6 Aralık 2018 Perşembe

Andrew Bennett & Nicholas Royle - Edebiyat, Eleştiri ve Kurama Giriş

Birinci baskının önsözünde bu incelemenin üniversite öğrencileri için yazıldığı, diğer okurların da ilgisini çekebileceği söyleniyor. Yetkili bir abi değilim, üniversitelerin ders programlarını aşağı yukarı biliyorum ama en azından Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerini genelleyerek konuşursam bu metnin çok az maddesi bir ölçüde anlaşılacaktır, geri kalanı öğrencileri farların karşısında kalıp gözlerini pörtletmiş geyiklere çevirecektir. Gerçi adamlardaki üniversiteleri ve öğrencileri bizdekilerle kıyaslamak pek doğru değil, yine de edebiyat okuyan birinden biraz Barthes bilmesini beklerim, ne diyeyim. İşi terbiyesizliğe vardırayım; aslında akademisyenler için bu metin, aralarında geyiğe dönecek çok insan var. "Edebiyat hakkında düşünmenin ve edebiyatı eleştirel biçimde okumanın yeni yolları" olarak nitelenen bölümler pek de yeni değil esasında, bir metnin nerede başlayıp nerede bittiğiyle ilgili araştırmalara pek çok yerde rastlayabiliriz ama kuramların uygulanması için seçilen metinler bölümleri özel kılıyor olabilir. Gerçi Wordsworth hakkında milyon tane şey yazılmıştır şimdiye kadar, bahsedilenler yeni mi bilmiyorum, bilmediğim noktada da, şu an susuyorum. Sonuçta farklı okumalara yol açabilecek bir inceleme var elimizde, şahsen ekofeminizm okumaları hakkındaki malumattan çok faydalandım, benim için en büyük kazanç bu oldu. Onun dışında şöyle genel bir tekrar, klasikleri hatırlamak ve edebiyatın neliğiyle ilgili birkaç fikri anımsamak da iyi geldi. Bir şekilde edebiyata bulaşmış, biraz da açıklara doğru yüzmüş herkes için sıkı bir kaynak.

Edebi nanelere giriş niteliği taşıyor, bunun yanında tipik bir kuram-uygulama kitabı değil. İki akademisyenin imgelemlerinden yola çıkarak kuramlara bağlanan fikirleri ayrı bölümler halinde karşımıza çıkabiliyor, örneğin Hayaletler bölümüne bakarsak yaratıcı intihallere doğru ilerlediğimizi görürüz. "Ghost" için sözlükte "ilham veren ya da hükmeden bir öz" tanımı yapılmış. Koç Üniversitesi Yayınları'ndan çıkan bir metin vardı, zombilerle ilgiliydi, orada zombilerin ne bu tarafa, ne de öte tarafa ait oldukları söyleniyordu. Arada kalmış olmanın şahitliği ürkütücülük ve nefret doğuruyor, bizlerde "ait olamama" duygusu yaratıyor. Zombilerin, hayaletlerin, umacıların ve sair varlığın bulunduğu bir yerde kendi halinde kalmak mümkün değil. Burada hayalet kavramı paradoksal bir varlığı temsil ediyor; hem var olan, hem de var olmayan bir gölgeyi. Bütün metinlerin içine sinen ve orada olup olmadığı konusunda kesin bir şey söylenemeyen esinlenmeler, üfürmeler bu hayaleti ortaya çıkarıyor. Metinde hayaletlerin "tarihin kendisi" olduğu söyleniyor, Tanrı'nın ortadan kayboluşu fikriyle Tanrı'nın "1 Numaralı Hortlak" olması, dahi Tanrı'nın ölmesi, Marx ve Nietzsche gibi pek çok düşünürün, sanatçının geçmiş çağlardan gelen hayaletleri geleceğe taşıdıklarını gösteriyor. Aslında bir nevi anakronizm. Lacan'ın Hamlet'i psikanalitik açıdan incelemesi bir örnek: Hamlet katil amcası Claudius'u öldüremez çünkü amcasının yapmak istediğini o da yapmak istiyor olabilir, anneyi arzulamanın bir zamanı yoktur çünkü fallus bir hayalettir, binlerce yıl öncesinin metinlerinde izi bulunabilir. Henry James'in hayaletleri de benzer bir açıdan ele alınabilir; şatolarda yaşayan hayaletlerden bilincin yaratmış olabileceği hayaletlere geçilmiştir, gerçeklik algısının tanımı bilimsel verilerle değiştikçe hayaletlerin kendisi de başkalaşır. Bloom'un kanonik tutumunun sabitleştiriciliği, hatta kanonun tarih dışı görünmesi bu hayalet imgesine vurulan bir darbe gibi gözükebilir ama Bennet & Royle'a göre dünya yeterince hayaletlenmiştir, Derrida'nın modern teknolojilerin hayaletleri günümüze ve günümüzden sonrasına da taşıyacağı fikri bu görüşe güzel bir temel oluşturur.

Bölümlerin birbirlerinden bağımsız olarak, gelişigüzel bir şekilde okunabileceği söylenmiş ama buna pek katılmıyorum ben, en azından bir bölümde temelinden incelenen dil meselesinin metni "tekinsiz" kılmadaki işlevini anlayabilmek için başka bir bölüme gitmemiz gerekebiliyor. Elbette şart değil sıralı bir okuma, modüler yapı gayet iş görüyor ama meselelerin daha kapsamlı hale gelmeleri için belirli bir düzende seyretmek gerekiyor. Örneğin "dil" bölümüne bakalım, dizine göre ilk bölümden son bölüme kadar pek çok yerde inceleniyor. Gruplandırma yöntemi pek başarılı değil gibi geldi bana; dilin işlevinin geniş kapsayıcılığı son bölümlerde karşımıza çıkabiliyor, spesifik bir işleviyse ilk bölümlerde. Bölümlerin sıralanması daha sağlıklı olabilirmiş bu açıdan. Başlangıç'la başlayıp Son'la bitirmek güzel fikir ama, ona laf yok. Bu ikisine bir göz atayım. Bir metnin nerede başladığını merak edebiliriz, etmeliyiz. Kalemin kağıda değdiği noktada, ilk tuşun basıldığı noktada, metnin akla ilk düştüğü noktada, tam olarak nerede? Paradise Lost'tan bir örnek verilir, Milton için başlangıç kutsal bir şeydir, ilhamı getirendir, kutsal kitaplardaki başlangıçların huşusunu yaratır. Başlangıçlardan önce de başlangıçlar vardır, mesele bir zaman meselesidir aslında. Metnin ilk sözcüğü bize metinden öncesinin varlığını da duyurabilir, bu durumda görsel bir verinin başlangıç olduğunu kabul etmek metnin öncülünü budayacaktır. Milton böyle bir düşünceyle ilklerin ilkine, kutsal kitaplara gider, başlangıçlarını kendi metnine uygular ve böylece "başlama" edimini teolojik açıdan sağlar. Aslında bütün metinler nasıl başlandığıyla ilgilidir, kullanılan zaman kipleri öncesine-sonrasına ulaşılmazlık bilincini yaratır, böylece metnin nerede başladığı ve nerede bittiği bir muamma olarak kalır. Mesela muamma dedim, bunun hakkında ayrı bir bölüm var ve keşke ilk bölümün hemen ardından gelseymiş. Neyse, son bölüme gidiyorum ve gerçekten bir sona varılıp varılamayacağını merak ediyorum. Enis Batur'un bir röportajını izlemiştim, isimleri hatırlamadığımdan uydurabilirim; onlu yaşlarındayken okuduğu Karamazov Kardeşler'i otuzlu yaşlarındayken tekrar okuduğu zaman ne metnin aynı metin, ne de Dostoyevski'nin aynı Dostoyevski olduğunu söylemişti. Bu yaklaşım bir metnin asla bitmemesini sağlar, zira okur olarak biz bitmeyiz, metinleri tekrar tekrar yaratabiliriz ve her bir okuma bir yaratma eylemidir bu açıdan. Tekrar okununca kapıları daha bir açılan metinler de bu yaratımı kusursuzlaştıranlar sanırım, yeni parçalarını ortaya çıkaranlar. Bunun dışında anlatılan bir şey, verilen örnek üzerinden gidecek olursam bir hayalet hikâyesi, hiçbir zaman tam olarak anlatılamayacaktır, bir hikâye olduğu gibi anlatılamaz, çaba sırasında birçok parçasını kaybeder ve kendisine ait olmayan birçok parça kazanır. Bu yüzden bir "son" mümkün değildir. Kendimce bunu başımın az üzerinde dönüp duran kaotik bir bulut olarak imledim yıllar önce; sevdiğim sokak kedisinden -eylemimin sonu- okuduğum bir metne kadar -metnin sonu- her şey orada, dönüp dururlarken birbirlerine karışıyorlar, başka bir şeye dönüşüyorlar, hiçbir yere gitmiyorlar ve eskimiyorlar. Ne yaratabiliyorsam o buluttan çekip alıyorum, böylece o metinleri başka sözcüklerle sürdürüyorum, filmleri başka biçimlerde montajlıyorum, her şey başkalaşıyor. Muazzam bir sonsuzluk.

Son derece sağlam bir inceleme bu, Kuir bölümünü özellikle beğendim. Foucault'nun bir iktidar aracı olarak cinsiyetin bireyi kurmadaki işlevini ve bu işlevin yaşamımızı kalıplandıran onca etken gibi mutlak, soluk aldırmayan bir güce sahip olmasını irdelemesinden yola çıkarak birkaç metin inceleniyor, birkaç yazarın düzcinsel ve eşcinsel arasındaki -aslında orada olmayan- mesafeyi ortadan kaldırışı anlatılıyor, süper.

Biraz kurcalayın, korkmayın, kuramsal zamazingoların sıfıra yakınsadığı, bodoslama okuru çeken bir metin bu. Okumanızı tavsiye ederim. Rus "şekilcileriyle" karşılaşınca kızmayın, Twitter'da bir çevirmen yeterince kızdı. Başka bir şey daha vardı kızdığı ama hatırlayamadım şimdi. Bir de şey, yazım hataları Ayrıntı'nın bastığı diğer metinlere göre can sıkıcı boyuttaydı. Harold Blooms diye biri vardı mesela, çok merak ettim kendisini. Arasına boşluk konulmamış sözcükler vardı, hoş değildi. Son okumacıya bakınca, sürpriz, Hazal Uzuner! Yıllardır görüşmüyoruz ama on beş yıl öncesinden tanıyorum kendisini. Liseye giden veletlerdik bir zamanlar, Dean R. Koontz, Stephen King ve Nâzım Hikmet hakkında birtakım atıp tutmalarda bulunurduk. Görünce sevindim kendisini ama Hazal'cığım, az daha dikkat. Teşekkürler. Gutnayk.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder