16 Mayıs 2018 Çarşamba

Junichiro Tanizaki - Anahtar

Japon geleneğini, kültürünü Nazlı Kar'da detaylı olarak gördük. Soylu aileler, kızları veya oğulları evlenecekse derin bir araştırmaya girişir, dedektifler tutulur, aileye girecek olan insanın yamuğunun olup olmadığı kontrol edilir. Yerel kıyafetlerle Avrupa stili elbiseler bile bir uçurumun bir araya gelmeyen iki yakasını oluşturur. Günümüzde durum nedir, bilmiyorum ama Batılı tarzda giyinen kadınlar biraz uçarı olarak görülüyor o zamanlar, 1930'lardan sonrası. Bu metni oluşturan iki günlükten birinin yazarı olan İkuko, eşinin gözünde kıyafetleriyle de bir kimlik oluşturuyor. Kocanın adına bir yerlerde denk geldiğimi sanıyordum ama bulamadım, profesör olduğu için Hoca diyeceğim, Hoca'nın İkuko'yu tek bir parça halinde görememesinin sayısız sebebi var, bireysel ve kültürel. Sınıfsal farklar, kültürel farklar, ahlâk anlayışı, pek çok kod var. Hepsini birbirine ekleyeceğim.

Tanizaki'nin Tokyo'da yazdığı metinlerle tutucu bir yer olan Osaka'da yazdığı metinler, yazarın iki farklı dönemini kesin bir şekilde ayırt etmemizi sağlıyor. İlk dönemde Batı etkisiyle yazdığı metinler Japon kültüründen pek esinlenmediği zamanlara denk düşüyor, ikinci dönemdeyse Japonya'nın modernleştiği ve dünya savaşlarının en büyüğünden sağlam bir sopa yiyerek çıktığı zamanlarla iki farklı Batı'nın sentezi mevcut. Tanizaki'nin Tokyo'dayken etkilendiği Batı'yla Osaka'ya gelişinden sonraki Batı arasında muazzam bir fark var; bu farkın sebebi Tanizaki'nin kendisi tabii. Dünya birikimi arttıkça Batı'nın da farklı parçalardan oluştuğunu görüyor ve ikinci döneminde bu parçalarla kendi toprağının parçalarını bir araya getirmeye çalışıyor, böylece aynı evde yaşayıp birbirine yıldızlar kadar uzak olan insanların hikâyelerini okuyabiliyoruz. Okuyabiliyoruz, kendi ağızlarından. İki günlük; Hoca'nın ve İkuko'nun. Şöyle hayal ettim, belki de İkuko'yu Tokyo'daki Tanizaki olarak, Hoca'yı da Osaka'daki Tanizaki olarak görebiliriz. Aşırı bir yorum olabilir, belki de değildir. Kendisini karakterize etmeyi seven bir yazar Tanizaki, bu durumda cinsiyetlerin yaratacağı farkların üstesinden gelebilecek kadar da iyi bir kurgucu.

Hoca, yeni yılın ilk gününden itibaren İkuko'yla olan ilişkisini yazmaya başladığı günlüğünün anahtarını ortalık bir yerde bırakıyor ki İkuko günlüğü okusun. Aslında günlük olmaktan çıkıldığını gösterir bu; günlükle mektup karışımı bir metin yazıyor Hoca. Kitap hakkında şöyle bir bakınırken Yekta Kopan'ın bir değerlendirmesine denk geldim, günlüğün yazımında "Hikâyesinin olay örgüsünü okura net geçirebilmek kaygısı" yüzünden bir üst-anlatıcının varlığının sezildiğini, bunun da metni sakatladığını söylüyor. Ben buna pek katılmadım. Üst-anlatıcı ister istemez oluşur, zira her ikisi de kendi yazdıklarının diğeri tarafından okunabileceği ihtimalini düşünerek yazıyor. Günlükler okunsun istiyorlar hatta. Naipaul'un Taklitçiler'inde enfes bir örneği vardı bunun; zamanında çok mühim olan iki kişi arasındaki mektuplaşma sürerken esas oğlan mektuplaştığı kişinin üslubunu yapmacık buluyor, sanki o mektuplar kitleler tarafından okunacağı için o parıltılı, şaşalı dil kullanılmış. Okur bir üst-okur haline geliyor bu durumda, benzeri naneyi Tanizaki de yapıyor kısacası. Neyse, günlüklerdeki kodları belirlemeden ilerlemek dertli olacağı için önce çerçeveyi çiziyorum.

İkuko, Kyoto'nun geleneklere bağlı ailelerinden birinin kızı. "Öyle bir kadın tutup da kocasının günlüğünü gizlice okumaya kalkmaz." (s. 9) Burada durmak gerekiyor, günlüğünü çarpık gerçeklikle kurmacaya çeviren adamımızın -haliyle artık anlatıcı olarak da isimlendirilebilir- pek de güvenilir olmadığını düşünmeye başlamak için iyi bir nokta, çünkü birkaç sayfa sonra anahtarı ortalık yere "düşürdüğünü" göreceğiz. Okurun temkinli olması gerekiyor, bu insanlar başkalarına yalan söylemek pahasına kendilerine de yalan söylüyorlar. Kodlar gerçek ama. Adam elli altı, İkuko kırk beş yaşında. Kadının "iyi" bir evlilik yapmak için ailesinin dürtmesiyle evlendirildiğini öğreniyoruz, kocasını sevdiğini ama aslında sevmediğini öğreniyoruz, zira görev bilinciyle sevmek diye bir şey yoktur. Hoca'ya göre İkuko, eğlence mekânına satılmış olsa oradaki herkesi çalkalayacak bir kadın. Erkeğin güç istencini darmadağın eden bir kadın İkuko, hele Hoca'nın. Bu yüzden yetersizlik duygusuyla korkunç bir şekilde çarpıtılabilir. En azından Hoca'nın sözcüklerinden anladığımız bunlar.

Hoca'nın günlüğündeki kayıttan sonra İkuko'nun günlüğüne geçiyoruz, metin bu şekilde ilerliyor. Güç istenci dedim, İkuko'nun günlük yazmasındaki amaç, kocasından gizlediği şeyin ona üstünlük duygusu vermesi. Aralarında sağlıklı bir ilişki yok, sağlıklı bir iletişim yok, konuşmalarından anladığımız kadarıyla yaşamlarını sürdürebilecek kadar iletişiyorlar, bu kadar. Sevişmeleri kısa sürüyor, bu iletişim kanalı da kapalı. Adam, kadını tatmin edemiyor, kadın daha fazlasını istiyor ama geleneklerine bağlı, kocasını aşağılamıyor ve olduğu gibi seviyor. İkuko'nun da güvenilmez olduğunu belirteyim. Aslında metin Arthur Schnitzler'ın Ölmek'inin egzotik versiyonu sayılabilir bu açıdan; bir diğerini asla bilemeyeceğimiz için boşlukları kendimiz tamamlarız, bilinçli veya bilinç dışının yardımıyla. Sonra dünya başımıza yıkıldığı zaman doluluk yanılsaması ortaya çıkar, tanıdığımız kişiyi aslında tanımadığımızı, aslında kimsenin birbirini tanıyamayacağını anlarız. Tanıyamadığımızı ardımızda bırakır, başka bir tanıyamama vakasına yöneliriz. Tanıma gereksiniminden vazgeçildiğinde ve bir ihtimal her şey iyi gittiğinde kötü olan ne varsa unuturuz. Aşağı yukarı böyle işliyor süreç, bu iki insan doğal yollardan bunu anlayamadıkları için günlüklere, mektuplara, imalara, Kimura'ya, ortada kalan kızlarına başvurup içinden çıkılmaz durumlarını iyice düğümlüyorlar.

Kimura? Hoca'nın öğrencisi, o da hoca. İkuko'ya ilgi duyup duymadığını bilmiyoruz ama İkuko, James Stewart'a benzettiği Kimura'ya korkunç bir şekilde çekiliyor. Hoca da bu ikisini bir araya getirip kıskançlığı, nefreti ve sevgiyi bir araya getirmeye çalışıyor. Afrodizyak olarak Kimura işe yarıyor gerçekten, Hoca İkuko'yla çok sağlam sevişiyor, İkuko Kimura'yla sevişiyor ve birbirlerini günlükleri üzerinden yormaya, kandırmaya çalışmaya devam ediyorlar. İkisi de birbirinin günlüğünü okuyor ama okumamış gibi davranıyor. Korkunç bir uzaklık. Hoca bu stresi kaldıramıyor, şehvet dalgaları da sağdan soldan vuruyor ve ölüyor. İkuko'nun günlüğüne düştüğü son notlardan eşinin günlüğünü ne zaman okumaya başladığı, söylediği yalanları, her şeyi öğreniyoruz. Kimura'nın ikisinin kızı olan Toşiko'yla evleneceğini, İkuko'nun da yanlarında yaşayacağını gördükten sonra arka kapağa geçiyoruz, bitiriyoruz. O kadar kod dedim, pek bir şey de söylemedim ama anladınız.

Karanlık ve gizli duyguların olduğu söyleniyor ama ben bunlara pek rastlamadım. Boşlukta sallanan insanlar var, birbirleriyle konuşmuyorlar. Birbirlerini önemsemiyorlar, sevmiyorlar, zorla bir araya gelmişler, yeni bir hayat için gereken cesaretleri yokmuş, birbirlerini yavaş yavaş tüketmişler. Hoca'nın ölümü tamamen İkuko'nun yediği haltlar yüzünden gerçekleşiyor olsa da böyle bir sorumluluğu yaratacak herhangi bir derinlik yok. Birbirlerini tanımama ihtimalleri onları hiç mutsuz etmezdi. Kimi mutsuz ederdi, bir taraf gerçekten sevmişse onu. Doğal ve istenen bir ilişkiye başlayan herkes müthiş bir enerjiyle dolar, yeniden doğmuş gibi. Bu insanlar doğmamış bile. Pü Allah sizi be. Birbirlerinden o kadar farksızlar ki bir müddet sonra hepsi birbirini kendisiymiş gibi duyumsuyor. Kimura aslında Hoca, İkuko da Hoca, böylece Kimura yaşlı adamdan alabileceği bir intikam varsa alabilir. İkuko, kendisini bu yaşlı osuruğa hapseden geleneklerden intikam alabilir, Hoca fahişe olarak görmeye meyilli olduğu karısının ahlâksızlığından mutlu olabilir. Sevgisizlik pek çok kötülük doğuruyor.

Yeterince zevzekleştiysek eğer, son söz: "Pek olur Japon kurmacası," derler. Bir bakın. Yeni baskısı yok ama internette bulabilirsiniz. Gerçi yakınlarda basıldı sanırım. Bilmiyorum ya.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder