"Kafamı, içindeki çöplükten -büzükler, bayraklar, donlar- arındırmaya çalışıyorum galiba. Evet, bu kitapta bir de don resmi var. Diğer kitaplarımdan karakterler de attırıveriyorum araya. Başka soytarılık yok.
Kafamı elli yıl önce bu hasarlı gezegende doğduğumdaki bomboşluğuna döndürmeye çalışıyorum galiba." (s. 23)
Vonnegut dünyayla doldurduğu çöplüğü salıyor, araya Allahlı, razılı kitaptan bir adam bırakıyor, çizimleriyle bir büzüğün nasıl olması gerektiğini ve donu anlatıyor. Siz de şampiyonların kahvaltısından tırtıklamak isterseniz arayacağınız numara belli. Alttan hızla akan ve sizi hacamat edecek kampanya şartlarını okumayın. Nüfusun çoğu okuma yazma bilmesine rağmen bilmiyor. Kapatalım dükkanı gitsin.
Dwayne Hoover bir araba satıcısıdır. Kafayı yiyene kadar.
1492'de kıtada zaten milyonlarca insan dopdolu ve yaratıcı hayatlar sürüyordu. 1492, korsanların onları aldatmaya ve soymaya ve öldürmeye başladığı tarihti. Ya. The Sopranos'un Kolomb ve kızılderili içeren bölümünü hatırlayalım. Yoz insanları da hatırlayalım, mesela yoksullar için çalışan ama aslında onlar için çalışmayan siyah adam. "Revolution... The revolution got sold, Ronnie."
Falan filan.
Dwayne, Kilgore'un bir kitabını okudu ve dünyadaki özgür iradeye sahip tek varlık olduğu sanrısına -sanrıysa eğer- kapıldı. Herkes robottu, yaşam planlanmış bir şekilde sürüp gidiyordu. Seçimler belliydi, özgürlük belliydi. Panoptikonal yapı kurulmuştu, öyle başarılıydı ki insanlar nereye bakmaları gerektiğinin ötesinde, izlenip izlenmediklerini bile bilmiyorlardı.
Mezar taşlarını da ekleyin, Vonnegut'ın çizimleriyle taşlar son derece iştah açıcı gözüküyor. Adamımız mevzu edilen davette içkisini içerken -Tanrılığını belirtmek lazım çünkü adam Tanrı, bir kere kitap onun- karakterlerini oradan oraya götürebilir, kıçlarında papatyalar açtırabilir. Anlatıcının Tanrılığı, Tanrının yazarlığı bu kadar.
Okur, bir kaşık al.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder