12 Aralık 2018 Çarşamba

Marcel Proust - Mahpus

Sodom ve Gomorra'da Verdurinlerdeki davetlere trenle gidip dönülen onca gün Albertine'in yanında sonlanıyordu. Proust'un -anlatıcıya göre Proust veya anlatıcı, okura kalmış- yan hikâyelerine bağlanan, yer yer yan hikâyelerine dönüşen ana anlatısı Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde'den itibaren ortaya çıkan kadınların etrafında biçimlenen bir yapıya sahip; ilk bölümde ailenin ve sosyetenin etrafındaki olayların bir çocuk/genç için yaşamın en önemli olayları olduğu söylenebilir, kadınların keşfinden sonra mevzu iyice ikili ilişkilere dönüyor, özellikle Albertine'li bölümler aşkı, tutkuyu ve kıskançlığı yaşamının orta yerine koyan anlatıcı için çocukluk anılarının, daha doğrusu yaşamının o zamana kadarki bölümünün acı tarafından kuşatılmasının çok çeşitli irdelemeleriyle dolu. İki şekilde; birincisi çocukluktan taşınan bir aşk düşüncesinin adım adım biçim değiştirmesine şahit oluyoruz. "Çocukken, tahayyüllerimde aşkın en güzel yanı, hatta bence aşkın özünü oluşturan şey, sevdiğimle birlikteyken sevgimi, onun bir iyiliğine duyduğum minneti, sonsuza kadar birlikte yaşama arzumu serbestçe ifade edebilmekti." (s. 2426) Zaman içinde dönemin sosyal koşulları, davetler, genelevler, hayat kadınları, metresler, eşcinsel ilişkiler, kaprisler, yalanlar tarafından çevrilince çocukluğundaki masumiyetin yavaş yavaş silinmeye başladığını görüyor anlatıcı, hatta Proust'un bu silinişi olabildiğince geciktirmeye çalıştığını iddia edeceğim, belki de dile getirdiği acılarını çocukluğunun saf sevgisini hatırlayarak dindirmeye çalışıyordur, bilemiyorum, YKY'nin geçtiğimiz günlerde bastığı mektuplarını okuyunca tutturup tutturamadığımı anlayacağım. Neyse, ikinci şekil de birinciyle alakalı, daha derinlere bir bakış sonucu bulunan yeni Proust, daha derinlerde daha da başka bir Proust, bir sürü Proust, her biri Albertine'in farklı bir yönüne odaklı, her birinin nasıl değiştiği bulunmalıymış gibi bir arayış var, örneğin anlatının ilk cildi bir uyanışla başlıyordu ve Proust sabahları uyandığında dünyayı baştan oluşturmak zorunda olduğunu, uykuya dalarken de onca zahmetle bir araya getirdiği dünyanın ağır ağır parçalandığını, ortadan kaybolduğunu üzüntüyle aktarıyordu. Mahpus'ta Proust'un bütün konularının Albertine'le geçen günlerin değiştiriciliğiyle yeni bir biçimde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Uyanışlar ve uykular, kadınlarla olan ilişkiler, davetler, her şey Albertine'e duyulan nefretin, aşkın, sevginin içine yığılır. Proust'un evine taşınıp Françoise'nin çatık kaşları altında yaşayan Albertine'in mi, yoksa Albertine'in etrafına psikolojik duvarlar örüp sadakatsizlik avına çıkan Proust'un mu mahpus olduğunu anlayamayız, iki tür tutsaklık vardır ve ikisi de iç içe geçer. Proust zaman zaman Albertine'i sorgular, izler, izletir, kızın eşcinselliğe meyilli olduğunu düşündüğü doğasını dizginlemeye çalışır. "Tanıdığımız her insanın bir ikizini içimizde taşırız." (s. 2333) Proust, Albertine'in ikizini kendi zihninde yaşatır ve ilişkilerini dengesiz, yıkıcı bir hale getiren her şüphenin içindeki ikizden doğmadığını yavaş yavaş anlar. Albertine özgürlüğüne düşkün bir kızdır ve yaşamındaki her bir detayın bilinmesini istemez, bu yüzden bazı şeyleri gizler veya söylemeyi unutur. Anlatı bu gizlerin ağır ağır çözülmesi sürecini içerir, hatta hemen hemen tamamı bu süreçten ibarettir. M. de Charlus'ün Morel'den koparılması gibi başka hikâyeler de önceki ciltlerden bildiğimiz olayların devamını oluşturur. İç içe geçmiş onca hikâyenin bağlantıları bazen öyle keskindir ki ani geçişler okuru rahatsız eder, bazen de hiçbir değişiklik hissedilmez, bağlantı kuruluvermiştir. Tehlikeli bir oyun; Proust'un kurduğu anlatıda tek bir anlatıcının zihninde dolaşıp dururuz ve Proust Albertine'le konuşurken iddia ettiği gibi her şeyi unutmasa da hatırlayışın kusurları kendini gösterir, işte bu kusurlar anlatıyı gerçeğe yaklaştırır ki anımsayışın eksiksiz olmaması da anımsamanın doğasında vardır. Hatta Proust biraz da güvenilmezlik dozunu artırır bu ciltte; M. de Charlus'un Verdurinler tarafından davetlerden el ayak çektirilmesi aşamasında Proust bu sevdiği beyi uyarmak için güçlü bir istek duyduğunu söyler ama adamın Morel tarafından yerin dibine sokulduğu âna kadar hiçbir şey yapmaz, sadece izler. Gözlemciden ötesi değildir, kendi yaşamını da aynı biçimde gözlemler ve insanın sadece kendisine ait olan parçasının gerçek, biricik ve dürüst olduğunu söylemesine rağmen o parçaya bakmak için bir kimlik daha yaratır, en dipte bir çift göz her şeyi gözlemler. Proust gözlem için yaşamaktadır. Korkunç bir yaşam, anlatı oluşturmak için muazzam bir yöntem. Zaten adamın binlerce sayfa yazdıktan sonra artık huzur içinde ölebileceğini söylemesi, arkasında büyük bir yapıt bıraktığından emin olmasından sonra geliyor. Emin olarak huzur içinde ölüyor. Hatırlayabildiği hemen her şeyi tekrar yaşadıktan, belki de zamanı tekrar yakaladığına inandıktan sonra.

Baştan itibaren notlarıma baka baka ilerleyeceğim. En son Albertine'den ayrılmak istiyordu Proust, kızın uyandırdığı güvensizlikten oldukça yorulmuş bir şekilde evine geldikten sonra bir anda karar değiştirip evlenme teklif etme aşamasına geliyordu. Kendisi de Albertine'in kişiliğinin bir parçasını taşıdığından -ikiz muhabbeti- yalanlar uydurmaya başlaması, ilişkinin doğası üzerine düşünüp oyunlar oynamadan kızı elinde tutamayacağına inanması gibi kişiliğinde gizli ve kendisine yabancı olan pek çok psikolojik unsurun çekiciliği, sanırım kaybetme korkusu -annesiyle olan bölümleri hatırlayınca aralarında güvensiz bir bağlanma olduğunu söyleyebilirim, yitirmekten ödü kopan bir adam Proust, annesini, Albertine'i, anılarını ve yaşamını yitirmek onun için bir- ve elde etmiş olmanın yol açtığı tatmin ilişkinin sürmesini sağlayan en önemli etkenler. Tabii bunların yan etkileri de beraberinde geliyor; Proust hiçbir zaman tam olarak huzurlu değil. Anlatıya odasından başlaması bir ipucu veriyor olabilir; ilk ciltteki oda ve uyku olayı hemen anneye bağlanıyordu, burada da Albertine'e bağlanıyor. Anne o sırada Combray'de ve oğlunun evlilik fikrinden ötürü kaygılı. Albertine pek benimsenmiyor, Françoise'in Albertine'i hiç sevmemesinin de etkisi var bunda. Proust, yakın arkadaşı Saint-Loup'un sevgilisi Rachel'e davrandığı gibi davranıyor; pahalı hediyeler alıyor, para veriyor, bir sürü şey. Rachel bir hayat kadını olarak yaşamını sürdürüyor, Saint-Loup'un görmek istemediği ve kendisini Proust'tan ayıran nokta bu. Albertine'in çekiciliği elde edilemezliğinden ve affedilemez bir suç işleyebilme potansiyelinden kaynaklanıyor. Proust'un bu meseleyi incelediğini söylemiştim ama en başta pencereden giren güneşe bakıp gençlik günlerini, "eskiden kalma delikanlıyı" anımsıyor ve anlatmaya başlamak için güç topluyor. Güneş duvarları aydınlatırken Albertine'i odasına hemen çağırmıyor Proust, önce kendisini güvende hissettiği zamanları iyice anımsıyor ve sonrasında günlük ıstıraplarına gömülüyor. Annesinin Albertine'i neden sevmediğine dair fikirleri sıralıyor, iki kadını kıyaslayıp iki tarafa da batacak sivri uçları belirliyor. "Evcil bir hayvan" benzetmesi Albertine için uygun gerçekten; kız her odaya destursuz dalıyor, kendisini bağlayan pek bir şey yok. Proust'a göre kız kendisini oldukça geliştirmiş olsa da yine de önemsenmeyecek bir zekası var. Aslında bu noktada ilginç bir açıklama da geliyor; Proust için kadınların zekası pek bir şey ifade etmiyormuş, zihinsel üstünlüğe ilgisizmiş, bir kadının zihinsel meziyetlerinden bahsetmişse bunu nezaket icabı yaparmış. Bunu aşkın hangi noktasında incelemeliyiz, sadece fiziksel özelliklere mi bakıyor Proust, sadece kaybedilebilir olanlara mı aşık oluyor, zekaya önem vermiyorsa kadınların uydurukçuluğundan yakınması neden? İlginç. Sanırım yine kendine yontmasından her şeyi. Kadınlar zaten belirli bir yaradılış niteliğinin dışına çıkmıyor, erkeklerin yol göstericiliğine ihtiyaçları var ve Proust kadının üzerinde bir egemenlik kuramadığı için aşık, acı çekiyor ama Albertine'in tamamen kendisine ait olduğunu hisseder hissetmez de sıkılacağını ve kızı terk edeceğini açık açık söylüyor. Bu hastalıklı bir ilişki aslında, aşkın yüceliği yok burada, aşkın insanı daha iyi biri haline getirme niteliği yok, burada aşk pek yok, daha çok bir nevi çıkar ilişkisi var. Tensel hazlar ve psikolojik bir savaş, ikisini bir arada tutan yegane iki unsur. Bir de maddiyat boyutu var işin tabii. Proust, "Albertine'siz bir özgürlük özlemi" hakkında paragraflarca yazıyor, belki de kızın açıklarını bu yüzden arıyor ve düşündüğünün aksine, bu açıklar ortaya çıktıkça sona yaklaştığını düşünse de kendini daha da bağlanmış bir durumda buluyor. Gerginlik yükseldikçe ayrılığın yaklaştığını düşünüyoruz, ayrılık konuşması da geliyor ama bu konuşmanın da bir taktik olduğunu anlıyoruz nihayetinde. Aslında karar değişiklikleri bunca sündürüyor meseleyi, iki taraf da kendisiyle diğeri arasında sağlıklı bir iletişim yolu kuramıyor, açık olamıyor. "Albertine bana ıstırap çektirebiliyordu, ama katiyen mutlu edemiyordu beni." (s. 2108) Proust'un Albertine'e dair mutlulukla dolu anıları var, daha doğrusu heyecanla dolu anıları, hepsi de çiçek açmış genç kızların sahilde vakit öldürdükleri ve Proust'un kızları izlediği zamanlara dair. Sonrası tam bir çıkmaz. Anlatıcıyı ilk kez böylesi parçalanmış, acı içinde görüyoruz.

M. de Charlus'ün meselesi sürüyor bir yandan, Sodom ve Gomorra geride kalmış olsa da yeni mekanlarda yeni maceralar sürüyor. En başta Albertine'in "eğitimden" geçip geçmediği tam bir netlik kazanmadığı için sıkıntıdan bunalıyor Proust, kendi yaşamında "sapıklık" olarak değerlendirdiği bu meseleden kurtulamaması bir yana, M. de Charlus'ün Morel'le yaşadığı ilişki de sonlanmaya doğru ilerlerken Proust gözlemliyor olanları. İlginç bir detay; anlatıcının hemen her şeyi "bilmesi" meselesi kafa karıştırıcıydı ve anlatının tek sıkıntılı kısmıydı belki de. Tek bir bakış açısından görüyorsak her şeyi, aynı anda farklı yerlerde yaşananlar nasıl en ince detaya kadar anlatılabilir ki? Bir noktada olayların kendisine "aktarıldığını" söylüyor Proust, diyaloglardaki eksikliklerin pek az bir kısmı hayal gücüyle tamamlanıyor, bir davette konuşulan çoğu şey sonradan gerçekleştiği biçime en yakın şekilde aktarılıyor. Bunaltıcı bir iş, bir davete katılan insanlara nelerin konuşulduğunu soran, oradan oraya atlayan ve herkesi sorguya çeken bir adam düşünün. Anlatıcı böyle biri. Her neyse, Verdurinlerin davetlerini önceki ciltten biliyoruz, çarşamba günleri düzenlenen bu sosyete toplantılarına seçkin insanlar davet ediliyor ve M. de Charlus de bunlardan biri ama adam gerek çenesini tutamadığı için, gerek Morel'le ilişkisi -Morel'in bir kızla nişanlanmasına rağmen- sürdüğü için kara listeye alınıyor ve Morel davet sahipleri tarafından doldurulduktan sonra yaşlı sevgilisine, hamisine patlıyor, sivri dili herkesi korkutan adam söyleyecek tek bir şey bulamıyor ve bir süre sonra da kalp krizi mi ne geçiriyor, bir şey oluyor ama tam anlatmıyor Proust, sanırım sonraki ciltlere saklıyor bunu. Sonuçta Morel adamı yıktı, bir araya gelmeyecekler bir daha. Soylu tayfanın entrikaları çok sinsice planlanıyor, korkulur bu insanlardan. Kötülük değil onlar için, bir oyun bu. İnsanlar yükselir ve düşer. Yaşamının sonlarına yaklaşan M. de Charlus'ün düşme vaktinin geldiği düşünülüyor.

Yine çok şey anlatılmadan kaldı. Dostoyevski'yle Tolstoy'un karşılaştırıldığı bir bölüm var, Proust'un değerlendirmeleri dikkat çekici. Başka da, işte, Proust.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder