2 Ağustos 2015 Pazar

Roddy Doyle - Boğa Güreşi

Man Booker ödülü sahibi İrlandalı yazarın bizdeki ilk kitabı. Orta sınıfın maişet temini, yalnızlık problemleri, ailevi sıkıntıları falan. Yitirilmiş geçmişin muhasebesi, şimdiyi işgal ediyor. Küçük evlerden büyük dramlar. Başarısızlık duygusu. Ölümle yüzleşme. Basit insanın kaosu derin oluyor. Diyaloglar basit, ruhlar ağır.

Şifa Bulmak: Bay Hanahoe her gün yürüyor, doktor tavsiyesi. Mekanlar tanıdık, her gün yüzleşilmesi gereken bir geçmiş var. İnsan kendini insanda tanır, Hanahoe kendinde tanımaya çalışıyor ama derin duygusal ilişkilerin yoksunluğu buna pek fırsat vermiyor. Küçük bir kızla az gevezelik yapınca mutlu olup evine dönüyor. Bu kadar.

Fotoğraf: Martin fotoğrafına bakıyor. Saçları dökülmüş biraz. Birkaç çizgi. Geleceğin o uçsuz bucaksız günlerine ayrılmış onca planın çöküşünü fotoğrafta görüyor ama hiçbir şey ölen yakın arkadaşın tabutuna konan fotoğraftaki kadar kötü değil. İki fotoğraf, birinde Martin. Hâlâ yaşıyor. En kötüsünü yaşamıyor herhalde, hayatta olduğuna göre.

Öğretmen: Fatih Hoca, Zonguldak'tan öğretmen arkadaşım. Iğdır'dan gelmişti. İzmirli. Memleketine yaklaşıyor ama birkaç senesi daha var oraya gidebilmek için. Her neyse, bir anısını anlatmıştı. Fatih Hoca yetenekli, araştırmayı seven bir adamdı. Freelance işler yapardı fizikle alakalı. Zannediyorum biraz da zorunluluktan öğretmen olmuş. Neyse, Iğdır'da çalışırken bir gün müdürüyle konuşuyorlar falan, adam Fatih Hoca'nın ışığını fark etmiş. Biraz öne eğiliyor.

"Oğlum, öğretmenlik boş adamın mesleğidir. Kaçmaya bak."

Boş adam mesleği... Bu öyküdeki öğretmen boş adam olup olmadığını düşünüyor. Yirmi küsur yıldır bir şeyler vermeye çalışıyor, kendinden vazgeçtiğini düşününce çıkamıyor işin içinden. Başlamadan biten bir ilişkinin ve orta sınıfın alt sınıfla korkutulması sonucu Fatih Hoca'nın, öyküdeki hocanın, orta sınıfın çıkmazının umutsuzluğunu yaşıyor. Ders başlayana kadar. Her şey baştan, soldan mutluluğu say.

Köle: "Mutfakta bir sıçan bulduğunuzda, dünya bir süre için dolambaçsız, anlaşılır bir yer olmaktan çıkar. Onu yeniden kazanmak istersiniz. Benimki de o hesap. Dünyamı yeniden kazanmaya çalışıyorum." (s. 66)

Adamımız 42 yaşında, eli yüzü düzgün falan, mutlu bir evliliği ve birkaç çocuğu olan, kaçamak yapmak istese de dürtüsünü bastıran bir kişioğlu. Mutfağında gördüğü fareyle mücadelesi dengeleri sarsıyor, rasyonelliğe dönüş için geçmişiyle şöyle bir itişmesi lazım. Fare ölüyor, tık sesiyle her şey rayına oturuyor.

Fıkra: "Tabii, eşim gelip alır sizi."

Adam almak istemiyor. Adam eşini görmek istemiyor, o evde yaşamak istemiyor. Suçu eşinde arıyor, kısmen buluyor. Çocuklarında bulamıyor. Eşi. Belki eski günlerdeki gibi bir espri yapıp kadını güldürse her şey çok daha iyi olacak. Yıllar geçmiş, kadın anlar mı? Ayak sesleri. Acaba espriyi... Kadın kapıda belirdi.

Kan: Abi...Yani diğer öyküler de aşağı yukarı şu özetlediklerim gibi ama bu öykü... Hayatımda okuduğum en gerim gerim geren öykülerden biri, kayıp yaşamların ağırlaştırdığı öykülerin arasından pırtlıyor. Bir pik, diğerlerinden apayrı bir noktada. Müthiş.

Demir tadının bağımlısı bir adam var, Dracula'yı izlerken uyuyakalan bir adam. Kendi hikâyesini bildiği için izlemekten sıkıldı herhalde. Kan bulmaya çalışıyor ve eşine yakalanmadan yapacak ne yapacaksa. Buzdolabındaki tavuğun kanlı suyunu içerek başlıyor, susuzluğu giderek artıyor. Ulan ellerim terledi bak hatırladım da.

Bir bu kadar öykü daha. Ben şahsen pek sevdim, doğal trajedilere rahatlıkla rastlayamadığım için sanıyorum. Edininiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder