6 Temmuz 2016 Çarşamba

Carsten Jensen - Biz Boğulanlar

Jensen'in kaynakçasında Melville, Stevenson, Conrad ve Homeros gibi yazarların kitapları var, ben bir iki tane daha eklemek isterim. Direkt ilham vermemiş olabilir ama kesinlikle Marquez var, bir şehrin geçirdiği değişimin biraz daha az büyüsüzünü Marstal'da görmek mümkün. Marquez'in şehrinin kuruluşunu ve trenle tanışmasını hatırlayın. Marstal, Danimarka'nın sayısız adalarından birinde yer alan yalnız bir liman şehri, 1848-1945 arasındaki gelişimini izleyeceğiz. Pal Sokağı'nın şirin çocukları bu kitapta da var, tek fark sokaklarının denizlerden ibaret olması. Moby Dick'ten elbette fazlaca yararlanılmış ama Melville'in Efsunlu Adalar adlı, bol parçalı uzun öyküsü zannediyorum ki metnin biçim olarak da karşılığıdır. Conrad'ın karakterlerindeki iktidar hırsı, bilinmeyen dünyayla kurulan iletişim ve bu iletişimin yarattığı değişim olduğu gibi kullanılıyor. Jensen, memleketinin hikâyesini, tarihini başka metinlerin yardımıyla tekrar kurguluyor.

 Kabaca üç neslin anlatıldığını söyleyebiliriz, ilk iki nesil baba-oğuldan müteşekkil ama üçüncüsü, fikrimce aralarındaki en şanssız nesil, oğlun manevi evladı ve arkadaşları. Kronolojik anlatıda ilk bölümler daha eski hikâyeleri içerdiği için gerçeğin yorumlanmasına daha açık, zaten daha ilk cümleden bir adamın havaya uçup ayaklarının üzerine konduğunu öğreniriz. Adama peygamber muamelesi yaparlar, neler neler. Mevzunun ilerlemesiyle gerçeğe yaklaşırız, şiirsel anlatı kendini ara ara sezdirse de yerini daha gerçekçi bir ifadeye bırakır. Şehrin endüstrileşmesiyle ilgili bir hadiseye bağlıyorum, makineleşme ve insanın yanlış tercihleri, doğanın müziğinin duyulmasını engelliyor. Sürgün Gezegeni'nde ve Cthulhu Mitosu Öyküleri'nden birinde geçer; doğa, yaratmadığı öğelere karşı düşmanlık besler ve onların yaşamalarına müsaade etmez. Öldürülen şiirin sesi, şehrin zenginliğini ifade eden gemilerin yavaş yavaş ortadan kaybolmasıyla, denizde kaybolan veya savaşta ölen insanların acısıyla dinmeye yüz tutar. Özellikle büyük savaşların zamanında karakterlerin çıldırmaya yüz tuttukları bölümler nefes kesici ölçüde gerçekçidir. Makineleşme sonucu karakterlerin her biri dişli haline gelir, birbirine geçen parçalar yavaş yavaş kırılmaya başlar ve metnin sonunda hepsi çöker. Kitabın sonunda üç nesil boyunca gördüğümüz karakterler bir bir ortaya çıkar ve hepsi ölüm dansı eder.

"O kadar çok kişi ölüp gitmişti ki. Ne kadar, bilmiyorduk bile.
Yarın sayardık. Ve gelecek yıl yaslarını tutardık, hep yaptığımız gibi.
Fakat bu akşam boğulanlarla dans ediyorduk ve onlar, bizdi." (s. 778)

Alman uçaklarının bombardımanı altında memlekete dönen geminin tayfaları kurtuldu mu, hepsi öldü de diğer ölülerle dans mı ediyor, orası bence muğlak. Sonuçta boğulmak için ölmeye gerek yok, kapanan bir çağa yakılan ağıt da olabilir bu ve bütün şehir ölüleriyle birlikte ağlıyor.

Roman dört bölümden oluşuyor, sonlara doğru geçmişin imgesel anlatısının yerini gerçeğin mutlak görüntüsü alıyor. Çok farklı meseleler var, roman adeta tipik bir Opeth şarkısı; tek şarkının içerdiği riff'lerden bir albümlük malzeme çıkartılabilir, bu romandan da beş roman çıkarmış aslında. Öykü benzeri bölümlerle bağlanan bir anlatıyı tercih etmiş Jensen. Neyse, baştan giriyorum.

Laurids Madsen, İngiliz işgali altındaki memleketini basan Almanlarla savaşırken havaya uçuyor ve botlarının üzerine iniyor, havalanıp yere konan İsa gibi. Aziz Petrus'un kıçını gördüğünü bile iddia ediyor. Efsane oluyor tabii mevzu, dilden dile dolaşıyor. Adamımızın Karoline adlı bir eşi ve üç çocuğu var, çocuklarından biri Albert. Bu Albert kardeşimiz ikinci nesli temsil edecek, yaşlılık zamanlarında ölümüne şahit olacağız ama şimdilik bir çocuk. Neyse, savaş esnasında Madsen esir düşer, hapsedilir. Arkadaşlarıyla birlikte kendi de pislik içindedir, altlarına yaparlar sık sık. Zorbalıkla karşılaşan adamların akli dengeleri ister istemez bozulur, yaşadıkları gaddarlığı kaldıramazlar ve yaşayan ölüye dönüşürler. Madsen evine dönmez, Karoline bilir ki denizcilerin dönmesi yıllar sürebilir ve beklemek gerekir, ne olursa olsun beklemek gerekir. Boşa bekler, kocası yeni bir kimliğe bürünmek, yaşadığı her şeyi unutmak için denizlere açılır ve geri dönmez. Karoline'in kalbinde bir hayalet olarak kalır, sanki her an geri dönecekmiş gibi.

Kırbaç bir kabus hikâyesi. Albert ve arkadaşları, okulda kendilerini döven Isager adlı yaşlı öğretmene dersini vermeye kalkarlar ama adam efsunludur adeta, bir türlü aman dedirtemezler. Isager, babalarının ve kimilerinin dedesinin bile öğretmenidir, yılların kurdudur ve ne kadar saldırırlarsa saldırsınlar adam bir türlü vazgeçmez, okulu bırakmaz. Kartopu saldırısında kafasını gözünü yararlar adamın, bana mısın demez Isager. Çocuklar ne kadar gaddarlaşabileceklerini gördüklerinde kendilerine tanırlar ve gördükleri şeyden pek hoşlanmazlar. Isager, onlara pek hoşlanmayacakları bir ders vermiştir.

"(...) Bizi kendine benzetti.
Çok hunhar şeyler yapardık ve bunu ancak yaptığımız hunharlık kanıtlandığı zaman idrak ederdik. Şiddet, bizim için vazgeçilemez bir tutku olmuştu.
İçimize ektiği kin ve hiddet tohumları öyle bir kök salmıştı ki söküp atmamız mümkün değildi." (s. 81)

Bundan daha kötü bir ders düşünemiyorum, küçücük çocuklar söz konusu burada. En sonunda adamın evini yakmaya karar verirler, yangın çıkartırlar ama kendi evleri de yanar, bütün kasabanın yanması güçlükle engellenir falan. Korkunç lan, içim çekilmişti okurken.

Adalet, tam bir sinir buhranı yaratır. Albert ve arkadaşları evden ayrılır, iyi bir denizci olmak için gemilere atlayıp okyanusa açılırlar. Albert'ın gemisinde Giovanni adlı çok iyi bir aşçı vardır, adam milleti eğlendirir de. Herkes Gio'yu çok sever, ikinci kaptan O'Connor hariç. Bu öküz, birinci kaptanın basiretsizliği yüzünden gemideki herkese kök söktürür. İri yapılı bir şeydir, milletin kafasını gözünü patlatır. Gio'ya bir sebepten takar ve herifin önce bir elini, sonra diğer elini kırar, en sonunda da adamcağızı öldürür. Gemidekiler isyan edemez, onun yerine Albert'ın planına sadık kalırlar. Gemi New York'a yanaştığı zaman O'Connor'ı şikayet ederler, herif hakime gözdağı verir falan ama yemez, hapsedilir. Yeni ülkenin yeni kanunu. Çok yaşa ABD!

Yolculuk, Albert'ın babasını arayışının hikâyesidir. Laurids'in peşine düştükten sonra Pasifik'in altını üstüne getirir, Samoa taraflarına gider ve onlarca adayı teker teker gezmeye başlar. Bu sırada macera ruhunu iyice kavrar, belki de tam o an gerçekten bir denizci olduğunu söyleyebiliriz. Macera ruhu için dediği: "Pasifik Okyanusu'nun uçsuz bucaksız sathından yayılan bir gizemdi, papa tru'm -oğlun babaya hitabı- da bunu bir zamanlar hissetmiş olmalıydı ve insan bunu bir kere hissetti mi, bir daha geri dönmüyor." (s. 165) Nice mevzudan sonra adam babasını bulur, baba evlenmiştir ve çocuklarına Karoline'den olan çocuklarının adını vermiştir, aynılarını. Geri dönmeye pek niyeti yoktur, hatta geçmiş yaşamı hakkında hiçbir şey hatırlamaz gibidir. Bir tek çizmeleri hatırlar, İsa gibi havada durduran çizmeleri. Onların oğluna ulaşmasını sağladıktan sonra ortadan kaybolmuştur ve yıllar sonra emanetini geri ister, Albert reddeder ve çizmeler Albert'ta kalır. Hikâye kabaca böyle, bir süre sonra Laurids'in kafayı toparlayıp ticarete atıldığını öğreniriz ama kendisinden başka bir bilgi alamayız. Bir de bu arayış esnasında Albert'ın gemisinde tayfa olarak görev yaptığı Jack Lewis adlı insan tüccarı var. Bu herif, vahşilerin olduğu bir adaya insan kaçırır ve birbirlerini yemelerini sağlar. Adamda efsanevi kaptan Cook'un kurutulmuş kafası da vardır, bir torbanın içinde saklar. Çıkan bir fırtınada Lewis ölünce kafa da Albert'a geçer.

Bundan sonra ikinci bölüm geliyor. Hikâyeler devam ediyor, mevzuya yeni insanlar katılıyor ve anlatıyı devralıyor. Yalancılar, katiller, bir şehrin ruhunu simgeleyen dalgakıranın inşası ve endüstrileşmeyle birlikte işlevsiz hale gelmesi, gemicilik şirketleri, sigorta şirketleri, savaşlar, bombalar, umutsuzluklar, yalanlar, boşa çıkan güvenler, yitirilenler, rengarenk bir destan. 800 sayfalık epik, bombastik bir serüven.

Anlatıcı mevzusu da ilginç, zaman zaman hikâyesini kendi anlatan karakterlerin sesini duyarız ama çoğunlukla birinci çoğul şahsın kullanıldığı bir anlatı vardır. Boğulanlar mı konuşur, şehir mi konuşur bilmem ama ben anlatıcının şehrin ruhu olduğunu düşünmekten keyif alıyorum.

Tırışkadan demiyorum alın diye, bunu gerçekten okumanız lazım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder