28 Temmuz 2018 Cumartesi

Tiffany Watt Smith - Duygular Sözlüğü: Acımadan Zevklenmeye

Adam Johnson'ın Güney Kore'de sıla hasreti çeken iki arkadaşı anlattığı öyküsünü düşünüyorum. Kuzeyden güneye dikenli telleri, askerleri ve kişisel tarihlerini aşıp gelmişler ama bir şeyler yolunda gitmiyor, uyum sağlayamıyorlar, tutunmaya çabalıyorlar. Bu duygunun evrenselliği makul, başka bir coğrafyada benzeri yaşanabilir, peki bilmediğimiz bir yerelliği var mı? İki ülke arasındaki birliği ve ayrılığı yaşamadığımız, bilmediğimiz, hissetmediğimiz için yerelliği hakkında bir şey bilemeyiz ama mutlaka var, bu da hissediş edimindeki farklılığı ortaya koyuyor. Kızılderilinin, eskimonun, yörüğün hissettiği duygular temelde ortaktır ama o kadar çok nüans var ki mutlaka bir noktada birbirinden ayrılır, kendine has bir niteliğe bürünür. Her kültür kendi üzüntüsünü, sevincini yaratır. Temel duyguların karışımından doğanlar bir yana, bunlara sadece çaprazlama duygular diyemeyiz, o kültürün bir parçası olmadıkça hiçbir fikrimiz olmaz. Hatta kaç farklı kültür varsa o kadar farklı üzüntü olduğunu düşünürüz de kaç insan varsa o kadar üzüntünün var olduğunu düşünmeyiz, aklımıza gelmez. Bu da birbirimizi hiçbir zaman tam olarak anlayamayacağımızın teminatıdır, bilincimiz sağ olsun.

Bu sözlük bir nevi anlama/anlaşılma çabasının ürünü gibi duruyor. Sevinç, mutluluk, korku, üzüntü ve benzeri temel duyguların çeşitli metinlere, filmlere dokunan açıklamalarının yanında belirli bir coğrafyada yaşayan insanların oraya özgü duyguları da mevcut. Bu ikinciler benim için çok daha önemli, bilmediğim veya sadece sezebildiğim duyguları öğrenmek güzel oldu. Sezebildiğim; mesela Bernhard'ın Avusturya için söylediklerini öfke bağlamında ele alırsak büyük bir eksiklik ortaya çıkar gibi geliyor bana, çok daha derin bir mesele var. Bununla da karşılaşmak isterdim ama böyle bir şey yok veya sözlüğe alınmamış. Kundera'nın bahsettiği Çek duygusu var, o iyi. Başka coğrafyaların yarattığı duygular var, o da iyi. Evrenselleşebilecek şeyler olduklarını sanmam, yine de o diyarların eserleriyle karşılaştığımızda daha iyi bir idrak sağlayabilirler. Chopin'in melankolisi bile başka bir isimle biricikleştirilmiş, öyleyse onca farklı duygunun incelenmesinde bu sözlüğün eksik kaldığını söyleyebiliriz. Zamanla genişleyebilecek bir çalışma, hatta keşke genişlese. İnsanı daha iyi tanımak, duyguları daha iyi anlayabilmek için. Tamamen değil, daha iyi.

"Bulutlara bakın, bir duygunun her şeyin rengini bir anlığına değiştirdiğini görebilirsiniz, birden gökyüzü kendini yeniliyor ve o renk kayboluyor." (s. 14) Bulutlarla ilgili otuz farklı sözcüğü olan bir dil var, bulutsuz bir meskende onların hiçbiri olmayacaktı. Tepede salınıp duran bulutların hissettirebildiklerini düşünelim. Geçicilik. Ölümlülük. Doğum, yaşam, devridaim ve sonsuzluk. Zıtlık doğuran duyguları da katalım; çok güzel bir şeyin karşısında duyulan o hiçliği düşünelim. O kadar yüce bir şeyin karşısındayız ki ansızın doğan burukluğu engelleyemiyoruz ve gözlerimiz doluyor. Geçen hafta Filyos'a gitmiştim, orada bir kez daha yaşadım bunu. Kayalıklarla denizin arasında, küçücük bir kumluk alan var. Karşıda güneşi çevrelemiş, kırmızının tonlarına boyanmış bulutlar zamanın başlangıcından beri oradaymış gibi hareketsiz. Dalgalar dizlere kadar geliyor, kaçacak bir yer yok. Biz buraya, bu manzaraya aitiz, görüp göreceğimiz bu güzelliktir, bu güzelliğe mahkumuz. Korkunç ve yaşamın baskınlığını teselli edici. Denizsiz bölgelerde bu duygunun çok benzeri varsa da tıpkısını bulmak mümkün değil. "Bazen duygular bize ait değil de biz duygulara aitmişiz gibi geliyor." (s. 15) Böyle anların bağlamında doğru. O duyguya kısılıp kalmamak elde değil.

Smith'in duyguların yapısını incelediği kısımda nörobilimcilerin duygulara getirdiği açıklamalar, duyguların bilimsel olarak doğuşları mühim bir yer kaplıyor. Kaku, duyguların aslında yaşamın olağanlığına karşı bir savunma mekanizması olarak doğduğunu söylüyordu, Smith bu doğuşları genel çerçevede inceliyor. Darwin'in zamanında "emotion" olarak halihazırda üretilmiş bir kavram vardı, bunun çeşitlemeleri üzerinden temel duygular ve bunların birleşiminden doğan yan duygular türetildi. Süreç devam ediyor; "Telefonum mu çaldı kaygısı" diye bir şey var, kaygının bir türevi. Literatüre girmiş durumda. Ben bu nanoteknoloji olayı patladığı zaman ortaya çıkacak duyguları merak ediyorum, mesela klonuyla konuşan bir insanın ne hissedeceğini düşünemiyorum. Ne bileyim, korkuyla karışık bir heyecan doğar herhalde. Doğaüstü bir olayla karşılaşıldığı zaman olduğu gibi. Başlangıçta bunları irdeliyor Smith, şöyle bitiriyor: "Duygularımızı anlatırken ihtiyacımız olan şey sözcükleri azaltmak değil. Daha fazlasına ihtiyacımız var." (s. 27)

Temel duyguların ilginç bölümlerine değineceğim, ilgimi çekenin farklı kültürlerdeki duygular olduğunu söylemiştim. Mesela Abhiman. MÖ 1500'lerde yazılan Sanskritçe metinlerde geçiyor. Sevdiğimiz birinden kırıcı bir davranış gördüğümüzde hissettiğimiz acı ve kızgınlıkmış. Bu sözcüğe ihtiyaç var, elimizdekiler bunu tanımlamak için yeterli değil. Acı ve kızgınlık karışımı bir duygu denirse eksik kalır, sevilen kişinin kırıcı davranma sebebini çözmeye çalışmak da bu duygunun içine giriyor, başka pek çok şeyle birlikte. Acedia diye bir şey var, yalnız insana çöreklenen depresyon denebilir ama işin dini boyutu var; Çöl Rahibeleri ve Keşişleri bir zamanlar kafayı kırmaya yaklaşırlarmış, bu melankolinin oralarda takılan bir iblisten geldiğini düşünürlermiş. İlginç, çölün ortasında başka pek bir şey hissedilmez herhalde ama bu duyguyu hissetmek günah olarak bile nitelendirilmiş. Acımanın da benzer bir dini yanı var; 1000'lere kadar İsa'nın temsili şık; yakışıklı bir adam etrafındakilere ışık saçıyor. Sonrasında acıma biçim değiştiriyor ve İsa'yı çarmıha gerili, vücudu kanla kaplı olarak görmeye başlıyoruz. Rahatsızlık yaratılmadan acıma yaratılmıyor, bu hale geliyor duygu. Sözcüklerin kullanıldıkları bağlamlarda değişen anlamlarını da gösteriyor Smith, örneğin pity ve piety sözcüklerinden ilki acıma, ikincisi dindarlık anlamına geliyor ve iki anlam aynı sözcükte taşınıyormuş bir zamanlar. Etimolojik incelemeler başlı başına dikkat çekici.

Japonlar, geçtiğimiz yüzyılda literatüre duygu bombardımanı yaptılar. Çok azı alınmış gerçi. Biri Amae. "Çantada keklik" olarak görülen insanların pek de sallanmamasına yol açan duygu. Değer bilmemek de giriyor işin içine. Sevgiliniz size çok güvendiğini, aşırı güvendiğini söylüyor ve ilişkinin hep aynı çizgide ilerleyeceğini düşünüyor diyelim, ilişkiye özen göstermiyor, belki kırıcı oluyor falan. İnsanların sıklıkla düştüğü bir yanlış, bu rehavet benzeri duygunun içindeyken diğer tarafın ne hissettiklerini umursamamaları. Güven bir sabitleyici değildir, dolayısıyla ötelendiğini düşünen muhatap bir süre sonra ilişkiyi bitirir, bir sebepten bitiremezse kaygısını dindirecek bir arayışı başlatır. Hiçbir şey olduğu gibi kalmayacağı için bunun tersini düşünen insandan uzaklaşırız ve teselli bulmaya çalışırız, belki yeni ve daha iyi bir şeye başlamak için. Gerçi Japonlar bu duyguyu şımarık çocuklar için uydurmuşlar ama günümüzün tırt ilişkilerine de cuk oturuyor.

Hah, l'appel du vide. Metroda raylara atlamayı engelleyen nedir? Yüksek bir yerde boşluğun çağrısına sebep olan şey nedir? Bu o duygu işte, "boşluğun çağrısı". İnsanın kendine güvensizliğinden kaynaklandığı söyleniyor, sinir bozucu bir duygu. Mantığı ortadan kaldırıyor, rahatlığın özlemiyle dolduruyor ve hop! Atlamıyoruz. Atlamadığımız için atlayan versiyonumuzu özlüyoruz, bir sonraki yükseltiye veya raylara kadar ona veda ediyoruz.

Melankolinin, üzüntünün, hıncın ve yalnızlığın doğurduğu diğer duygular çok hoş, hepsi okunmalı. Daha ince bir görüş için okunmalı bu sözlük, insanların neler hissettiğini bilemesek de daha iyi bir sezgiye sahip olup empati kurabilmek için çalışabiliriz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder