13 Nisan 2015 Pazartesi

Georges Perec - Şeyler

Bu çok ciddi bir kitap.

Birazcık Thoreau bilselerdi Kit ve Port ne yapardı, Jérôme ve Sylvie ne ederdi, merak ediyor insan. İnsanın çölü kurumaya mahkum. Nesnelere bağımlı insan kendini bulamamaya mahkum. Birazcık basitlik mi lazım, neydir bunlar? Bunları alacaksın, doğaya salacaksın. Yaşam mücadelesinde bütün kirlerinden paslarından arınacaklar. Mis gibi insan olacaklar. Yoksa daha çok roman olur böyle. İnsan arıyor da neyi arıyor, kalabalıklar içinde -nesneler dahil- yaşamayı mı, huzuru mu, neyi?

"Sonuç kadar araç da gerçeğin bir parçasını oluşturur. Gerçek arayışının kendisinin de gerçek olması gerekir; gerçek araştırma, açık kolları sonuçta birleşen, ortaya serilmiş gerçektir." (s. 105)

Marx'ın sözleri. Burada ortaya serilmiş bir gerçek yoktur, varsa da görülmez. Aracın çekiciliğinden bir an olsun kurtulamazlar. Aynı şeyi deneyip farklı sonuç bekleyenlere aptal derler, ki bence bunlara yenilmek isteyen veya zamanın işleyişine güvenen adamlar dense yeri, burada farklı yollarla aynı yere çıkan gençler var. Bunlara yanlış yere bakan insanlar deriz, geçeriz. Asıl bakılması gereken yerde ilgi çekici bir şey yoksa demek... Olur mu lan, insana kendinden daha büyük bir gizem var mı? Neyse.

Öğrenci çiftimiz çok güzel bir ev hayal eder, hayatlarına bu evle giriş yaparız. İşte altından keçi götü. Estetik değer taşıyacak olanından. Sonra Arap işi gümüş semaver, ne bileyim, duvarda asılı bir enstrüman. Etnik. Bir iki müzik yapma teşebbüsü dışında ele alınmayacak olanından. Sonra kitaplarla dolu odalar. Rahat zamanlar. Bol yiyecek. Keyfi çıkarılacak kocaman bir ev. Bombastik eşyalarla dolu. İki harika insanı da barındıracak, onlar ki parasızlıktan ölesiye korkarlar ve geçici işlerde çalışıp bellerini bir türlü doğrultamazlar. Kavga etmezler hiç, olanakları ve arzuları öylesine yeterlidir ki birbirlerinden başka hiçbir şey beklemezler. Zaten bazı bazı tek bir karakterden bahsedildiğini düşünür okur. Kişilikleri birbirinin içinde eriyip gitmiştir.

Hayallerinin evinde olmasa bile başlarda mutlu oldukları bir odada yaşıyorlardı. Küçük bir oda, kendi gibi küçük bir bahçeye bakıyor. Bu olmasa insanlar o bahçeye bakamaz. Şeylerin durumu önemli, unutmayın istiyorum. Şeyler yaşar. Bu ikisini yaşatan da şeylerdir, nasıl yaşayacaklarını söyleyen.

Ne olmuş, kazandıkları para pek az olunca birkaç aydan sonra oda onlara zindan gibi gelmeye başlamış, sağda solda çöpler, bulaşıklar birikmiş. İsteklerinin çokluğu zihinsel bir felce yol açmış, hiçbir şey yapamaz hale gelmişler. Bozuk bir priz üç yıl öyle kalmış falan. Para bekliyorlardı, böylece istediklerini alıp yaşamaya başlayacaklardı. Tutkularının ertelenmesi onları korkutsa da bir gün elbet onlar da yaşayacaktı. Konuyla ilgili bir şey yapmamaları hususunda üç satır üste bakınız. Duyguları ölmüştür aslında, öyle bir meta yağmuruna tutulurlar ki mutluluk gibi bize çok lazım bir duygu satın alınabilecek hale gelir. Bir ürün, sadece 9.90'a. Paranız yoksa mutlu olamazsınız.

İş. Anketörlük yaparlar. Sorulacak bir sürü soru, bir sürü eşya, bir sürü restoran... İşleri de şey çöplüğüdür. İnsana dair hiçbir şey onlara yabancı gelmez bir süre sonra, nasıl mutlu olacaklarından iyice emin olurlar ve bit pazarını keşfederler. Eyvah. Ivır zıvır elde etmenin en kolay yolu. Arkadaş çevresi de onlara uygundur. Tencereler, kapaklar.

"'Yeni insanlar'dı onlar; henüz her yana diş geçirmemiş genç kadrolar, başarı yolunun yarısına gelmiş teknokratlardı. Hemen hemen hepsi burjuva kökenliydi ve değerleri -diye düşünüyorlardı- yetmiyordu artık onlara; büyük burjuvaların açıkça görülen konforuna, lüksüne, kusursuzluğuna, kıskançlıkla, umutsuzlukla dikmişlerdi gözlerini. Oysa onların ne geçmişi vardı ne de geleneği. (...) Öyleyse çağlarının insanlarıydılar. Hallerinden memnundular. Tümüyle de kandırılmış sayılmayacaklarını söylüyorlardı. Mesafelerini korumasını biliyorlardı. Rahattılar ya da en azından öyle olmaya çalışıyorlardı. Mizah duyguları vardı. Aptal olmaktan çok uzaktılar." (s. 38)

Eh: "Yeryüzünün en adi, en berbat durumundaydılar. Gelgelelim, durumun adi ve berbat olduğunu bilmelerinin bir faydası yoktu, öyleydiler işte: Epeydir, 'çalışmayla özgürlük arasındaki zıtlık artık güçlü bir kavram oluşturmuyor,' diyorlardı; ama yine de onları en başta belirleyen buydu." (s. 49)

Tunus'a giderler sonra, yeni bir başlangıç. Öğretmen olarak çalışırlar, erkek olanı okullar arasındaki mesafeden dolayı işi bırakır. Tam bir yalnızlık içindedirler, konuşacak kimse yoktur, satın alınacak hiçbir şey yoktur, vardır da zenginlik belirtisi olmadığı için hiçbir şey almazlar, yaşadıkları kent çok küçüktür falan. "Kendi çoraklıklarının dünyası" der Perec. Bu mevzuyu Bauman'ın sürüye uy(a)mayan insanları postalama fikri üzerinden de düşünüyorum. Her ne kadar tüketim toplumuna ayak uydurmaya çalışıyor olsalar da kıyısından köşesinden bir şeyleri tutturamamış olmaları, başka bir dünyanın problemi haline getiriliyor. Hem yarı-sömürgelerde kültürel bir araç haline gelmeleri, hem de toplumdan ayrıştırılmaları devletin işine gelirken bireyleri onulmaz dertlere salıyor. Tunus beni.

Böyle de pis bir şey, parasızlık çekenlerin okumasını tavsiye etmem. Ederim. Edinin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder