Önsözde çevirmen Didem Nur Güngören'in Roza Hakmen'e teşekkür ettiğini görüyoruz ilk, hoş bir jest. "Marcel Proust, aslında ömrü boyunca Kayıp Zamanın İzinde'yi yazdı. Lisede yazdığı ilk kompozisyonlardan, gençliğinde yayınlanan gazete yazılarına, ilk roman denemelerinden mektuplarına dek, sonunda Kayıp Zamanın İzinde'de bir araya getirerek devasa bir yapı inşa edeceği bir harcı, senelerce yazıp yazıp bozdu." (s. 9) Illier-Combray, Venedik, şehir, taşra, kısacası mekan birikti, onca nesne, duyular, her şey birike birike ciltlere dönüştü sonunda. Merleau-Ponty için "görünürle görünmez arasındaki ilişkiyi saptama" işini Proust'tan daha ileri giden kimse yok, yaşamı olduğu gibi aktarma konusunda bilincin işleyip işleyemediği onca veriyi ondan daha iyi kimse aktaramadı. Doğayla temasında bunu sezebiliriz, onca çiçeğin arasında bir duyguyu arıyor Proust, her şeyi görüyor, anlıyor ama her şeyin duygusunu çözmek için durmadan deniyor, araya bir bulut ekliyor ve manzara değiştikçe arayışı başka bir boyut kazanıyor. Kollarıyla deli dolu beslenen su. Sınır yok, bu dehşete düşürüyor. Kendisi sınır olan insan, bu da rahatlatıyor. Proust yaşadığını yazdı, ne yazmak hem de. Bu metinlerde de pırıltıları görülebilecek şey. Güngören'e göre farklı bir nokta, edebi eserlere göndermeler ve güncel olayların irdelenmesi ama bunlar o ciltlerde de yok mu, mesela Dreyfus'la ilgili bitmek bilmeyen bölümler, yazarlara göndermeler, büyük bir fark yok aslında. Gazeteci Proust'un Romancı Proust'tan farklı olduğunu söylemek güç. En başta deniyor zaten, yazdığı her şey tek bir anlatının parçaları olarak değerlendirilebilir diyeceğim ama yazdığı her şeyi de okumadığım için bilemiyorum, gerçi mektuplarında da aynı hava var, sanat yazılarında da var, işin içinden çıkamayıp hepsini tek bir metnin parçaları olarak görmeye meyilliyim.
Bölüm başlıklarını vermeden ilerliyorum, gençlik mektupları. Gökyüzü tasvirleri. Akşamın ilk saatlerinin uykusuzluğundan bahsediyor Proust, sanki az sonra uyumaya çıkıp annesinin iyi geceler öpücüğünü bekleyecekmiş gibi. Yemekte kokusunu aldığı çiçeklerin ve çayın kendisini bir bahçeye sürükleyeceğini, bahçede babasının arkadaşlarıyla karşılaşacağını ve yazdığı son metinden bahsedilince kızaracağını düşünüyorum, oluyor bu. Uykuya dalınacak, ay izleniyor, yastıklarda bir baş. "Yatağın içi yumuşacık... Uyuyorum." (s. 22) İki sayfada uyuyor Proust, oysa şaheserinde uyumadan öncesi için genişçe bir yer ayırdığından yetmiyor bu, eksik geliyor ister istemez. Daha fazla anlatması için adamı uykusundan etmek gerekiyor ama dokunmuyoruz, sonraki bölümde bulutlara geçiyoruz, rüyasını anlatır gibi Proust. Erguvaniler ve yaldızlar. Akşam vakti güneşin alçalmasıyla birlikte ortaya çıkan yıldızlar, sessizlik, doğanın hışırtıları, bu. Beyaz illüzyonlar gökyüzünde salınıyor ama her zaman değil. "Zira insanoğlu gönlünde onu doğanın bütün yapılarına bağlayan, öylesine gizli, öylesine sağlam bir halat taşır ki, doğaya ait bir şey gördüğünde, sonsuz sayıda farklı biçimlere bürünen ama yine de daima var olagelmiş duyguların hükmünde olduğunu hisseder." (s. 24) Proust gönlündeki acıları bir ırmağa fısıldadığını, bir kuşa kuğurduğunu söylüyor, karşılık olarak onların da şiire benzer teselliler sunduklarını söylüyor. Şair ya da filozof olabilir bu tür insanlar, Proust'un iddiasına göre hal buyken kendisi hakkında ne düşünüyordu acaba, yüzünün kızarması dışında? Normandiya kıyıları yine bir berraklık ânı yaratıyor, melankolik bir haz doğuyor Proust'un içinde, denizin müzikle denk olduğunu söylüyor, bir metni beşinci kez okumak için girdiği Norman evlerinin güzelliğinden bahsediyor. Beşinci kez. Kendisinin aynılığını bulmaya çalışıyor belki, bir duyguyu tekrar yakalamaya çalışıyor veya. Paskalya zamanı için düşündüklerini doğayla karşılaştığı her an için dile getirebilir: İnşa edilen geçmişi Nehir Roman olarak düşünmek.
İki ana bölümden ilkindeki dört parçadan sonra Le Figaro'daki yazılar geliyor, yine dört parça. İlkbaharın eşiğinde yumuşak bir kış, sona ermek üzere. Şubat ayında akdikenler açmış, Proust kendini kaybetmiş. "Ne zaman akdikenlere baksam, onları ilk kez gördüğüm çağı, o akitler sahip olduğum yüreği yeniden buluyorum hâlâ." (s. 39) Kendini bulmuş aslında, kaybetmemiş. Bir kurabiye, bir çay, bir akdiken, geçmişte yer alan ne varsa tekrar görüldüğü zaman yolculuk başlıyor. Proust kadar yolculuk yapmış biri azdır herhalde, uzamın uçları arasında sayısız kez gidip geliyor, keyif alıyor bundan. Kendisi de anlamıyor bazen, geçmişin ay ışığıyla şimdinin çiçek kokularının nasıl aynı zamanda ve mekanda bulunabildiğini merak ediyor. En sonunda akdikenleri bırakıp Paris'e gideceğini, davetlere katılıp türlü saçmalıkları dinleyeceğini, kırlara gidip açan ilk akdikenleri göreceğini söylüyor. Bir sonraki görüşünde de okuduğumuz metni yazdığı zamanı hatırlamıştır muhtemelen, çok olası.
Diğer bölümlere değinmeden bitiriyorum, Proust'un yazarlarla, zamanla ve edebiyatla ilgili düşüncelerinin temel noktalarını Twitter'da paylaştım, dursun orada.
Proust'un kallavi metnini bitirip umutsuzluğa düşenler üzülmesin, tadımlık bir parça var burada. Kısa kısa Proust işte, aslında Kayıp Zamanın İzinde'ye girişmeden önce bu okunabilir, okurlar neyle karşılaşacaklarını bilirler böylece.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder