9 Şubat 2019 Cumartesi

Dag Solstad - Mahcubiyet ve Haysiyet

Aklımda Marillion'ın The Invisible Man'i dönüp durdu.

"The world's gone mad / And I have lost touch / I shouldn't admit it / But I have / It slipped away while I was distracted / I haven't changed / I swear I haven't changed / How did this happen?"

Patlama anının doğallığına bakınca dayanabileceği kadar dayandığını görüyorum adamın. Ibsen'in bir oyununu anlatıyor, öğrenciler dinlemiyor, öğrenciler koca bir kültürü umursamıyor, yirmi beş yılın ardından öğretmenliğini kaldırıp atası geliyor adamın ama bunu da yapamıyor, en sonunda dersi biter bitmez evine gitmek için hareketleniyor, dışarıda yağmur var, adamın şemsiyesi açılmıyor, adam şemsiyesini taşlara vura vura açmaya çalışırken ellerini yaralıyor, şemsiyesini parçalıyor, kendisini izleyen öğrencilerden birine amcık olduğuna dair enformatik bir nida salıyor, kıza söylemediğini bırakmıyor ve yürümeye başlıyor. Norveç'in sokakları, yağmuru, karanlığı. Kendini tutmaya çalıştığı için geçmişine yöneliyor. Anılardan ulaştığı şimdide koca bir yıkıntı duruyor. İşinden olacak, kariyeri mahvolacak, saygınlığı yitecek ama daha kötüsünü çoktan yaşadığını görüyor. Yaşamını ilk kez düşünmüyor ama o aydınlanmayı ilk kez yaşıyor, görüşünde ilk defa bir berraklık var. Bunu anlatımın biçim değiştirmesinden anlayabiliyoruz.

Başa dönmem lazım. Elias Rukla ellilerinin sonuna gelmiş bir edebiyat öğretmeni. Ağır ağır kurulan, detaylarına anlatının ilerleyişiyle kavuşan bir kurmaca olduğu için bu, en başta kahvaltıyla açılan bir sahneyle karşılaşıyoruz. Hafif tombul karısıyla kahvaltı ediyor adam, birkaç kitabını ve şemsiyesini çantasına yerleştiriyor ve zorlama bir şekilde vedalaşıyor karısıyla. Evliliklerinde aksayan yanların yıllanmışlığını seziyoruz ama henüz hiçbir şey bilmiyoruz tabii, adam evden çıkıyor, okula gidiyor ve dersini anlatmaya başlıyor. Ibsen'den Yaban Ördekleri. Her sene veya dönem dört metin işliyor yıllardır, biri bu. Sorulduğu zaman favori yazarları arasında Ibsen'i söylemeyecek, daha modern isimlerden bahsedecek ve öğrencilerini etkileyecek. Konuşması bile hazır, aklında kurmuş. Norveç kültürünün en önemli temsilcisi Elias, okulda durum bu. "Gerçek şuydu, çok iyi eğitim almış yetişkin bir adam, yirmi beş yıldır masrafları kamu tarafından karşılanmak suretiyle bu sınıfta oturuyor ve öğrenilerin sıkılıp sıkılmadıklarını dikkate almaksızın ortak kültür mirasımıza ait edebi eserlerin bir bölümünü ders olarak işliyordu." (s. 18) Yirmi beş yıl durmadan anlatmış, kültürün aktarımı için uğraşmış ama bir şeylerin değiştiğinin farkına varmamış. Serbest dolaylı anlatım vasıtasıyla anlatıcı ve Elias'ın düşünceleri birleştiğinde, Elias karikatürleştirildiğinde -önem verdiği meseleler tekrarlanır, birkaç defa, Murtaza'nın aşırı tekrarları gibi değil de aralara sıkıştırılmış tekrarlar, Elias okulda bu tekrarlardan ibaret- karakterden çok tip niteliği kazanır adam; anlattığı oyundaki karakterleri irdeleyişinde, öğrencilere bakış açısı kazandırmaya çalıştığında eskidiğini fark etmesi gerekirken fark etmez, örneğin Ibsen'in bazı oyunlarında polisiye ögelerin bulunduğunu anlatabilir, başka şeyler anlatabilir, yenilikçi bir bakış açısıyla eğitim verebilir ama yaşamında saplanıp kaldığı bir nokta var, oradan öteye geçemeyen Elias için saplandığı yer sadece yaş almasına, zihinsel olarak değişememesine neden olmuş. Dersi anlatırken soruları, mimikleri, her şeyi yıllardır aynı. Öğrenciler hakarete uğramış gibi hissediyorlar, metni okumak dışında hiç dahil olmuyorlar derse, kendi fikirlerinin önemsenmediğini, hatta sorulmadığını görünce umudu kesmiş bir şekilde zilin çalmasını bekliyorlar. Elias düştüğü durumu iğrenç buluyor, ruhsuzluklarıyla oturan öğrencileri bir tehdit olarak görmeye başlıyor, özellikle iç çeken bir öğrenciye kızmak isteyip kızamadığında.

Kayışı kopardıktan sonra gelen işsizlik, geçinme problemleriyle birlikte Elias'ı karakter olarak buluyoruz, tipliği ortadan kalkıyor. Anlatım biçim değiştiriyor, serbest dolaylı anlatımdan tipik anlatıma dönüyor ve Elias'ın geçmişine odaklanıyoruz. Johan Corneliussen ilk kez ve Elias'ın eşi Eva Linde -bu anlatımda- daha detaylı olarak karşımıza çıkıyor. Elias'ın ellili yaşlarına finale kadar bir daha dönmeyeceğiz, 1960'lı yılların sonuna gidiyoruz. Elias'ın Johan'ın karısı olarak tanıştığı Eva'yla nasıl evlendiğini bilmiyoruz, sadece bahsi geçiyor ve evliliğe kadarki dostluk süreci metnin önemli bir bölümü boyunca anlatının odak noktası oluyor.

1966'da Johan ve Elias tanışıyor. Oslo Üniversitesi Felsefe Enstitüsünde birkaç seçmeli derse giren Elias filoloji okuyor, Johan'sa çok parlak bir felsefe öğrencisi. Bir Wittgenstein dersinden sonra tanışıyorlar, Johan Elias'ı partilere götürüyor, sabahlıyorlar, oturup bir şeyler yiyorlar, dedikodu yapıyorlar, felsefe ve edebiyat konuşuyorlar, buz hokeyi maçlarına gidiyorlar, futbolla buz hokeyini karşılaştırıyorlar, kadınlarla birlikte oluyorlar, öğrenciliğin hızlı yaşamını paylaşıyorlar. Johan'ın kendisinde ne bulduğunu bilmiyor Elias, kızların hayranı olduğu, konuştuğu zaman herkesin pür dikkat dinlediği Johan'ın ilgisini bir şekilde çekmiş ama kendisinde dikkat çekici bir şey bulamıyor, bulamadıkça rahatsızlık hissediyor ve Johan'a duyduğu hayranlıkla karışık sevgiye dayanarak dostluğu sürdürüyor. Elias pek anlamıyor Johan'ı, adamın hayata karşı duyduğu heyecan ve iştah kendisinde yok, belki de bu iştaha sahip olanların kendilerini felsefe okumaya verdiklerini düşünüyor. Kant üzerine bir tez yazarak doktorayı bitirmeyi tasarlıyor Johan, bu konuda Elias'la konuşuyorlar ama derinlikli bir konuşma değil onlarınki. Arkadaşlıkları da anları paylaşmaktan öteye geçmiyor gibi gözükürken Johan Elias'ı sevgilisiyle tanıştıracağını söylüyor. Eva'yı ilk kez Johan'ın evinde görüyor Elias, kıza hayran oluyor, hatta aşık da oluyor sonradan anladığı kadarıyla. Kız birkaç yaş küçük ikisinden de. Çok güzel, sessiz. Sekiz yıl üçünün arkadaşlığı sürüyor, bir süre sonra Johan ve Eva evleniyorlar, bir çocukları oluyor, sonra Johan ortadan kayboluyor. ABD'ye gittiğini söylüyor telefonla. Her şeyi geride bırakıyor, Eva'yla kızını da Elias'a emanet ediyor.

Johan'a odaklanıyorum. Öğrenci kulüpleri başkanlığı yapıyor, çok popüler, akıllı, aktif bir adam. Kant'ın metinlerine çalışıyor ve kültür birikimine, Kant hakkında yazılmış onca sayfaya kendi yazacağı metni de ekleme fikri heyecanlandırıyor onu. Marx'ın Kant felsefesinde temellendirdiği görüşleriyle Kant'ın görüşlerinin kıyaslandığı tez bitiyor, Johan yarı zamanlı olarak üniversitede ders vermeye başlıyor ama yokluktan kurtulamıyor bir türlü, Eva'yla kızı da var bir yandan, evlendikten sonra her şey daha da zorlaşıyor. Diğer üniversitelerin burslarına başvurmuyor, başvursa tek başına gidecek ki bunu istemiyor, ailesiyle birlikte gitse yine yoksulluktan kurtulamayacak ki bunu da istemiyor. Tüketim toplumunun kodlarını çözdükten sonra elindeki bilgiyi kullanamadığını, bütün problemin bu olduğunu fark ediyor Meksika'da katıldığı bir konferans sırasında, böylece kapitalist sistemde rahatça yaşayabileceği, bilgisini paraya çevirebileceği ABD'ye gitmeye karar veriyor. Sıkışmışlık duygusundan kurtulmak istiyor, bir reklam şirketinde iş bularak kaçıyor Elias'tan, Eva'dan ve kızından, tanıdığı herkesi geride bırakıyor. Kandırılmış hissediyorlar, Johan'ın böyle bir şey yapabileceğini hiç düşünmedikleri ve adama hayranlık duydukları için açık açık suçlayamıyorlar da Johan'ı. Sonuçta geride kalanlar birbirine tutunuyorlar, Eva ve Elias evleniyor.

Kurdukları aile Johan'dan sonra ikinci bir çürük dayanak olarak beliriyor. Seviştikleri sırada Eva başını çeviriyor sürekli. Elias sevgisini dile getirdiğinde kadın hiçbir şey söylemiyor. Bazen dalgın dalgın bakakalıyor Eva, Elias'ı gördüğü anda dalgınlığından kurtulup gülümsemeye başlıyor. Kendi durumları da iyi değil, Elias bir süredir öğretmen olarak çalışıyor ama zar zor geçiniyorlar. Bir gün mutfağı yenilemek isteyen Eva, Elias'tan olumsuz yanıt alınca adamın cimri ve aşağılık bir herif olduğunu söylüyor. Söyler söylemez pişman oluyor, gülümseyerek özür diliyor ve adama sarılıyor. Şöyle bir durum; Elias bunları "gerçekten" ilk kez düşünüyor. Öğrencisine küfredip şemsiyesini parçaladıktan sonra, elindeki kanamayı durdurmaya çalışırken aydınlanma anı yaşıyor. "Eva ona gelmişti." (s. 70) Bu kez tipleştirilmiyor Elias, kendini bir tip olarak göremiyor, yaşananları yavaş yavaş anlarken tekrarlar da azalmaya başlıyor. Eva ona geldi, Eva geldi, Eva onu istedi, öyleyse Eva sevdiğini niye hiç söylemiyor, Eva niye özveride bulunmuyor, Eva neden her şeyin en iyisini hak eden bir kadın olarak görülüyor? Eva'yla evlenmenin bedeli var, aslında yok ama var, öncelikle Johan'ın hayaleti aralarında beliriyor sürekli; ABD'den yollanan hediyeler, mektuplar... Johan hep orada. Elias, Johan'ın yükünü taşıyor bir yandan ve yeni bir başlangıç istiyor ama kendisinde de bu başlangıç için güç yok, Eva'da zaten yok, bir yıkıntının üzerinde yaşıyorlar. Eva aslında kendisini sevmiyor, hiç sevmedi, Johan'ın karşısında hiç şansı yok Elias'ın. Eva'nın kendisine gelmesinin sebebi sevgi değildi zaten, bunu anlıyor.

Hemen bir bağlantı. Sınıfta anlattığı oyundaki karakterin, aslında gereksiz olarak gördüğü karakterin, hatta Ibsen'i bu gereksizlik yüzünden eleştirmesine yol açan karakterin tek bir sözü: "'Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz.'" (s. 9) Sırf bu replik, adamın gerekliliğini, en azından bu metinde ortaya koyuyor. Yalanı elinden alınan Elias için mutluluğu yakalamak pek mümkün değil, yağmur altında tek başına yürürken. Her şeyin bittiğini düşünüyor ve metin de sonlanıyor böylece.

Gerçeği kurguluyoruz ve umduklarımız gerçekleşmeyince kendimize dönüp bakıyoruz. Görmek istemediğimiz için körüz. Her şeyin apaçık ortada olması bir önem taşımıyor, istediğimiz gibi yorumlayıp devam ediyoruz, çöküşle birlikte yeni bir gerçekliğe girişiyoruz ve bunun bir döngüye dönüşmemesini umuyoruz. Bu döngünün farkına varış anı işte, Elias'ın yaşadığı şey tam olarak bu.

2 yorum:

  1. Değerli kitapsever blogcu Mahcubiyet ve Haysiyet' i güzel tanıtmısşınız, anlamlı bir özetleme olmuş, dikkat çekilen yerler önemli. Derste okutulan kitabın adı YABAN ÖRDEĞI burada bir minik yanlış var. Bir de çeviriden, çevirmenin iyi bir iş çıkarmış mı, çıkaramamış mı bu konudan söz etseydiniz derim... Selamlar. BGSyvertsen

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba, Beyaz Zenciler'den İkarus'a ne çevirdiyseniz teşekkür ederim, okuduklarım ve okuyacaklarım için.

      Kitabın adını hemen düzeltiyorum, bir de çeviri konusunda kendimi pek yetkin görmediğim için rahatsız edici çevirilerden bahsediyorum en fazla. Çevirilerinize aşinayım uzunca bir süredir, bir şeyler söylemek gerekirse ben son derece özenli bir çevirmen olduğunuzu düşünüyorum, tercihlerinizi beğeniyorum, umarım bir gün yüz yüze teşekkür etme şansım da olur.

      Yorumunuz için de teşekkür ederim, hasılı pek teşekkür ederim.

      Sil