18 Kasım 2018 Pazar

Elizabeth Wurtzel - Prozac Toplumu

Şunu bırakmadan olmayacak. İlaç endüstrisini enine boyuna inceleyecek değilim, sadece Wurtzel'de benzeri görülen bir uç noktadan çok uzağa düşen örneklerin Prozac Nation'ı yarattığını söyleyeceğim, bunda doktorların rolü olduğu kadar toplumsal eğilimlerin de rolü var. Beyindeki birkaç devrenin yanması gibi fizyolojik problemlerse olay, psikofarmakoloji gerçekten hayat kurtarıcı önemde bir işlerlik kazanıyor ama -bunu bu şekilde ayırmak çok da doğru olmasa da- psikolojik mevzularda ilaçlar sadece bir ölçüde yardımcı olur. Bastırılması gereken şey bir şekilde bastırılır, kaynak ortadan kaldırılmadıktan sonra başka bir biçimde patlak vermek üzere. İlaç toplumuna dönüşmek için süper bir ortam; mutluluk üret, mutluluğa ulaşamayanlara mutsuzluk üret, sonrasında ilaçla ıslah. Neyse, mevzu bu değil.

Wurtzel'ın metni zamanında çok ses getirmişti, sinemaya uyarlandı falan. Depresyona içeriden, olabildiğince tarafsız bir şekilde tanıklık edildiği için, bir de doksanların dünyasının psikopatolojisi böylesi bir açıklıkla, belki de en vurucu şekilde ele alındığı için. Kay Redfield Jamison'ın ve William Styron'ın depresyonla ilgili benzer metinlerinin bir sonraki nesline göz atıyoruz burada; II. Dünya Savaşı'nın hemen ardından soğuk savaşın toplumsal paranoyaya yol açtığı zamanların uçuk dünyasıyla Wurtzel'ın güncel zamanı arasında haneye eklenen çarpıklıkları da hesaplayınız, genetik yatkınlığın yanında dünyanın da insanı patolojik bir vaka haline sokmamasının oldukça zor olduğu ortaya çıkacaktır, özellikle Wurtzel gibi "dahi çocuk" sınıfına giren duyarlı insanlar için. Üstün zekalı bir haytanın kafayı yavaş yavaş kırışını ve lityumun antidepresanlarda kullanımının başladığı zamana kadar yaşadığı cehenneme şahit olmak yorucu. Yorucuydu. Bu metni okuyalı üç yıl olmuş, Zonguldak'tayken aldığımı hatırlıyorum. Şehir merkezinde hepi topu üç kitapçı vardı, bir tanesi kütüphanelerden araklanmış kitapları çok ucuza satardı, ondan almıştım. Şimdi baskısı yok, İletişim uzun süredir basmıyor. Neyse, aldığım gibi okumaya başlamıştım ve yaz kış demeden yağmurun yağdığı Zonguldak'ın gitmek bilmez bulutlarının altında iki kat fazla daralmıştım. 21 Ocak 2016 başlangıç, 23 Ocak 2016 bitiş. Sanırım İstanbul'a dönüş yolunda bitmişti, sömestr tatili için dönüyordum, güzel günlerdi diye hatırlıyorum. Wurtzel, evet. "Kendimi yok etmekten vazgeçince can sıkıcı biri haline geldiğimi düşünüyordum." (s. 188) Şimdi burayı alıntılarla doldurabilirim, çünkü metne dair pek bir şey hatırlamıyorum. Wurtzel olayların tamamen gerçek olduğunu söylüyor, bazı isimleri değiştirdiğini söylüyor, Cambridge'te okuduğunu söylüyor, daha pek çok şey söylüyor ama neydi olay, hatırlamıyorum. İşaretlediğim yerlerden gideceğim.

Bölümler halinde, her bir bölüm Wurtzel'ın yaşamının dönüm noktalarını oluşturuyor. İlk bölümde Wurtzel kendinden nasıl nefret ettiğini ve ölmek istediğini anlatıyor. Bir dünya ilacı karıştırıp yutuyor, yıllardır yaşadığı ıstıraptan kurtulmak için bu kez Plathvari bir son denemeye girişecek. Sevgiye ihtiyacı var, söylediği diğer şeylerden biri bu. Beynini susturmak, yüreğini devreye sokmak istiyor ama yaşama dair kaygıları öylesine yoğun ki kendisini sevenleri yaşamında tutamıyor, bir noktada onlara bağımlı olacağından korkup hepsiyle yollarını ayırıyor. On iki yaşındaki ilk teşebbüsünden sonra pek çok intihar girişiminde bulunuyor, sonuncusuyla da noktayı koymak istiyor, acı çektirdiği herkesten özür dileyerek. İyi bir başlangıç; zirve noktasından her şeyin başladığı noktaya dönüş ve sonda tekrar zirve, kurtulup kurtulamayacağını görmek için.

Çocukluğundan itibaren depresyonun eline düşüyor Wurtzel, The Velvet Underground ve Lou Reed şarkıları dinleyerek büyüyor, nihilistik bir yaşamın özlemiyle. İçte büyüyen ruhsal bir kanserin ilk izleri. Depresyonun tanımını araya sokuşturduğu zaman ne yaşadığını anlarız; duygu, tepki, yaşam yokluğudur onun çektiği. Mutluluk ve mutsuzluk çok uzaktadır, ulaşılamaz bir yerdedir, korkunç bir karanlığa hapsolup uzaktaki ışıklara bakmak gibi bir durum. Güneş de Doğar'dan alıntı gelir hemen, bir karakterin nasıl iflas ettiğine dair bir yorum: "Yavaş yavaş ve sonra birdenbire." Aklını nasıl yitirdiği sorulduğunda aynı şeyi söyleyebileceğini söylüyor Wurtzel. İşin genetik boyutu felaket zillerini daha Wurtzel doğmadan çalmaya başlamış; hippi anneyle babanın çocuğu olan yazar, babasıyla konuşurken annesiyle evli olmanın berbat bir şey olduğunu öğrenmiş, hatta istenmeyen çocukmuş Wurtzel, babası doğmasını istememiş. Sonra tersi olmuş, baba istemiş ve anne istememiş. İkisinde de psikolojik rahatsızlıklar var, ayrılmaları kendileri için en iyisi olmuş ama çocuklar için çok geçmiş. Terapistler, tedaviler, seanslar, ilaçlar, krizler, çocukluğu ve gençliği mahvetmiş, bir yandan yaşam sürdüğü ve Wurtzel süper zeki bir çocuk olduğu için eğitimini aksatmamaya çalışmış. Şahane bir üniversiteye kapak attığını biliyoruz, sonrasında depresyonundan kurtulamadığı için ailesini suçlamayı bırakıp uyuşturucuya sarıldığını biliyoruz, aslında kendini yok etmek için son derece uğraşmış ama derinlerde bir yer devam etmesini sağlamış.

Hastane günleri, yaratılan alternatif kişiliklerin gerçek kişiliği ele geçirmesi, belirip kaybolan insanlar, tam bir kaosun içinde yıllarca debelenen Wurtzel, çağının bunaltılı sanatını da kendi depresyonuna eklemlemiş. Ölümüne Sadakat'te geçiyor işte; mutsuz olduğumuz için mi pop -bildiğimiz pop değil- dinliyoruz, pop dinlediğimiz için mi mutsuzuz, bu mesele. Nirvana'dan canım Linklater'ın filmlerine, kadının kayışı koparmasına yardım eden her şeyin izdüşümüyle karşılaşıyoruz. Kurulmuş bir yaşam aslında, her şeyle. Depresyon boşluğun dolmasını istiyor ve insan en alakasız şeyleri bir araya getirip kendine bir kimlik biçebiliyor, yeter ki orada biri olsun. İçeride. Öldürülmesi gerekirse o başka bir şey, yeter ki cesedi de içeride kalsın.

Karanlık, karanlık, daha da karanlık. Sahaflarda denk gelirsiniz, alınız.

Şarkıyı da Warrel Dane'in hafiften King Diamond rolü yaptığı şarkılardan seçeyim.

1 yorum:

  1. Utku o kadar ilgimi çekti ki, muhakkak bulup okuyacağım bunu. Ben de şimdi Doğan Cüceloğlu'nun Savaşçı'sını okuyorum, bunu yeni doktorum önerdi. Bunu okuyup yazı yazacakmışım bir sonraki seansa kadar...

    Kitapta diyor ki, depresyon, anksiyete, yani psikolojik patlaklıklar aslında kendi kimliğimizle uzlaşamadığımız yaşamla bağdaşamadığımız noktalarda bizi silkelemek, bunları deşelemeye ve çözmeye itmek için ortaya çıkar. Doğru yorumlamak gerekiyormuş. Ben kendi adıma hiç öyle hissetmiyorum çünkü dediğin gibi depresyon kapkaranlık ve insanın elini kolunu bağlayan bir şey. Ve en baştaki tespitin, yani CESUR YENİ DÜNYA'yı yaşıyoz biraz gibime geliyor. Gerçekten mutluluk üret, mutluluk yanılsaması daha doğrusu, onu insanların gözüne sok, sonra mutsuzluk üret, sonra ilaç sat... Baudrillard'da Simülakrlar ve Simülasyon'da diyor her bok oyun diye, cidden bana imkansız da gelmiyor. Kafayı yiycek gibi oluyorum.

    YanıtlaSil