22 Aralık 2018 Cumartesi

Domenico Starnone - Bağlar

Aldo'nun geçmişiyle ilgili bir şeyler biliyoruz, Vanda'nın geçmişiyle ilgili pek bir şey bilmiyoruz ve Anna'yla Sandro'nun neler yaşadıklarını son bölüme kadar anlayamıyoruz. İlk bölümde Vanda'nın Aldo'ya yazdığı mektuplardan hikâye çıkıyor: Aldo gitmiş, ailesini terk etmiş, Lidia'ya duyduğu sevgi her şeyi arkada bırakmasına neden olmuş. Otuz beşinci yaşta büyük değişim. Lidia o sırada on dokuz yaşında, gelecek vadeden bir öğrenci ve güzel, çok güzel. Enerjisi ve güzelliği Aldo'nun aklını başından alıyor, birlikte yaşamaya başlıyorlar ama dört yılın sonunda Aldo terk edileceğini düşünmeye başlar başlamaz -annesiyle babasının kavgaları, Vanda'nın kendisine aşık olduğunu anlamasıyla Vanda'ya aşık olması müthiş bir kendine güvensizlik, kaygı, huzursuzluk bulamacı oluşturuyor, okuması pek zor olmayan bir adam Aldo- hayatı Lidia için daha zor bir hale getiriyor, tedirginliği mutluluklarını baltalıyor ve Lidia evleri ayırıyor, yaşamına müdahale edilmemesi gerektiğini söylüyor, sonuçta ailesine dönüyor Aldo ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacak artık.

Bir aile anlatısı, üç bölüm. İlk bölümde mektuplar. İkinci bölüm ilk bölümün neredeyse kırk yıl sonrasını anlatıyor, üçüncü bölüm ikincinin zamanında geçiyor ama çocukların geçmişlerini deşmeleri zamanda geriye gitmelerine yol açıyor. Anlatıcılar da değişiyor; ilk bölümde annenin, ikincide babanın, üçüncüde çocukların sesleri var, farklı bakış açılarından bir tarihe göz atıyoruz. Vanda'nın mektuplarıyla başlıyorum, bir kadının öylece bırakılmasının yol açtığı yıkımın etkileriyle dolu. Öfkeden kapkara. İki sebepten; Aldo'nun gidişinin yol açtığı öfkeyle birlikte adamın hiçbir şey anlatmamasından yola çıkarak bir şey anlatılmayacak kadar değersiz olduğunun farkına varıyor Vanda, yok sayılıyor, görmezden geliniyor hatta. Adamın savunuları tipik; aile kurumunun anlamsızlığı, özgürlük kaygısı, modern dünyanın herhangi bir bağa meydan bırakmaması, monogaminin insan doğasına uygun olmayan bir mevzu olması, bir sürü şey. Vanda belki de bu söylenenlerin üzerine aşkla evlendiğini söylüyor, insanın "kendine ait" doğasının bir parçası bu. Derin mevzu ama şöyle, birini sevmiyorken monogami saçma, seviyorken üzerinde düşünmeye gerek duyulmuyor. Mutluluk kapasitesini belirleyen bir hormon mu ne varmış, bir olaydan 10 birim mutlu olabilen birinin yanında kapasitesi 20'lik biri 20 birim kadar mutlu olabiliyormuş. Sanırım sevgide de böyle bir şey var, herkes sevginin ve aşkın geçiciliğinden bahsederken tersini iddia etmek komik duruma düşmeye yol açabiliyor. Sevginin sürekliliğinin düşüncede olabilirliğinin bile ütopik bir hale gelmesi korkunç bir yalnızlığa yol açıyor, insanların gerçekten sevip sevmediklerinden, duygusal olarak sakatlanıp sakatlanmadıklarından emin olunamaz bir hale gelinebiliyor, Vanda'nın yaşadığı biraz andırıyor bunu. Neyse, 1962'de evlenmişler, Sandro 1965'te, Anna 1969'da doğmuş, sonra Vanda'ya göre biri Aldo'yu öpmüş, Aldo öpemezmiş, çünkü şu: "Sen girişimde bulunabilecek biri değilsin, biliyorum, seni ya bir şeyin içine çekerler ya da olduğun yerde kalırsın." (s. 12) Aldo küçükken ailesinde çıkan kavgalar yüzünden karar verme yetisini yitirmiş, karar verebildiği zaman da bir patlamayla birlikte gelirmiş bu karar, "anlamsız bir makinenin her zaman aynı hareketleri yinelemeye mahkum çarkları" arasından kurtulması da böyle bir sürecin ürünü. Vanda'ya gelelim, yüzeysel olmayan insanların sevgiyi sürekli diri tutabileceklerini düşündüğü için, Aldo'yu derinlikli bir insan olarak gördüğü için -kendi idealinin yansıması, Aldoluk bir durum yok ki Aldo'nun delik deşik psikolojisi buna pek de imkan vermiyor- için ilişkilerini sürdürebileceklerini düşünmüş.

Mektuplar dört yıla yayılıyor, bir kadının adım adım kayışı kopardığını görüyoruz. Vanda'nın işi yok, çocuklara bakamıyor, Aldo da pek sallamıyor açıkçası. Bir yerde şöyle diyor Vanda: "Senin gözünde biz kendi gençliğini nasıl da yaktığının kanıtıyız." (s. 18) Devam ediyor: "Her zaman böyle devam edeceksin, asla istediğin adam olmayacaksın, önüne ne gelirse o olacaksın." (s. 24) Suçlamalar ve güncellemeler sürüyor. Vanda işe giriyor, çocuklara iyi kötü bakabilmeye başlıyor ve intihara kalkışıyor, Aldo'nun kendi annesinin intihar girişimini anımsatıyor, çaresizlikten.

İkinci bölüm, kırk yıl sonrası. Tatile gidilmiş, eve dönülüyor. Çocuklar büyümüş, Anna sürekli sevgili değiştiriyor ve Sandro'nun dört farklı kadından dört çocuğu var, zıt kutuplarda aynı şeyi arıyorlar gibi gözüküyor. Neyse, Aldo'nun anlatıcılığında mevzunun başka bir açıdan aydınlanmasını izliyoruz. Aralarındaki uyumsuzluk rahatsız edici düzeyde; kişiliklerine dair küçük detaylarla bir ailenin yok oluşunun -bir arada olmaları pek de bir şey ifade etmiyor- izini sürebiliyoruz. Bir meseleyi alayım; Vanda çok tutumlu, cimrilik derecesinde tutumlu ve Aldo'nun insanlar tarafından kandırılıp para kaybetmesinden çok rahatsız. Bir kadın, bir de adam kandırıyor Aldo'yu ve bu kandırma vakaları adamın hayatındaki bütün yenilgilerle birleşiyor, her şey huzursuzluğu besliyor. Korkunç bir yaşam bu. Eve döndüklerinde her şeyi darmadağın bulmaları, evi toparlamaya çalışırken Aldo'nun ilk bölümü oluşturan mektupları bulması ve Lidia'nın onca yıl sakladığı fotoğraflarıyla karşılaşması geçmişe dönmesine yol açıyor, olayları bir de Aldo'nun perspektifinden görüyoruz. Tek bir şeyi alacağım buraya, başka bir şeye dokunmayacağım: "Babamın otoritesini üzerimden attığımı ve nihayet kendi hayatıma başladığımı hissetmiştim." (s. 63) Vanda'yla neden evlendiğini sorgularken bu sonuca ulaşıyor. Belki de bir insanın yapabileceği en yanlış bağdaştırmalardan biri. Evlilik önce bir kişiden, sonrasında iki kişiden oluşur ve başka insanları olmamaları gereken yerlere taşıdığınız zaman da biter, klasik son. Bitmesi gerekir ama bitirememiş bunlar, Aldo eve geri döndüğü zaman asıl felaket başlıyor. Çocuklar üzerindeki etkisine bakarak pek de sağlıklı bir şey yapmadıklarını söyleyebiliriz.

Üçüncü bölüm, çocuklar. Evin altı üstüne geldikten sonra polise gidiliyor, soruşturma falan derken bir sonuca ulaşılamıyor ama biz biliyoruz; evdeki kediyi beslemek için buluşan çocuklar geçmişleri üzerinden birbirlerine, ailelerine ve kendilerine dair nefretlerini kusarken ailelerin çocuklar için mezara dönüşmelerinin etkisinden kurtulamadıklarını görüyoruz. Çocuklar da bir şey yapmalılar, annelerle babalar yaptıkları şeylerin karşılığının olacağını bilmeliler. Evi dağıtıyor çocuklar, intikamlarını alıyorlar, kırklı yaşların sonunda.

Aile bir kıyım, hayatta kalan çocuklar ruhen sakat, annelerle babalar zaten delirmişler. Bazen ciddi ciddi umutsuzluğa düşüyorum, hikâyesini kuramayan insanlardan ne umulabilir? Hiç. Cevapları bulunamayan sorularla dolu insanlar, umutsuzca çabalıyorlar ve yıkıyorlar. Bülent Ortaçgil'den çarpıyorum: Yudum yudum biriktiriyoruz, biri(leri) çarpıp döküyor, artık dolmuyor ve bu çok acıtıyor. Canı yanan dört insan, dolduramayan tüm insanlar, bu roman sizin. Bizim.

Bir albüm var, birkaç aydır dinliyorum, inanılmaz güzel. Bugün albümdeki iki şarkıya taktım, sözlerini falan ezberledim. Öldürdü bu iki şarkı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder