10 Aralık 2016 Cumartesi

Barış Bıçakçı - Aramızdaki En Kısa Mesafe

24 öyküye bölünmüş bir uzaklıktan bahsederken Proust, Knausgaard gibi benzer meseleleri ele alan yazarların, hikâye anlatıcılarının dediğini yansıtıyor Bıçakçı; hiçbir şeyin göründüğü ve hatta yaşandığı gibi olmadığını, hatırlandığı gibi olduğunu söylüyor. Bir nehrin uykuya dalması, iskete öyküsündeki detaylar nasıl hatırlanabilir, nasıl gerçekleşebilir? Sayısız nehrin karıştığı dev bir ırmak düşünüyorum ve hafızanın ne olduğunu buluyorum. Benden bağımsız olarak gerçekleşenler içinde yer aldığım, sürüklendiğim bir sel değil. Tamamen kontrolüm altında, dizginlenmiş bir hayvan da değil. Mecazlarla tarif edilecek gibi hiç değil, öyleyse hatırladığım gibi.

Bıçakçı'nın anlatıcısı, hatırladığının peşine düşüyor ve öykülerden birinde dendiği gibi, hafızanın koptuğu yerden bir başka bağlantıyla tekrar kendine ermesini olanca inceliğiyle dile getiriyor.

Mevzuyu kitabın ortasına gelirken çözdüm, hazırlıksız okursanız işler biraz daha zorlaşıyor. Üç kardeş, felsefe profesörü bir baba ve anneden oluşan ailemizin akrabalarla, Ankara'yla ve siyasi karmaşayla çevrili dünyasında yaşananlar hepimizin az buçuk bildiği zamanlara kapı aralıyor. Anlatıcı ortanca kardeş, küçük kardeşinin doğumuyla hafızasının ilk gömüsünü buluyor ve anlatısına başlıyor. Küçük kardeşin hatırlanan ilk sesi, anlatıcının sahip olduğu isketenin ötüşünü andırıyor ve dünya naifleşiyor, incelikler kazanılıyor, hatırlandığı gibi. Baba ortada yok, teyze ve diğer akrabalar çocukların yetişkin dünyasının parçaları olarak beliriyor.

İlk öykülerden birinde anne ve babanın ölüp ölmeyeceğini düşünen anlatıcı, sonlara doğru onların gerçekten ölebileceğini anlıyor ve yaşamının üst üste binip eklemlenen anlarını kolaylıkla hatırlayabileceği şekilde kodlamış oluyor. Sarmal bir yapı; aradan geçen yılların birbirinden uzaklaştırdığı anların ortaya çıkana kadar bilinmeyen çağrıştırıcıları, hatırlamanın ve dolayısıyla hatıraların ne işe yaradığını da ortaya koyuyor. Belki sekizinciye yazıyorum, Bilge Karasu'nun bir öyküsünün sonunda, "Hatıralar ne işe yarar?" gibi bir cümle vardı. Şu an çözdüm, unutmak istemeyeceğim bir an bu, hatıralar hikâyemizin kaynaklarını oluşturur ve hikâyeler anlatılmalıdır, anlatılmadığı müddetçe var oluşumuzu bütünleyemeyiz. Bence. Sanırım. Birlikte top oynadığımız çocukluk arkadaşımızın adını hatırlayabildiğimizde -yaşlandığımız zaman bu olay daha mühimdir- henüz hafızamızdan şüphe etmemiz gerekmemesinin sevinci bir yana, hikâyemizde bir gediğin oluşmamasının mutluluğu da yabana atılacak gibi değildir.

Ortancanın inceliklerinden biraz bahsetmek isterim. Sakız satmak için dolanırken mahallenin bıçkın çocuklarından birine denk gelir. Eve gitmek ister, çocuk sakızları götürmesine gerek olmadığını, kutuyu eski bir arabanın altına koyup daha sonra geri alabileceğini söyler. Bizimki karşı çıkamaz, kutuyu bırakır, ağlaya ağlaya eve gider. Başka bir öyküde babasının verdiği metal parçalara kaynak yaptırmak için ustaya gider ama anlatmayı beceremez, beceremeyecektir. Birden çok zeka türü var ve bunların bazılarında çok, çok kötü olabiliriz. Ortanca kardeşimizin zaten anladığımız üzere sezgileri, duyarlığı oldukça gelişmiş ama mantıksal zeka biraz sıkıntılı veya babanın felsefe profesörü olmasından kelli -ehehe, bayılırım bu kelimeye- analitik zekasının uçmuş seviyeye ulaşmasından ötürü devrelerde bir karışıklık olur. Bu da bir öykü olur işte, ne olur ki başka? Öykünün sonunda baba elini çocuğun omzuna koyar, çocuk babasının tokat atacağını düşünüp irkilir, sonra durumun saçmalığını düşünüp utanır. Baba her şeyin farkındadır, o da utanır. Aralarındaki baba-oğul ilişkisi boyut değiştirir, onlar tam farkına varamamıştır belki ama bir şeyler yerinden oynamıştır. Bu oynamanın hikâyesi babanın ölümünün anlatıldığı öyküde anlatılır. Bir öyküdeki nesne, bir başka öykünün konusunu oluşturabilir, öyküler birbirini anlatabilecek niteliktedir.

Sezin'im pek sevmemiş kitabı, Bıçakçı'nın diğer kitaplarının yanında biraz sönük olduğunu düşünüyor. Ben bu kitabı Bıçakçı yazınının içinde ayrı bir yere koyuyorum. Yazarın bir meselesinin olduğunu, bu meselenin durmak bilmez bir dürtüye dönüştüğünü düşünüyorum, sonuç olarak da bu güzel hikâyeyi okuyabildik. Herkes okumalı diyorum.

Anneanneli öyküyle bitirmek istiyorum, biraz özel bir şey olacak. Babamın hayatımızdan çıktığı, annemin henüz emekli olmayıp hastanede çalıştığı günlerde abimle bana anneannem baktı. Çok küçüktüm, belki dört yaşındayken anneannem bizi Bostancı'ya, gemilerin kalkışını izlemeye götürürdü. Zaman geçti, 28 yaşına geldim ve anneannemin elinden tutup tuvalete götürüyorum, geri getirip yerine oturtuyorum. 90 yaşında, yürüyemiyor, yaşamsal faaliyetlerini gerçekleştirmede oldukça zorlanıyor. Geçtiğimiz aylarda ambulansla hastaneye kaldırdık, yediği bir şey dokunmuş. Serum bağladılar. Annemle dönüşümlü olarak başında durduk. Gecenin dördünde hastane kalabalığı azaldı, sandalyelerde yatabildim. Beşe doğru kalktım, bahçeye çıktım. Hafif bir rüzgar, ağaçlar bir şey anlatıyor ama dinleyemeyecek kadar üzgünüm. O zaman bu kitabı okumuş olsaydım şu cümle mutlaka aklıma gelirdi: "Anneannem ve ben... Biz... Biz ölüme karşıyız." (s. 63)

2 yorum:

  1. Ben de yeni okudum bu kitabı. Kronolojik okuyorum Bıçakçı'yı. İlkin bana da pek sarmadı. Sonra kitabın ortasında 'haaa' dedim, ondan sonra sarmaya başladı derken de bitti zaten.

    Çok güzel yazmışsın bence, eline sağlık Utku.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim. Ara ara uğradığım bir durak benim için Bıçakçı, severek okuyorum. İyi yani. İyi ya.

      Sil