuna hapseder. Hiçliğe bir pencere açılır.

"İnsanın dramı, yaşamın hiçliğinde değil, o hiçe inanmamaktaki ısrarındadır." (s. 122)

Giovanni Papini'nin de kafayı kırdığı bir mevzuya rastlıyoruz: "İnsan, yaşamını bir giysi gibi çıkarıp yanına koyabilse, ya da bir yılanın derisinden sıyrılması gibi, yaşamından çekilebilse..." (s. 122)

İnsanın kendini sürekli yenileyen doğasından kaçmak mümkün değil, insan kendine mahkum. Başkalarının cehennem olmadığı durumlar -ki bence bu durumlar da iyidir, dışlanmaması gerekir- bu sancıyı ortadan kaldırabilir, bir başkasında kendini arayış başladığı zaman insanın özü birçok parçanın farklı anlamlar, duygular vs. kazanmasıyla ayrıldığı gibi tekrar birleşir, bize her an farklı bir benlik kazandıran budur. Silahların tehdidi altındayken bunu duyumsayamamanın dehşetini düşünün bir. İnsan boşluğu hissettiğinde bir parçasını o boşlukta bırakır, geri alamamacasına.

Keskin'in öyküleri insanın dipsiz çukurunda yankılanıyor, dinlemek isterseniz...

Yazarın üç favorisini ekleyerek bitiriyorum: Malraux, Faulkner, Céline.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder