27 Mayıs 2019 Pazartesi

Şahin Uruk - Kadıköy Felsefesine Giriş

Kadıköy'ü aşağı yukarı yirmi yıldır biliyorum ama kendimce biliyorum, köstebek gibi orasından girip burasından çıkmış değilim. Kilise duvarında içilen biralarından biliyorum, izbe stüdyolarında bam güm Metallica çalmaya çalışan çocukların gözünden biliyorum, Moda'da sarhoş olup ortalık yere kusan cengaverlerinden biliyorum, Barlar Sokağı'nda güzel kadınları görünce aklı giden yeni yetmelerin heyecanından biliyorum, ne bileyim işte, yattığımız sokaklarından biliyorum -Baho civarında yatardık ve şarap çok ucuzdu ya, sabah edildiğinde minibüslerde uyuyakalıp gözlerimi Kartal'da açtığım çok olmuştur- ve buna benzer gençlik eylemlerinden, abuk subuk triplerden biliyorum ama pek bir şey bilmiyordum aslında, abilerin ve ablaların dünyası daha değişikmiş gibi geliyordu. Bir nesil öncesinin efsanelerini dinledim biraz, çokça da okudum. Akmar'ın meşhur zamanlarına yetişemedim, Moda Sineması Konseri'ni abilerden dinledim yine. Kadıköy'ün öbür dünyasına pek az şahit oldum. İlk kez Hikmet Temel Akarsu'nun dörtlemesinden 'Kaybedenler'in Öyküsü'nde anladım galiba nelerin döndüğünü, biz daha doğmamışken veya mahallede top peşinde koştururken Kaybedenler Kulübü esiyormuş oralarda, bir dünya olay. Sonra radyo kayıtlarına ulaştım, üniversitedeyken bir ara her gece dinledim. Başka bir Kadıköy'ü anlatıyordu adamlar, kaybolmuş zamanların amirlikleri dönüp duruyordu. Sonra dünya büyüdü, Taksim'de bir şeyler olmaya başladı derken iş güç. Kendi Kadıköy'ümü özlüyorum ara ara, orta yaşın yerleşik yaşantısından sıkıldığım zaman sokaklarda dolanıyorum biraz, aynı şeyleri yine yapacakmışım gibi geliyor bazen ama herkes bir yere dağılmış durumda, her şey değişmiş falan, sefilleri oynamak da şu an pek çekici gelmiyor açıkçası. Geçen gün trene giderken on beş küsur yıl önce sıklıkla denk geldiğim Kadıköy figürlerinden birini gördüm, yolda yanımdan geçti. Adam aynı. Giyimi, makyajı, takıları falan, zaman makinesi gibiydi. Mutlu oldum bir yandan, hikâye sürüyor ama ben uzaktan gözlüyorum artık. Teşekkürler Kadıköy, itlikte benden bu kadar.

Diyorum ve İsmail Abi'nin dükkanında kitapları kurcalıyorum, Şahin Uruk'a denk geliyorum. Zamanında Güven Erkin Erkal'ın ev arkadaşı olmuş bir adam, Kadıköy'ün seksenli yıllardan itibaren şahidi. Bir giriş metni sunuyor bize, önceki neslin yaşadıklarını anlatıyor. Çok kötü anlatıyor açıkçası. Tekrarlanan sözcükler, olaylar, sanki anılar bir kayıt cihazına kaydedilip olduğu gibi yazıya geçirilmiş, öylesi bir savrukluk. Batman'dan gelen bir çocuğun/adamın dili ancak böyle olur diyebiliriz ama diyemeyiz, adam Kadıköy'e gelir gelmez kitap okumaya başladığını söylüyor. Eh, bu kadar yazabilmiş diyebiliriz. Akarsu'nun metninin -bana göre- "aşırı" edebi olduğunu düşünüyorum da, Uruk'unki sanırım daha içeriden bir yerden geliyor. Anlatımın yavanlığını aşabilirsek, o zaman seksen sonu/doksan başı Kadıköy'ünün atmosferini doğrudan soluyabiliriz, pek güzel. Alt başlık Bir Rock'n'Roll Yolculuğu, gerçekten de öyle bir yolculuk. Taşrada başlıyor, çocuklarını pek umursamayan anneyle babanın "saldığı" evlatlar okulu umursamıyor, aşırı dramatik bir anlatım giriyor devreye böyle bölümlerde, sanki durumu iyice kötülemek istiyor anlatıcı ama karikatüre benzer bir gerçeklik çıkıyor ortaya. Neyse, Soske nam abi okulu bırakıp minibüs peşinde koşmaya başlıyor, bir plak dükkanı açıp Barış Manço, Erkin Koray gibi adamların plaklarını getiriyor, evde dönemin baba isimlerinin şarkıları çalınıyor ve anlatıcımız çocuk yaşta sallanıp yuvarlanmaya başlıyor. Anlatıcı girdiği nehirde balık avlıyor, avlananları izliyor, tuttuğu yılanbalıklarını pişirmeyi öğreten bir adama uyup durmadan yılanbalığı yiyor, pek hoş. Anadolu manzaraları. Yokluk, sevgisizlik, köksüzlük. Birtakım kırsal olaylar, doğayla ve yolla tanışma. Hafiften bir Brautigan tadı ama çok hafiften. Abla evlendikten sonra eniştenin radyosu, seksenlerin başı. MFÖ çalıyor, The Beatles çalıyor, Teleskop nam bir programda dönemin ve yakın geçmişin şarkıları çalıyor durmadan. Anlatıcı kendini donattıkça yalnızlaştığını görüyor, kendisi gibi düşünen kimse yok. İstanbul'u merak etmeye başlıyor, kartpostallara bakıyor durmadan. Bir gün Batman'daki istasyona geliyor bir arkadaşıyla birlikte, Kurtalan Ekspres'e atlayıp kırk sekiz saat sonra Haydarpaşa'da trenden iniyor, İstanbul macerası başlıyor.

İstanbul, Kadıköy. Sayısız insanla tanışıyor çocuk, saçlarını uzatmaya başlıyor. Bundan sonra asıl yolculuk başlıyor işte; girip çıkmadığı iş kalmıyor, arkadaşlarının arkadaşlarıyla tanışıyor, tanıdığı bir sürü insanla birlikte kendini var etmeye çalışıyor. Hamallık, akşamları şaraplar, zor ve renkli bir dünya. Polisler rahat bırakmıyorlar, durmadan sorgulanıyor bizimki, bir yandan da kendine kalacak iyi yerler ayarlamaya çalışıyor. İş yerlerinde yatıyor bir süre, sonra Karga Salih'le birlikte nispeten temiz bir evde kalmaya başlıyor. İnsanlar lakaplarıyla anılıyor daha çok, isimleri gizleme çabası olup olmadığını bilmiyorum ama sanmıyorum ki maksat gizlemek olsun, gerçek insanlar bunlar. Adam LP biriktirmeye başladığını söylüyor, sonra biraz araştırınca Şahin Uruk'un bir zaman Trip'te DJ'lik yaptığını öğreniyorum, hemen her şey örtüşüyor. Haldun'la tanışıyoruz bir noktada, Harun'un Bodrum macerasını anlatıyor bizimki, hikâye içinde hikâye. Tipik bir yol hikâyesi; otostop çekmeler, parasız kalmalar, yollarda bir dünya sıkıntı, zafer, ulaşılan hedeflerin yerini alan yeni hedefler arka arkaya sıralanıyor. Haldun'la birlikte takı yapmaya başlıyor adam, satıp yiyecek masraflarını çıkarıyorlar, kalanıyla da piiz. Sultanahmet'te Katmandu yolunda mola veren hippilerle muhabbetler gırla gidiyor.

Takip edilemeyen bir akış var, karakteri rahatlıkla kaybedebiliriz ama o kendini bırakmıyor, her anını dolu dolu yaşadığı hayatını bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Kendisini dolandıran iki kızın peşinden Bodrum'a gidişi film gibi bir şey, kızları bulduktan sonrası daha da şaşırtıcı. Aksiyon bitmek bilmiyor, bu güzel. Paylaşımcı, bazen işgalci bir yaşam var burada, kalınan evlerin ve kazanılıp yenen paranın hesabı tutulamıyor. Arada lüzumsuz anlatımlara da giriyor adam, düşmanların Çanakkale'yi geçemeyip kendisinin geçmiş olmasını araya sıkıştırması pek iyi bir fikir değil. Dönemini bütün gerçekliğiyle anlatması süper bir fikir. Güven Erkin Erkal'ın açtığı mekan, Erkin Koray'la muhabbetler falan, şahane.

Bende 6:45'ten çıkanı var, 1995'te basılmış. Sonradan Phoenix de basmış. İyi de olmuş bence. Yaşamının bir dönemi Kadıköy'de geçmiş olanlar için güzel bir kaynak, adımladıkları sokakların tarihinin bir parçasını bilmek isteyenler okumalı, onun dışında pek tatmin edici gelmeyecektir. Kadıköy'ün havasından biraz solumuş olmak lazım. İyidir, okunsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder