14 Nisan 2016 Perşembe

Oya Baydar - Çöplüğün Generali

Oya Baydar'a başlamak için yanlış bir tercih sanırım. Bir yazarı okumaya başlamadan önce bütün kitaplarını toplamaya çalışıyorum, çok seversem diğer kitapları da elimde olsun. Çöplüğün Generali'ni edinince eksik kalmadı ama dediğim gibi, yanlış bir tercih. Pek başarılı bulamadım. Dönem romanı olduğu her sayfasında hissediliyor ve anlatıyı açan, açmaya çalışan da diyebiliriz, yöntemler başarısız. Şu haliyle haber derlemesi gibi bir özelliği var. Anlattığı mevzu gerçekten önemli tabii, her gün attığımız çığlıkların duyulması gerekiyor, orası tamam ama benzer bir yarayı ele alan, yazarlığını pek sevmediğim Emrah Serbes'in Üst Kattaki Terörist nam, bu romanın otuzda biri hacmindeki öyküsünde çok daha derin bir dünya yaratılıyor, dört dörtlük. Bunun anlatım biçimine bir tık daha özen gösterilseymiş keşke.

Zannediyorum ki bu gömdüğüm ikinci kitap olacak, zira edebiyatımıza değer katacak pek bir şey bulamadım.

Roman içinde roman; ilk bölümde birbiriyle bağlantılı birçok insanın yaşadığı facialara hiçbirimiz yabancı değiliz. Ergenekon olaylarına benzeyen hadiseler büyük çaplı bir distopya yaratıyor; topraktan çıkan silahlar, bombalar, mermiler birçok insanın hayatını altüst ediyor. Alt sınıfın bin bir çile çeken insanı, devletin çarklarıyla da boğuşuyor bu yüzden. Bir anda ortadan kaybolan oğlunu arayan annenin yaşadıkları çok acı mesela, oğlan fabrikada işe giriyor ve ne yaşadıysa psikolojisi bozulunca çıkıyor oradan, sonra fabrikadan arkadaşları dediği tipler gelip alıyorlar bunu. Gerisi bilinmiyor. Anne fabrikanın arkasında bir çukurun başında soğuktan donuyor, çöp kamyonuna atıyorlar. Ağır bir gerçekçilik. ASELSAN'da çalışan mühendislerin intiharı birçok soru işareti taşıyor hâlâ, buna paralel.

Bombalar... Çöp toplayan çocukların kopan uzuvları, kodaman ailelerde yetişen çocukların ölümü, hepsi bir. Terör sınıf ayrımı yapmadan herkesi vuruyor, bu mesaj da güzel. Depolar silahlarla doluyor, devletin üst kademelerinde dönen katakulliler sivillerin başına bela oluyor ister istemez.

Bütün bunlar o dönemde yaşayan bir yazar tarafından kaleme alınıyor, bölüm bölüm. Her bölümde ayrı bir trajedi var, yazar her bölümden sonra öz eleştiri yapıyor ve yazdıklarını inceliyor. Bu fikir enteresan olsa da yeni değil, yine de yaratım sürecini irdelediğinden dikkat çekici.

İkinci ana bölümde bir psikolog, bir gazeteci ve bir jeolog var. Tabii bu anlatılan trajedilerin üzerinden yıllar geçmiş, yaklaşık 70 yıl kadar. Her şey unutulmuş, o döneme dair pek bir belge yok, insanlar bu silahların çiçek gibi açtığı bölgedeki deprem süslü patlamayı -kanıt bırakmama operasyonu- unutmuş. Psikolog kardeşimiz katılacağı bir konferansa gitmek üzere hava alanına doğru yol alırken kayboluyor ve etrafı tellerle çevrili bir bölgeye geliyor. Bir şeylerden işkillenip arkadaşlarına mevzuyu anlatıyor ve oranın haritalarda dahi yer almadığı anlaşılıyor. Her yerden, hafızalardan bile silinmiş bir alan. O bölgeye gidiyorlar, psikolog bir siluet görüyor uzaklardan. Oraya tek başına gittiğinde siluetin general üniformalı yaşlı bir adam olduğu ortaya çıkıyor, ilk bölümde kolunu kaybeden çöp toplayıcısı. Parçalı roman bu çöpçü amcada, metnin psikoloğa ulaşmasını sağladıktan sonra adamı alanın ortasına dek götürüyor. Unutmamış, unutmayacak bir topluluk yaşıyor o bölgede, toplumsal hafıza kaybına uğramamış insanlar. Üfürükten bir son: Psikologta vertigo var, adam uçurumun kenarında başı döndüğünden düşüyor gibi oluyor, orada bitiyor metin. Düşüyordur herhalde.

Kabaca böyle. Benim mantığıma uymayan bir iki şey var, onları anlatıp bitireceğim. İkinci bölümde teknoloji çok ilerlemiş tabii, 70 yıllık bir aradan bahsediyoruz. Psikologun ele geçirdiği ilk metindeki kelimelerin artık pek kullanılmadığından, dilin eskidiğinden bahsediliyor. 70 yıl böyle bir şey için az bir süre ki bizim üç kafadarın konuşurken kullandıkları kelimeler açıkçası 70 yıl öncesinin kelimelerinden pek farklı değil. Toplumsal hafıza kaybı dedik, tamam. Çatısı pek iyi kurulmadığı halde -Üç Maymun Virüsü diye bir nane üretilmiş, H2M3 virüsü, bu unutturmuş olayları ama virüsün hangi şartlar altında nasıl yaratıldığı tam bir muamma, alegorik bir hadise olarak görsek de metnin gerçekçiliğinin yanında sırıtıyor bu alegori- olabilir dedik, geçtik. Dili de unuttursa o zaman diyaloglar neden sırıtmıyor? Buradan açık verildi. İkincisini zaten anlatmış oldum, virüs muhabbeti. Çok havada.

Distopik roman olarak edebiyatımız açısından önemli, denenmiş en azından. Konusu da mühim, unutursak yüreğimiz kurusun. Onun dışında çok bir beklentiyle yaklaşmamak lazım. Okuduğunuza pişman olmazsınız ama daha iyi bir kitap olduğunu düşünüyorsanız elinizde, onu değerlendirin derim.

Bu da protestlerden bir protest şarkı olsun.

2 yorum: