7 Nisan 2018 Cumartesi

J. G. Ballard - Güneş İmparatorluğu

Öksüzlüğümüz olarak biliniyor ama bendeki versiyonunun adıyla anayım, Çocukluğumu Ararken'de Japon işgali altındaki Çin'e dönen Christopher'ın ebeveynini arayışında arka planı oluşturan Şangay'ı bütün kaotikliğiyle görürüz, mekânın karmaşası anlatıyı da biçimler ve kopuk bölümler parçalı bir geçmişin bir araya getirilmesi çabasını yeterince zorlaştırır. İşiguro sağlam bir anlatı kimliği oturtmuştur, metni sıkıdır. Ortamı düşünüyorum, savaşın palazlandığı yıl dünyanın düzenli akışından kopuşun izine pek rastlanmaz, asıl hasar kırklı yıllara girildikten sonra ortaya çıkar. Şangay savaştan çok önce yıpratılmış bir şehirdir, sokaklarında her gün onlarca insanın ölüsüne rastlanır ve yoksulluk her yerdedir, insanların içi dahil. Buradan Ballard'a bağlayacağım, otobiyografik metni Hayatın Mucizeleri'nde otuzlu yıllardan Japonların kenti basmasına kadar geçen süredeki Şangay'ı anlatır, gördüğü kadarıyla. Yirmili yıllarda İngiltere'den Çin'e göçen ebeveyninin sunduğu yalıtılmış dünyada büyüyen bir çocuk için ölüm ve yoksulluk sıradanlaşır, ailenin sunduğu konforlu yaşamla duvarların ötesindeki şehrin yarattığı zıtlık, Ballard'ın dünyayı anlamlandırmasında ilk basamak görevindedir. Güneş İmparatorluğu'nu okuduktan sonra Hayatın Mucizeleri'ni okumak lazım; Ballard'ın kendi yaşamını ne ölçüde kurduğu ve yaşandığı gibi anlattığı böylece anlaşılabilir. Şangay açısından değişen bir şey yok, kaos aynı.

Hayatın Mucizeleri'yle bakışımlı anlatmayacağım, metne direkt bakacağım. Filme de değinmeyeceğim, Bale'ın iyi bir oyuncu olacağı belliymiş, bunu söyleyip geçeyim.

Ballard çocukluk anılarından yola çıktığını söylüyor, Şangay ve Longhua Kampı'ndaki anılarını çocukluğunun büyülü dünyasıyla örüldüğü gibi anlatıyor. Yetişkin bir adamın sesini duyuyoruz, Jim'in toplama kampındaki mücadelesi ve sihirli insanlar olarak gördüğü Japon askerleriyle kurduğu ilişkiler bu ses tarafından kurulsa da onlu yaşlarındaki çocuğun gözlerinden görülen dünyayı bozmuyor.

Savaş, görsel enstrümanlarıyla geliyor önce. Sinemalarda gösterilen savaş/propaganda filmleri insanların neyle karşılaşacakları hakkında bir fikir veriyor ama Batılıların yaşadığı bölgede her şey kontrol altında gibi gözüküyor. Dünyanın geri kalanı alev alev yanabilir, duvarlar arkasında her şey gerçekleşir ama konfor alanından çıkmadığı sürece Jim için her şey filmlerdeki gibi; ölüler ve bombalar pek korkutucu değil, perdenin yarattığı simülasyondan parçalar sadece. Anne ve babanın şefkati her şeyi görmezden getirmeye yetiyor, bir süreliğine. Fahişeler, takım elbiseli adamların mafya serüvenleri, ışıl ışıl şehrin maviye ve kırmızıya boyadığı sokaklar çocuğun imgelerini şekillendiriyor, her şeye uçucu bir hava veriyor. İşgal edilmeyeceği düşünülen Singapur'a başlayan göç, yavaş yavaş ortadan kaybolan Batılılar savaşın adım adım yaklaştığını söylüyor ama geçici olarak her şey yolunda. Jim bisikletiyle dolaşıyor, memleketi Almanlar tarafından ele geçirilmiş dadısıyla ders çalışıyor ve yoksulluğu keşfediyor. Komünist olabilir, ateist de olabilir, aklında döndürüp durduğu meseleler üzerinde çokça düşünüyor ve insanları bu düşüncelerle şok edebileceğini biliyor. İlgi çekici fikirlere açık Jim, kısıtlı dünyasında çatlaklar oluşturmak için elinde malzemeler var. Savaşla birlikte hepsi bir yere oturacak, kaybolup belirecek, insanlar gibi. Komşuların bazıları göç ediyor ama Bay Maxted gibileri toplama kamplarında karşısına çıkacak, yıllar sonra.

Saldırı sırasında oteldeler, Jim pencereden denize bakıyor ve kruvazörlerin ele geçirilişini, Japon askerlerin sokaklarda koşuştuklarını görüyor ve aklında dinbilgisi sınavı var ama babası okulun tatil olacağını, hatta bir daha açılmayacağını biliyor, Jim'i alıp hengâmenin ortasında koşturuyor, arabaya ulaşmaya çalışıyor. Bu sırada Jim'in gördüğü manzara: Cesetler cenaze çiçekleriyle birlikte suda yüzüyor. Gelenek olarak suya bırakılan çiçekler, tanıştıkları cesetlerle birlikte adandıkları ölülerden uzaklaşıyor. Baba, koşuşturma esnasında Çinli ve Avrupalı askerleri kurtarmaya çalışıyor ve eldiveni, yanan bir askerin elinin derisiyle kaplanıyor. Durmadan kaçıyorlar ama kalabalıkta ayrı düşüyorlar, yaralanan Jim hastaneye kaldırılıyor ve ailesinden kopuyor, yıllar boyunca onları arayacağı bir serüvene atılıyor. Bir sonraki görüşmeleri savaşın sonlanmasıyla gerçekleşecek ama değişmiş olacaklar, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Jim'in hastaneden çıkmasıyla toplama kampına gelmesi arasında gergin bir sürükleniş var. Eski evine giden Jim, Japonlarla karşılaşır ve onlara duyduğu derin saygıdan ötürü herhangi bir korku belirtisi göstermez. Japon askerler de genelde Jim'i severler, bu korkusuz çocuğa kötülük yapmazlar. Adamların ne kadar sarsılmaz ve geleneklerine bağlı olduğunun farkındadır Jim, bu yüzden savaşın sonuna kadar şahit olacağı katliamlara rağmen Japonlara olan sempatisi bitmeyecektir. İşgalcilerin insanlara herhangi bir kötülükte bulunduklarını görmeyiz pek, onlar imparatorlarına bağlı insanlardır ve sadece verilen emirleri yerine getirirler, onun dışında yıkıcılıktan uzaktırlar. Çinliler daha fenadır; Jim'i kovalayan eli bıçaklı adam ve Batılıların evlerinde Jim'le arkadaşlarına bakıp işgalle birlikte acımasızlaşan dadılar çok daha kötüdür. "Jim, Çinlilerin hayatta olduklarını kendilerine hatırlatmak için bu ölüm manzarasından zevk aldıklarına karar vermişti. Yine aynı nedenle dünyayı bir şey sanmanın saçmalığını kendilerine hatırlatmak için acımasız olmaktan hoşlanıyorlardı." (s. 49) Bu dadılardan tokat yiyen Jim, bisikletine atlayıp yaşadığı evden ayrılır ve ailesini aramaya devam eder. Yüzleri yavaş yavaş kaybolur, Jim unutuşun acısını duymaz. Hayatta kalmaya çalışır, böylece Basie'yle tanışır. Kaostan beslenen bir Avrupalıdır Basie, ticari gemilerde denizcilik yaparken patlayan savaştan kurtulmak için Şangay'da ne bulursa alıp satmaya başlar. Jim'i de satmaya çalışır ama alıcısı çıkmayınca çocuğu yanında götürür. Jim, Basie'ye ve hayatta kalmak için çabalayan herkese saygı duyduğundan adamla birlikte yolculuk etmeye başlar.

Toplama kampı kısmı, metnin yarıdan fazlasını oluşturur. Küçücük bir alanda iki yıldan fazla yaşar Jim, Amerikan uçaklarının bombalarından yırtmak için Japonlara işe yarayacak bir taktiği vermenin kıyısından döner, protein ihtiyacını karşılamak için buğday bitlerini yer, değiş tokuşlarla birçok mal edinir ve Amerikan dergilerini yutarcasına okur. Kamptaki güç dengelerini gözlemlemesi, insanlarla olan ilişkileri ve Japonların kaya gibi sert disiplini gibi pek çok etken, yaşamın minyatürünü sunar ona. Nagazaki'ye atılan atom bombasının aydınlattığı havaya şahit olur ve savaşın biteceğini öğrenir, üzücü bir gelişme olarak savaşın bitmesini bekler. Kamptan ayrılmayı pek istemez, evi saydığı bu yerin onun hayatında büyük bir yeri vardır ama zamanı gelince Japonların boşalttıkları alandan çıkar, kararsız hale gelen Japon askerlerinden kaçarak ailesine kavuşur. Özgürlüğüne kavuşur denemez, kampta daha özgür olduğunu düşünmek için pek çok sebep var.

Spielberg, atom bombasının beyaz ışığını gören çocuğun masumiyetini yitirdiğini söylüyor ama Jim'in bir şey yitirdiğini sanmam, o zaten havada uçuşan fikirlerin peşinde koşarak özgürlüğünü sürdürüyordu, fillerin tepişmesini görünce gözlerini devirip yaşamaya devam etmekten başka bir şey yapmıyor. Dünyanın acımasızlığı diye bir şey yok, Jim'in bu acımasızlıkta herhangi bir söz sahibi olamaması böyle bir masumiyetin varlığını çok önceden yok ediyor, Jim bunun farkında olarak ateizmi, komünizmi, kutsal metinleri ve benzeri pek çok şeyi belli çerçevelere oturtmuş olarak beliren bir karakter. Gerçekliğe yakınlığı ölçüsünde iyi kurulmuş bir karakter aynı zamanda.

Ballard'ın curcuna ortasında yaşama pratiği. Çok iyi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder